Âdem Cumalı, çok değil, daha on beş dakika önce patronunun odasına-bunaltıcı bir kusma isteğiyle dolup taşarak- girdiğinde, orada çok kalmayacağını biliyordu. Gözlerini patronunkilere dikip aklından geçenleri bir bir sayıp döktü; rahatladı. Kurul, şirkete sunduğu projelerini, daha dosyaların kapağını bile açmadan sumen altı ediyordu. Âdem artık ona söylenen yalanların hiçbirini yutmayacaktı. Kurulun en kısa zamanda toplanmasını ve son projesinin neden kabul edilmediğinin kendisine gerekçeleriyle birlikte, yazılı olarak-şifahen değil- bildirilmesini istiyordu.
Patron dehşetle kalakaldı, hayrete düşmemişti, daha çok ürkmüşe benziyordu. Her zamanki bahanelerini sıralamadı; Âdem’in sözünü kesip “Ne uzatıyon birader; çık dışarı,” bile diyemedi. Onu ürküten, Âdem’in söylediklerinden çok bakışlarında gördüğü başka; bambaşka bir şeydi. Normal insanların kül renkli donuk gözlerinin aksine Âdem’in göz bebekleri-virüs kapmış o göçebelerin gözleri gibi kızıl renkte bir alevle-tutuşmuş yanıyordu. Âdem onlardan biriyle temas etmişti demek ki, üstelik hastalandığının da farkında değildi besbelli. (Yoksa hangi aklı başında insan yöneticisinin odasını basıp ona kafa tutardı?) Âdem’in alev alev yanan yüzüne bakılırsa durum patronun sandığından da ciddiydi. Belki Âdem de o hainlerden biriydi; hatta ve hatta niyeti virüsü diğerlerine bulaştırmaktı. Patron aşısını olup önlemini almıştı çoktan; ama yine de ne olur ne olmaz diye gözlerini kaçırdı Âdem’den, aklından geçenleri belli etmemek için de sırıttı. Birkaç saniye ne diyeceğini ve daha sonra ne yapacağını düşündü. “Aman canım, bana ne?” diye geçirdi içinden. “Bulaşmışsa bulaşmıştır, tasası bana mı düştü, onu da başkası düşünsün. Ben şimdi başımdan def edeyim de şunu…”
“Ta-mam, ta-mam,” diye kekeledi. Yutkundu. “Kurulu toplayacağım. “Hem de hemen…Toplanır toplanmaz projeyi tekrar gözden geçirip…”
Âdem acıyarak baktı yüzüne patronunun. Sanki ilk kez şimdi görüyordu onu. Adam gözlerini yere indirmiş, sapır sapır titriyor, odadan çıkması için yalvarıyordu. Birdenbire bütün öfkesi yatıştı Âdem’in. Bunca zaman ne kadar gereksiz şeyler için üzüldüğünü düşünürken patronunun dediklerini duymadı, gevelenmesinin bitmesini dahi bekleyemedi, arkasını döndü; kapıyı açıp çıktı dışarı. Koridordan merdivenlere doğru yürürken, bir zamanlar çok yakın arkadaş olduğu Enver, selam vermeden, yanından geçip gitti. Kalbi üzüntüyle burkuldu Âdem’in. İçinde uyanan buruk hissi fark etti. Son zamanlarda ne kadar değiştiğini düşündü. Artık duygulanabiliyordu; duygularını fark ediyor, fark etmekle kalmayıp her birini teker teker adlandırıyordu. Eskiden olsa hiç kafasına takmazdı Enver’in selam vermeyişini. Arkadaşlık başta olmak üzere hiçbir yakınlaşmaya inanmazdı. Multimedyadan tanıştıklarıyla ilişkileri sanal yazışmalardan ibaretti. Hiçbiriyle yüz yüze görüşmüyordu. Bir yıldır devam ettiği Duygulanım Merkezinde en son yapılan Bayram Ziyareti simülasyonunda katılımcılardan birinin önüne eğilip, “Ver elini öpeyim amca!” demesiyle birlikte elektrik çarpmış gibi zıplayışı aklına gelince yüzüne bir sıcaklık yayıldı. Oturumu yöneten; kulağına eğilip, “Siz de ‘Berhudar ol evladım,’ diyeceksiniz Âdem Bey.” diye fısıldamıştı. Bir kahkaha attı. İşte böyle rahat rahat, açık açık gülebiliyordu artık.
Kulağındaki alıcı arka arkaya iki kez bipledi. Tarayıcıyı açtı Âdem. Bildirim kutusu seksen mesajla dolmuştu. Kişisel görüşmeler aplikasyonunun ışığı yeşil yeşil parlıyordu ama daha acil bir durum vardı; şirkete ait posta kutusuna gelen son mesaj kırmızıydı. Âdem sağ gözünü kırpıp, “Oku!” dedi. Elektronik okuyucu;
“Sayın Âdem Cumalı!” diye başladı okumaya mesajı. “Şirketimizin içinde düştüğü mali sıkıntılar sebebiyle, son zamanlarda…”
“Geç, geç!” diye söylendi Âdem. “Ne olursa olsun, palavralarımızı yine de sıralayacağız diyorsunuz yani. Ama çok sıkıcı! Geç!”
Elektronik okuyucu bıcırdayarak mesajın sonuna doğru kaydı.
“İşinize son verildiğini bildirmekten üzüntü duymaktayız. Özgüven şirketi Genel Müdürü…”
Âdem okuyucuyu kapattı.
“Niye şaşırmadım acaba?” dedi kendi kendine. “Zahmet etmeseydiniz yahu; ben zaten istifa etmiştim.” Bunu patrona söyleyip söylemediğini düşünerek binadan çıkıp böceklerin dizili olduğu park yerine doğru yürüdü.
“Bildirim mesajları yüz on oldu!” dedi kulaklığın elektronik sesi.
“Tamam, tamam, bakıyorum,” dedi Âdem. Gözlerini iki kere kırpıp, gelen bildirimleri açtı. Bir gazeteciyle ilgiliydi bildirimler. Şehir halkı yorumlarla, gazeteciyi çiğ çiğ yemeye başlamıştı bile. İkinci haber bir oyuncunun yeni başlayan dizisinin lansmanı hakkındaydı.
“Hepsini sil!” dedi Âdem. “Mesajları ve bildirimleri sil!”
Kulağında incecik bir cızırtı yükseldi, bir taşın suya düşmesi gibi bir “plop” sesi çıktı sonra.
Âdem, bir ferahlama hissiyle doldu. “Bütün uygulamaları sil!” dedi.
“Emin misiniz?” dedi multimedya alıcısı elektronik sesiyle.
“Eminim, eminim! dedi Âdem. Kahkaha attı- evet kahkaha attı; ne acayipti, değil mi-kahkahalarla gülüyordu artık. Böceğin kumandasına bastı. Kapı açıldı.
“Hatta, son kararım!” dedi. Kaşlarını çatarak bir an durdu. “Sanırım söylemedim,” diye ekledi böceğe binerken.
“Komut anlaşılmadı!” dedi elektronik kumandanın sesi.
“Sana demedim!” dedi Âdem. “Sanırım istifa ettiğimi patrona söylemedim.”
“Lütfen gitmek istediğiniz istikameti daha açık olarak belirtiniz.”
“Evim, evim!” dedi Âdem. “Evim, evim, güzel evime gideceğiz.”
Böcek komutu algılar algılamaz derhal hareket etti, vızıldayarak kalkıp havalandı.
Trafik, iş çıkış saati olmamasına rağmen her zamankinden daha yoğundu. Parlak kırmızı, fosforlu yeşil, bal köpüğü renginde birçok böcek uçuşarak sağından solundan geçtiler. İçindekiler, kumandayı otomatik böceğe devretmiş, multimedya alıcılarının içine düşüp kendilerinden geçmişlerdi. Hepsinin yüzleri soluk gri bir renk almış, gözleri uzaklarda bir yerlere doğru sabitlenmişti, akılları zapt edilmiş, uzaktan kumanda edilen robotlara benziyorlardı. Eşek arıları timi yüksekçe bir binanın yakınlarında durmuş, antenlerini titreterek, iri gözlerini çevire çevire gelen geçene bakıyorlardı. Âdem evinin olduğu gökdelenin önüne geldiğinde, garajın kumandasına bastı, kapı açıldı, böcek içeri sokuldu. Garajdan çıkıp, asansöre doğru yürürken multimedya alıcısı arka arkaya öttü, arkasından üç kere titredi. Bütün sosyal medya hesaplarından bildirim üstüne bildirim yağıyordu. İlkini açtı. Karısıyla ilk çıktıkları tatilde çektirdikleri fotoğraflar gözlerinin önünde akmaya başladı. “Ruhum… Kalp ağrım… Yürek pompam… Ezelim… Ahirim…” diye yazmıştı karısı fotoğrafların altına ve eklemişti: “Doğum günün kutlu olsun sevgilim!”
Karısının mesajı yüzlerce kez beğenilmiş, onlarca kez paylaşılmıştı. Binlerce yorum yapan akrabaları, tanıdıkları; herkes Âdem’i ne kadar çok sevdiğinden bahsediyor, ona ailesiyle birlikte sağlıklı, mutlu ve uzun bir hayat diliyordu. Âdem hemen hemen hiçbirini uzun zamandır görmediğini, telefonda dahi beş dakikacık olsun konuşmadığını geçirdi içinden. Gülümsedi. Her yerinden akıl taşan multimedya aletine baktı. Bıkkın hissetti kendini. “Azıcık daha,” diye mırıldandı. “Biraz daha… Yarım saat daha sıkıver dişini.” Gözlerini kırpıp multimedya alıcısını kapattı. Asansöre binip elli dokuzuncu kattaki dairesine çıktı. Elini kapının koluna doğru uzattı. Kapının kolu maviye döndü. Kapı yana doğru kayarak açıldı. Karısı salonda, pencere kenarındaki kanepeye oturmuş, kucağındaki büyük ekran multimedya cihazına bakıyordu. Âdem’in alıcısı bipledi.
“Hoş geldin,” dedi karısının sesi alıcıdan çıkarak.
“Ama ben buradayım!” dedi Âdem mikrofon tuşunu basılı tutarak devam etti. “Hoş geldini bari bana söyleseydin! Yüzüme!” Tuşu bıraktı.
“Canım,” dedi karısı alıcıdan, “canın çıksın” der gibi. “Gene başlama! Kırk yılın başında hengaut yapıyorum şurada. Burnumdan getirme lütfen.” Sesi soğuk soğuk, çıtır çıtır kırıldı. Kelimeler ağzının içinde kırık buz parçaları gibi geziniyordu.
“Derdim o değil ki!” dedi Âdem. Salondan çıkıp oğlunun odasına doğru yürümeye başladı. Alıcı tekrar bipledi. Âdem mikrofon tuşuna basıp,
“Dinliyorum,” diye fısıldadı.
“İyi misin?” diye sordu karısı.
“İyi olmamam için ne sebep var?” Tuşu bıraktı.
“Sen iki gün öncesine kadar böyle şeyleri dert etmezdin de o yüzden soruyorum.”
Âdem mikrofon tuşuna basıp, “İyi değilmişim demek ki!” dedi.
“Ne!” dedi karısı sertçe.
“Aklım başımda değilmiş yani. Asıl o zamanlarda dert etmeliymişim bunları.” Mikrofon tuşundan parmağını çekip bekledi. Alıcı biplemedi. Karısı susmuştu.
Âdem koridorda yürüyüp oğlunun odasının önüne geldi. Çalmak için kolunu kaldırdığında, karısının birdenbire yükselen sesiyle birlikte duraladı.
“Ne diyorsun sen?”
Arkasını döndü Âdem. Karısı salonun kapısında durmuş ona bakıyordu. Multimedya alıcısını koltuğunun altına sıkıştırmıştı. Âdem’in yüzünü görür görmez boş bulundu, irkildi ve kendini geriye doğru çekti.
“Ne diyorum?”
“Göz…lerin…Göz…lerin…” dedi karısı.
“Bir çığlık…Bir yaralı haykırış…Gözlerin bu gece çok uzaktan geçen bir gemi…” diye mırıldandı Âdem.
Karısı bir çığlık attı. Neredeyse koltuğunun altına sıkıştırdığı alıcıyı düşürüyordu.
“Âdem!” diye bağırdı. “Beni korkutuyorsun ama… Ne bu şimdi?”
“Bağırma, çocuk korkacak’ diyeceğim ama, o zaten şimdi oyuna dalmıştır, duymaz nasıl olsa,” dedi Âdem. Gülümsedi karısına. “Korkacak bir şey yok. Sadece şiir okuyorum.”
“Şiir mi okuyorsun?” dedi karısı korkuyla. “Hem de yüzüme!”
“Evet! Ne olmuş?”
“Olmuş!” dedi karısı endişeyle. “Sana bir şeyler olmuş!”
“Ama sen başlattın!”
“Neyi ben başlattım?”
“Şiiri!”
“…”
“Gözlerin dedin ya… Aklıma şiiri geldi. Bugünlerde böyle…Aklıma hep şiirler geliyor. Seni ilk gördüğümde şiirler okuyasım gelmişti. Sanki uzun zamandır tanıyordum seni, sesini önceden görmüştüm, yüzünü biliyordum. Seni tanımadan önce nasıl biri olduğumu unutmuştum, aradığım kelimeleri bulmuştum, cümlelerim tamamlanmıştı. Bir anı bile sensiz geçiremem sanıyordum. Meğer benim vaz geçemediğim hayatmış, hayat; gerçek hayat. Çocukların oynarken dizlerinin kanadığı, toprakla uğraşırken ellerin nasır tuttuğu, saçların rüzgârla savrulduğu, gözlerin güneşin ateşiyle yandığı bir hayat. Şiirsiz bir dünyada nefes alamıyorum ben artık.”
“Âdem?”
“Efendim?”
“Bana doğruyu söyle!”
“Peki!”
“Sen…Sen iyi olduğuna emin misin? Gerçekten?”
“Hiç olmadığım kadar!”
Karısı koltuğunun altına sıkıştırdığı alıcıyı aldı, göğsüne bastırarak baktı.
“Şu…Şu göçebeler var ya?”
“Hangi göçebeler?”
“Canım…Biliyorsun işte…Hani şu kanun kaçakları…”
“Kitap insanlardan mı söz ediyorsun?”
“Ay!” dedi karısı ürkerek. “Adları batsın! Hayır, tabii ki onlardan söz etmiyorum.”
“Kırlarda yaşayanları diyorsun o zaman?”
“Evet, şehirden kaçıp sefil karavanlarında yaşayanları diyorum.”
“Eee, ne olmuş onlara?” diye sordu Âdem. Artık sıkılmaya başlamıştı. Bu duygu da yeniydi onun için ve fakat artık ayırdına varmıştı. Dudaklarında kıvrılmakta olan gülümsemeyi bırakıverdi. Artık hiçbir şey saklamak istemiyordu. Karısının yüzü epeyce karışmıştı artık, kaşları alnından yukarılara doğru tırmanıp saçlarının arasında kaybolmuştu.
“Son zamanlarda duvarın kenarlarında dolaşanlar görülmüş. Onlardan biriyle temas etmiş olabilir misin acaba?”
Âdem birden karısıyla ayak üstü, birkaç cümlecik de olsa, bayağı bayağı sohbet etmekte olduklarını fark etti. Ama her an durumdan sıkılıp içeri kaçabilirdi karısı; konuşmayı da multimedya alıcısıyla devam ettirebilirdi. Âdem en azından o zamana kadar bu durumun tadını çıkarmak, anı mümkün olduğu kadar uzatmak istedi.
“Eee, nereden belliymiş göçebelerden oldukları? Belki de yiyecek arayan evsizlerdir.”
“Hayır, değillermiş. Öyle olsa belli olurdu. Bunların gözleri alev alev yanıyormuş.” Yüzünü tiksintiyle buruşturdu. “Hem de ne yanmak; virüslü virüslü. Çok neşelilermiş, aşırı, hem de gereksizce…Sinir bozacak kadar tasasız kahkahalar atıyorlarmış.”
“Kahkahalar ha?”
“Kahkahalar ya! Sen de şaştın, gördün mü? Eşek arısı timleri sokarak etkisiz hale getirmiş birkaçını; yüzleri hemen normale dönmüş, soluk gri renklerini almış ama yine de ne yazık ki, kaçanlar da olmuş diyorlar.”
“Hayır canım,” dedi Âdem sakin bir sesle. “Onların hiçbiriyle karşılaşmadım.” İçi sevinçle titredi. Hiçbir şeyi saklamamak, doğruyu söylemek ne kadar güzeldi. Sevinçten bağırmamak için kendini zor tutuyordu. Gözlerinin artan alevi karısının dikkatinden kaçmamıştı. Kadın elini gözlerine siper ederek, kuşkulu kuşkulu;
“Bir tuhaflık var sende…” diye mırıldandı. “Nereden…Nasıl…Bilemiyorum ama…” Sonra-kondurmak istemiyordu, hayır, hiç istemiyordu ama-dudakları titriyordu.
“Virüs mü kaptın yoksa?”
Âdem bir şey demedi; o sırada aklından çılgınca düşünceler geçiyordu. Karısının koltuk altına kıstırdığı multimedya alıcısını söküp atmak, karısını yatak odasına götürmek…Göğsü heyecanla inip kalktı. Nefessiz kaldı. Toparlanıp derin bir nefes çekti içine. Karısını yatağın üstüne oturtmak…Derin derin çekti nefesini. Yanına oturmak…Saçlarını okşamak…Gözlerine bakmak…Üzerindeki her şeyi, bütün giysilerini, örtülerini, maskelerini birer birer söküp atmak…Ona her şeyi…Bütün çıplaklığıyla…Uzun uzun anlatmak…
Kadın Âdem’in bakışlarını, gözlerinde tutuşan kızıl meşaleleri gördü, görür görmez tiz bir çığlık daha attı. Hızla salona girdi, kaşla göz arasında kapıyı kapattı. Salon kapısının otomatik anahtarı tıkır tıkır tıkırdayarak döndü. Döndü, oğlanın kapısını tıklatıp bekledi. Birkaç kere tıklattı, kapıyı açtı. Oğlu masasında oturuyordu. Önündeki büyük ekran multimedya alıcısından yüzüne rengarenk ışıklar yansıyordu. Âdem’in içeri girdiğini fark edince, kolunu hızla kaldırıp indirdi, gözleri tekrar ekrana kilitlendi.
Âdem, oğlanın yanına geçti, ekrana doğru baktı.
“Nedir bu?”
“Eşek arıları filosunun başkanı.”
“Yani?”
“Öfff! Benim işte baba ya! Sorup durma!”
Ekrandaki eşek arıları filosunun başkanı, yani Âdem’in oğlu, önündeki paçavralar giymiş, ayakları çıplak bir halde delirmiş gibi kaçan uzun saçlı birine doğru yaklaştı, vızıldaya vızıldaya uzandı. Burnundan çıkan incecik bir iğne önündekinin boynuna saplandı, kaçan birdenbire hareketsiz kaldı.
“Peki bu soktuğun kim?” diye sordu Âdem.
“Kitap insan!”
“Vaaay! Kitap insan ha! Oyunu da çıkmış hemen!”
“Oooo! Eskidi bile. En son sekizinci versiyonu çıktı. Bir hafta önce.”
“Bilmiyordum.”
“Sıkıntı yok!”
“Ne yaptı ki sana? Niye soktun ki şimdi onu?
“Niyeti virüsünü bulaştırmaktı. Yüzüme karşı kitap okudu! Ama ben çoktan koruyucu kulak tıkacımı ve gözlüğümü takmıştım.”
Ekrandaki eşek arıları timinin başkanı-yani oğlu, kendi öz oğlu-çıldırmış gibi vızıldayarak gökyüzüne doğru yükseldi. Ekran birden parçalara ayrıldı, sol üst köşede bir harita belirdi. Genişledi, üzerindeki tarlalar belirginleşti, bazı bölgelerde kımıl kımıl hareket eden birtakım şekiller ortaya çıktı.
“Onlar ne?”
“Virüslüler,” dedi oğlan donuk bir sesle. Yüzü solgun gri bir renk almıştı, en ufak bir kırmızılık yoktu. “O yüzden kaçtılar ya şehirlerden. Şimdi sefil bir hayat yaşıyorlar. Minicik kulübelerde. Elektriksiz, internetsiz… Oğlan tekdüze bir sesle anlatıyordu. Bir ara heyecanlanır gibi oldu. “Düşünebiliyor musun baba? İnternetleri bile yok. İstemiyorlarmış. Multimedya alıcılarını şehirde bırakmışlar. Yağmur sularını biriktiriyorlarmış, güneş enerjisini kullanıyorlarmış ama para kullanmıyorlarmış. Salaklar! Tam bir pislik hepsi. Şimdi hepsine sokacağım!”
Ayrılık zamanı gelmişti artık; oğlan bir kere bile yüzüne bakmamıştı. Üzülse mi sevinse mi bilemiyordu Âdem. Vedasını sessizce geçirdi içinden, oğlunu kucağına aldığı, kuş kadar kalbinin atışını hissettiği o ilk anın hatırına. Odadan çıktı. Kapı kendiliğinden kapandı.
Âdem mutfağa gitti. Multimedya alıcısını kulağından çıkardı. Alıcı iki kere öttü, bir bildirim daha gelmişti. Açıp baktı. Karısı bir fotoğraf paylaşmıştı yine. Çok eski zamanlarda kalmış bir evin penceresi. Pencerenin önüne margarin tenekeleri sıralanmış. Tenekelere rengarenk çiçekler ekili.
“Bitmiş yoğurt kaplarına çiçek ekilen bir çağda yaşamak isterdim,” diye yazmıştı karısı fotoğrafın altına. “Her şeyin mükemmel olmadığı bir çağda.”
Fotoğrafı bin beş yüz kişi beğenmiş, yedi yüz elli kişi birbirine göndermiş, üç yüz kişi paylaşmıştı. Fotoğrafın altına eklenen yorumlarıyla iki yüz seksen kişi, böyle bir evde yaşama özlemlerini dile getirmişlerdi.
Sonra o bin beş yüz kişi ve dört tarafı duvarlarla çevrili şehirlerde ve gökdelenlerde yaşayan soluk gri benizliler, virüs kapıp şehirden kaçanlar gibi olmadıklarına, onlar gibi çılgın kahkahalar atmadıklarına şükrederek yataklarına çekildiler. Eşek arısı timleri şehirdekilerin gözlerinin parlamasına engel olmak için vızır vızır dolaşıyorlardı gökyüzünde. Virüs kapanları sokarak normale döndürmeye, kaçanları etkisiz hale getirmeye hazır halde bekliyorlardı.
Âdem multimedya alıcısını masanın üzerine bırakıp daireden çıktı. Asansöre binerek zemin kata indi. Gökdelenin güvenlikli kapısından geçti. Yoldan aşağı doğru ağır ağır, kırlara, kitap insanlara ve göçebelere doğru yürüdü. Artık onlarla yaşayacağını düşündükçe heyecanlandı, hızlı hızlı yürümeye başladı. Kendisi gibi şehirden kaçıp kırlara doğru yürüyenlerin nefeslerini hissediyordu havada. İçi tazecik bir helecana kapıldı, tertemiz hissetti.
Yarın yaşamaya başlamasının birinci günüydü.
*: Bu öykü, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 adlı romanının devamı gibi yazılmıştır.
- Memed’in Hayalde Gördüğü - 1 Ekim 2020
- İki Buçuk Lira - 1 Ağustos 2020
- Dungana’nın Kargışı - 1 Mayıs 2020
- Birinci Gün - 1 Nisan 2020
- Exlibrisin Gizlediği - 1 Mart 2020
Merhaba @Lightsky
Öykünü o kadar çok beğendim ki! Tadı damağımda kaldı, Fahrenheit 451’i okumadım ama bu öykünden sonra okuyacağım.
Kurgun çok anlamlıydı, seçtiğin kelimeler, cümlelerin ve karakterlerin, hepsini beğendim. Bu kadar derinlik sade bir öykü formatında ancak böyle anlatılabilirdi.
Bu ve bundan sonraki gelen paragraflar, o kadar güzel özetlemiş ki. İronik gerçekçi, ağlanacak halimize gülüyoruz.
Eline sağlık, çok keyifliydi.
Merhaba @Muge_Kocak,
Değerli katkın için teşekkür ederim.
Fahrenheit 451’i okuyacağına çok sevindim. Benim damağımda da onun ironik tadı kaldı. Bradbury’nin o güzel aklına ve öngörüsüne bir kez daha hayran oldum. Bu vesileyle anısını kucaklamak istedim.
Sevgilerimle.
Not: Öyküden yaptığın alıntı bir fotoğraf altına yazılmıştı. Yani gerçekten bir alıntı.
Merhaba Nurgok
Çok beğendim oykunu. Basariyla olusturdugun karakterini, iç dünyasını, değişimini, değişimin yarattığı endişeleri çok güzel, çok doyurarak vermişsin.
Ellerine sağlık.
Sevgiyle🙏
Merhaba @gayekcelik,
Çok teşekkür ederim.
Sevgiyle.
Merhaba @Lightsky
Mahvettin beni o son notla öncelikle… Heyecandan titriyordum Fahrenheit 451’den bahsetmek için ama mahrum ettin beni o zevkten Göçebe bulamayan eşek arısı gibi oldum.
Şaka bir yana bu öyküyü okurken onu okurkenden daha fazla zevk aldım. Belki bu dönemin ekranlarını gerçekten internetten yaşadığım içindir. Ama bence zanaatin de etkisi büyük. Mükemmel bir ritim vardı öyküde bence. Karakterler çok iyi ayrılmıştı. Ses efektleri çok güzeldi. Duygu çok yerindeydi. Fahrenheit’ta ismini unuttuğum ezilen o kızın yerini kayıp bir evliliğin tarihçesi, kucağına aldığın minik bir canla yabancılaşma almıştı.
Ve karşı cinsin psikolojini çok iyi anlatmışsın. İç ses, biraz da olsa yazarın cinsiyetine kayabiliyor normalde.
Korporasyon sorunları, göçebe ve ilk gününü yaşayan Adem metaforlarını da es geçmeyeyim…
Çok güzel bir öykü okuttun bize.
Çok teşekkürler…