Öykü

Çöküşün Kokusu

Tencereye düşmüş ve kavrulmuş kedinin hikayesini anlatacak kimse yoksa böyle bir kedi hiç var olmamış demektir.

Heisenberg Çöküş Teorisi

Dilenci her zamanki kirli yüzü ve yırtık eldiveniyle çöp kutusunun kenarında uyuyordu. Gözleri tüm görünüşüne ters bir şekilde aristokrattı. Yanından geçerken her gün söylediği saçmalıklardan birini söyledi yine.

“Farangus geliyor. Çöküşün kokusu yakında buralara ulaşır.”

Eve yürüdüm. Sonunda ulaştığımda günün yorgunluğunu üzerimden atarcasına silkindim.

Bilinçli bir televizyon izleyicisi bir zaping manyağına uzaktan kumandanın emanet edilmemesi gerektiğini bilir. Bu yüzden yalnız olmadığım zamanlarda asla kumandaya elimi sürmem. Neyse ki o gün yalnızdım. O sihirli yönetici benim kontrolüm altında olabilirdi.

Mutfağa gittim. İşlerimi halledip döndüm.

Kanalları değiştirdikçe kan akışım hızlanıyordu. Bir haber bülteni görüyor ve düğmeye basıyordum, böylece bir kadın programının tam ortasına düşüyordum. Sonra bir belgesele beş saniyeliğine uğruyor, zengin kalkışı yapıp bir çizgi filmi ziyarete gidiyordum.

Mutfaktan makarnanın enfes kokusu gelince kumandayı bıraktım. Bir film açık kaldı böylece. Siyah beyaz bir filmdi. Ancak çok eski bir film gibi değildi. Tam mutfağa gidecekken merakıma yenik düşüp biraz izlemeye karar verdim.

Kamera hafif yukarıdan bir masayı çekiyordu. Bu, üzerine kareli desenli bir örtü serilmiş ahşap bir masaydı. Karşılıklı iki sandalyede farklı cinsiyetlere sahip iki insan oturuyordu. Aşağı yukarı aynı boyda oldukları anlaşılıyordu.

İki oyuncunun benzer ceketlere sahip olduğunu görebiliyordunuz. Ancak ceketleri giymemişlerdi. Sandalyelerinin arkasına asmışlardı.

Masanın üzerinde bir kül tablası haricinde başka bir şey yoktu. Kafenin –ya da her neredelerse oranın- kalan kısmı kameranın görüş açısına girmiyordu.

İkisi de ellerini ceplerine götürüp çakmaklarını çıkardılar. Sonra bunu sigara paketleri izledi. Bir dakika sonra ikisinin de ağzından duman yükseldi. Kameranın olduğu bölüme kadar geldi duman. Görüş kalitesini bir süre bozdu. Sonra görüntü tekrar netleşti.

Görüntünün netleşmesiyle birlikte iki oyuncunun da ayağa kalkmış olduğu görüldü. İkisi de elinde bir tabanca tutuyordu. Birbirlerine nişan aldılar. Her nasılsa iki silah da aynı anda ateş aldı. İki oyuncu aynı anda masanın üzerine yığıldı. Oysa arkaya düşmeleri gerekirdi.

Bu sahneyi görünce, “Ne boktan bir film.” dedim. Ancak hala mutfağa gidemiyordum meraktan.

Sahneye garsonun girmesini bekledim. Ancak kimse girmiyordu. Masanın üzerine yığılmış iki ceset ve kül tablasından kalkan cılız duman. Sahne sabitlenmişti.

Arkamı dönüp mutfağa doğru yürüdüm. Makarnayı hazırladım. Sosunu çok güzel yapmıştım bu sefer. Üzerine yayarak döktüm. İçecek olarak buzdolabından portakal suyu aldım.

Odama gelince bunları koltuğumun önündeki sehpaya koydum. Koltuğuma oturup yemeye başladım. Tüm makarnaya yaydım sosu çatalımın yardımıyla. Kırmızılaştı. Portakal suyunun içindeki taneciklere baktım. Sonra bir yudum aldım. Taze sıkılmıştı. Suratım ekşidi.

Televizyonda hala aynı sahne vardı. Sonra bir adam girdi sahneye.

“Sonunda!” dedim. Ağzımda makarna olduğu için sesim çok boğuk çıkmıştı.

Dediğim gibi bir adam sahneye girdi. Ellerini havaya kaldırdı. Sonra çaprazlamasına sallayarak “bitti” işareti yaptı.

“Kestik.” dedi.

Sonrasında oyuncuların kalkıp sahneyi terk etmesini bekledim. Ancak onlar hala masanın üzerine yığılmış yatıyorlardı. Kafalarından kan sızıyordu. Bunun bir efekt olmadığını ve ikisinin gerçekten öldüğünü hissettim. Yönetmen ise hala orada durmuş kollarını çaprazlama sallıyordu.

“Garson nerede?”

Bu soruyu soran adam kameranın görüş açısında değildi.

Yönetmen sağa döndü.

“Ne garsonu be? Neden bahsediyorsun sen?”

“Silah sesine koşması gereken garsondan bahsediyorum. Ve bir de şu ortalığa kaçışması gereken diğer müşteriler var tabi.” Adamın sesi bir yerlerden tanıdık geliyordu.

Yönetmen cevap verdi.

“Bu film bitti güzelim. İkisi öldü ve bu filmde sadece ikisi vardı zaten.”

Diğer adam kameranın görüş açısına girdi. Yüz ifadesi şaşkınlık ve kızgınlık izleri taşıyordu.

“Olur mu hiç böyle son! Bu resmen çöküş! Umut vaat etmeyen bir son. Kimse bunu istemez.”

Yönetmen adamın omzuna elini koydu. Bu sırada omzuma baktım ben de. Sanki birisi ellerini benim omzuma da koymuştu. Ürperdim. Mutfaktan bir koku geliyordu. Bir kedinin kaynayan sütle dolu bir tencereye düştüğünü hayal ettim. Bu onun kokusu olabilirdi ancak.

Yönetmen konuştu.

“Bizim istediğimiz şey, çöküşü anlatmak zaten. Yani dünyanın en zor işini yapmış oluyoruz. Yapamasak da. Çöküşün olduğu yerde koyu umutsuzluk da kol gezer. Ya da dur bir dakika yanlış söyledim. Umutsuzluk yoktur çöküşte. Çünkü çöküşün yanında sadece çöküşün kendisi kalır. Çöküşü anlatmak istesek de ancak ona benzeyen bir şeyi anlatmış oluruz.”

Cevaptan tatmin olmuştuk. Asmalar kuruduğunda çöküş olmazdı, çünkü onları anlatacak bir hikayeci kalırdı geriye.

Koku dayanılmazdı. Yani iyi anlamda ve kötü anlamda dayanılmaz. İştah açan ve kusturan bir bütün; sessizlik ve koku, filmin bitişini haber veren “son” ifadesi, gülümseyen tabakta kalmış makarna parçaları. Tabii ki tencereye düşen kedinin tüylerinin kavruluşu kokunun en baskın yerine ilham veriyordu.

Mutfağa gittim. Kocaman bir kepçe buldum malzemelerin arasından. Tencereye daldırdım. Beyazlığın arasında yitip gitmişti ovallik. Koku artarak burnuma geliyordu. Kepçeyi geri çektim. Islanmış tüyleri bile yoktu. Kavrularak yapılmış süt banyosu çöküşün iğrenç bir oyunu gibiydi.

Dışarı çıkmalıydım. İnsanoğlu çöküşten kaçışı hep dışarıda aramıştı. Ben de öyle yaptım. Gecenin serinliğine daldım. Ancak koku gitmiyordu. Kurtulamıyordum.

Dilenci oradaydı. Yatıyordu. Ölmüştü. Kulakları yoktu.

Sessizlik ve koku; çöküşün kokusu.

Yukarı baktım. Karanlığın içinde Farangus yaklaşıyordu. Onun Farangus olduğunu nasıl anladım? Belki içgüdüler sandığımızdan daha kuvvetlidir.

Dilenciye baktım. Kulakları yoktu.

Sonra kendi kulaklarım yerinde mi diye kontrol ettim. Kulaklarım erirmiş gibi ellerimden kaydı.

Yukarı baktım. Farangus dibimdeydi. Dibi düşer gibi bakan dev bir fareydi. Süte düşmüş kedi gibi kokan ve uçabilen bu fare tarafından öldürülecektim.

Tek umudum vardı. Farangus’a seslendim.

“Bari hikayelerimizi anlat. Çöküşe izin verme.”

Gözlerine bakınca anladım. Anlatmayacaktı. Çöküşün kokusu burun deliklerimi yok etti.

Mümin Can

Mümin Can 89’un Mayıs’ında Kahramanmaraş’ın bir köyünde dünyaya geldi. Aslen Karamanlı olup şu günlerde eğitim uğruna Ankara’da takılmakta ve Kimya Mühendisliği bölümünü bitirmeye çabalamaktadır. Öyküler, şiirler yazmaya uğraşır, rock’n roll dinler, film izler, futbolla alâkadardır. Değişik coğrafyalardan bahseden, insanı hayal gücünün rıhtımından alıp düşlerin fırtınalı denizinde maceradan maceraya koşturan kitapları sever, sayar.

Çöküşün Kokusu” için 4 Yorum Var

  1. Selamlar;

    Okumak için ancak vakit buldum, kusura bakmayın. Oldukça enteresan bir hikayeydi. Özellikle televizyon sahnesi ve yönetmen ile ilgili kısımlar merakımı ve ilgimi hayliyle kabarttı. Sonu birazcık sönük kalmış yalnız. Yine de keyif aldım okurken.

    Teşekkürler…

  2. Genel olarak benim de beğendiğim hikayelerden birisi oldu. İçinde “Çöküşün olduğu yerde koyu umutsuzluk da kol gezer.” gibi bir cümle barındırması ayrıca hoş olmuş. Tabii aslında böyle olmadığını daha sonra belirtmesi ve buradan yola çıkarak “çöküş”e mana kazandırması daha da bir enterasan kılmış hikayeyi.

    Bir solukta okunacak sorgulayıcı öykülerden… Kalemine sağlık.

Mümin Can için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *