Öykü

Dönüşüm

Yarım saate yakın bir süredir telefonla konuşmaya devam ederek koridorda dolanan İlkan, nihayet odaya geri dönebilmişti. Oldukça heyecanlıydı. Bilgisayarının başında kahvesini yudumlamaya devam eden kuzenine baktı, “Arif.” dedi, “En son ne zaman yurt dışına çıkmıştın?”

Arif kaşlarını çattı, sabahın köründe pek de beklemediği bir soruydu bu. “Anlayamadım.” dedi.

“En son, diyorum, ne zaman yurt dışına çıkmıştın?”

“Ne bileyim? Bir sene olmuştur herhalde. Neden soruyorsun?”

Elindeki telefonu havaya kaldıran İlkan, “Beklediğim telefon geldi.” dedi, “Gael bizi çağırıyor. Hani sana bahsetmiştim ya.”

Arif hafızasını zorluyordu. İlkan’ın bu üstü kapalı konuşmaları gerçekten de yorucu olabiliyordu, bilhassa henüz ayılamamış bir bünye için. “Biraz daha açık konulabilir misin?” dedi, “Henüz uyanmaya çalışıyorum da.”

“Uzun uzun konuşmaya gerek yok.” dedi İlkan, “Akşama yola çıkıyoruz. Git ve hazırlığını yap.”

“Nereye gidiyoruz İlkan?”

“Avustralya’ya”.

Arif omuz silkti, “Kafan mı güzel İlkan? Ne Avustralya’sı? Sabah sabah ne içiyorsun?”

“Yahu ne içmesi? Hayatının fırsatını sunuyorum sana. Biletlerimizi aldım bile. Gece yola çıkıyoruz.”

Arif bir anda ayağa kalktı, “Sırası mı şimdi yurt dışı gezisinin?” dedi, “Tezimi bitirmeye çalışıyorum şurada.”

İlkan gülerek pencerenin yanına gelip dışarı baktı, “Sanırım şu bir ay boyunca sadece üç sayfa yazabildiğin tezinden bahsetmiyorsun, öyle değil mi?”

“Sen dalganı geçmeye devam et bakalım. Tez yazmak kolay mı sanıyorsun?”

“Bu seyahatimizden sonra tezinin konusunu değiştireceksin, merak etme. Üstelik bilim kurguyu da ayaklarının önüne seriyorum.” Bir süre durdu, “Yani… Biz onun ayağına gidiyoruz tabii ama kelimelere takılma artık. Senin için benzersiz bir tecrübe olacak. Tabii benim için de.” Sonra odasına dönüp kapıyı kapattı.

Arif bir müddet öylece monitöre baktı. İlkan’ın söylediklerini anlamaya çalışıyordu. Bilim kurgu derken? Ne demek istedi şimdi bu? Oyunculuk teklifi falan mı aldık yani? Hem de Avustralya’da? Tezinin konusunu değiştirecek kadar önemli olanın ne olabileceğini düşünüyordu Arif. Aklına hiçbir şey gelmiyordu. Tabii İlkan’ın ağzından laf almak da pek olanaklı değildi. Tam bir kapalı kutuydu İlkan. Umursamayıp da neler olacağını görememektense, kalkıp gitmek en iyisiydi. Dizüstü bilgisayarını kapatıp çantasına koydu ve hızla üst kata çıktı. Akşama kadar oyalandılar. Küçük bir bavulla tekrar aşağı inen Arif, kapıda bekleyen İlkan’a döndü, “Bunlar yeterli olur diye umuyorum.” dedi.

“Fazla bile olmuş.” dedi İlkan, “Pasaportunu aldın mı?”

“Aldım tabii.”

“Gidelim o hâlde.”

“Umarım beni boş yere dünyanın öbür ucuna sürüklemiyorsundur.”

İlkan cevap vermedi, sadece tebessüm etti. Hızla aşağı indiler. Taksi kapının önünde bekliyordu. Arif’in şaşkınlığı giderek artıyordu. İlkan her şeyi ayarlamış gibiydi. Taksi yoluna devam ederken Arif tekrar İlkan’a döndü, “Vize işlemlerinin en az on beş gün sürdüğünü biliyorum.” dedi, “Bu sorunu nasıl çözdüğünü söyler misin?”

İlkan tebessüm etti, “Üç haftadır bu iş için uğraşıyorum.” dedi, “Her şey halledildi.”

“Benimki de mi?”

İlkan omuz silkti, “Seni çağırdığıma göre?”

Arif kaşlarını çattı. “Başkası adına vize alınabiliyor muymuş?” dedi, “Bilmiyordum.”

“Kısa süreli seyahatlerde alınabiliyor.”

Arif başka bir şey sormadı. İlkan’ın dersine iyi çalıştığı belli oluyordu. Bir müddet sonra havalimanına vardılar. Uçağın kalkışına üç saat vardı. “Nereye peki?” dedi Arif, “Sydney mi?”

“Melbourne. Tasmanya Adası da hemen güneyinde kalıyor zaten.”

“Tasmanya Adası ha?” Arif somurtup sakallarını kaşıdı, “Aklıma pek de iyi şeyler gelmiyor ama neyse artık.”

“Endişelenecek bir şey yok. Keyfine bak sen.”

“Uyarmam gerek İlkan. Hiç avustralya dolarımız yok.”

“Senin yok.” dedi İlkan, gülerek, “Bende yeterince var.”

Arif kaşlarını kaldırdı, “Hataya yer yok diyorsun yani.” dedi.

“Kesinlikle.”

Uçaktaki yerlerini alıp seyahat başlayana kadar havadan sudan konuşmayı sürdürdüler. İstanbul’dan kalkan uçak, yirmi küsur saatlik bir seyahatin ardından Melbourne Havalimanı’na vardı. Yerel saat farkının sekiz olması, aydınlanmak üzere olan bir hava ile karşılaşmalarını sağladı. Fakat Arif kendinde değildi, yürümekte bile zorlanıyordu. Kuzenindeki tuhaflığı fark eden İlkan, “İyi görünmüyorsun.” dedi.

“Yok, yok, iyiyim.” dedi Arif, “Alt tarafı yirmi saat havada kaldık, neden kötü olayım ki?”

İlkan gülmekten alamadı kendini. Arif ise somurtarak baktı ama cevap vermedi. Bir müddet yürüdüler. Havalimanının dışında bir araç onları bekliyordu. Araçtan inen şoför yaklaşıp tebessüm etti, “İlkan Bey, değil mi?” dedi.

“Evet.” dedi İlkan, “Merhaba.”

“Arkadaşınız kim?”

“Kendisi kuzenimdir. O da araştırmacıdır.”

Arif kaşlarını çattı, Araştırmacı mı?

“Anladım. Hazırsanız gidelim.”

“Tabii.” dedi İlkan. Arabaya bindiler. Arif hâlâ toparlanamamıştı. Araba Melbourne sokaklarında güneye doğru ilerlerken, İlkan şoföre seslendi, “Önce yemek yiyelim ve biraz dinlenelim.” dedi. “Çok uzun bir seyahatti, fazlasıyla yorulduk.”

“Tabii İlkan Bey.”

Arif kaşlarını çattı, “Niye soldan gidiyor?” dedi.

“Avustralya burası Arif.” dedi İlkan, “Trafik soldan akıyor.”

“Ha, öyle mi? Her neyse, artık soru sormasam daha iyi.”

Şehir merkezine vardıklarında, sade bir kahvaltıyla karınlarını doyurdular. Yarım saat kadar dinlendiler ve yola devam ettiler. Bir süre sonra Melbourne Limanı’na vardılar. Şoför arabadan inip tekneyi işaret etti, “Tekne sizi adaya götürmek için bekliyor.” dedi. “Başka bir isteğiniz var mı?”

İlkan adamla tokalaştı, “Teşekkür ederim.” dedi. “Bundan sonrasını biz hallederiz.” Şoför başıyla onayladı ve arabaya binip uzaklaştı. Arif ise kuzenine merak dolu bir bakış attı, “Arkadaşın zengin birine benziyor.” dedi.

“Güçlü dostları var desek daha doğru.” dedi İlkan, göz kırptı. Tekneye bindiler. Tekne adaya doğru ilerlemeye devam ederken, Arif tekrar İlkan’ın yanına geldi, “Daha önce buraya gelmiş miydin?” dedi.

“Hayır.” dedi İlkan, “Ya sen?”

“Sadece Avrupa’ya gittim, iki kere Roma’ya. O kadar.”

İlkan cevap vermedi. Bir süre daha sessizce yol aldılar. Bu defa sessizliği İlkan bozdu, “Adaya vardıktan sonra biraz daha seyahat edeceğiz ama çok uzun sürmeyecek.” dedi, “Launceston’un doğusunda bir araştırma merkezine uğrayacağız. Tayene mi, Targa mı, öyle bir yer işte.”

“Araştırma merkezi mi?” Arif omuz silkti, “Ne var peki orada?”

İlkan güldü, “Garip hayvanlar var işte.” dedi.

Arif yine bir şey anlamadı, kaşlarını çattı, “Bak, İlkan, benimle açık konuş artık. Niye buradayız?”

“Geziyoruz işte Arif. Nedir bu merak?”

“İlkan!”

İlkan uzakta duran kaptana baktı, sonra Arif’e döndü, “Tamam, tamam.” dedi, “Sakin ol. Gael’i tanıyorsun. Sydney Üniversitesi’nde Erasmus yaparken tanışmıştım. Yıllar içinde arkadaşlığımız kopmadı.”

“Sonra?”

“Gael, burada gizli bir araştırma merkezinde görev yapıyor.” dedi İlkan, güldü, “Tabii araştırma merkezi dediğime bakma sen, kendi halinde bir grup insanın bir şeyler yapmaya çalıştığı öylesine bir yer burası. Muhtemelen devlet bile burayı bilmiyordur.”

“Ne gibi şeyler yapıyorlar peki?”

“Birtakım deneyler işte, her zamanki şeyler. Yani, bana anlattığı kadarıyla… Gael beni bir ay kadar önce de aramıştı. Bir ay sonra, yani bugün, daha önce hiç denenmemiş bir yönteme başvuracaklarını ve benim de olacaklara tanık olmamı istediğini söylemişti.”

“Böylece yeni hikâyeler yazabilmen için sana fikir verecek yani, öyle mi?”

“Ben bir yazarım, Arif. İlham veren, fikir veren her şeye giderim.”

“Kime çalışıyorlar peki? Amaçları ne?”

İlkan omuz silkti, “Bilemiyorum.” dedi, “Hiç sormadım.”

“Eğer doğru anladıysam, bunlar, hayvanların genleriyle oynuyorlar, öyle mi?”

“Sanırım evet.”

Arif başıyla onayladı, “İşte bu çok güzel.” dedi, “Canlıları tahrip edenlerden ilham alma fikrin gerçekten de çok ilginçmiş.”

“Hikâyelerde kötüler de yer almalı, Arif. Tek taraflı hikâye yazılmaz ki.”

“Beni böyle bir işe bulaştırdığına inanamıyorum.”

“Bir şeye bulaştığın yok yahu. Mutasyonlar hakkında tez yazmıyor muydun? İşte sana muhteşem bir konu.” Sırıttı, “Tabii tezinde buradan bahsetmezsen sevinirim.” dedi.

Arif bir süre sessiz kaldı, “Yeterince saldırganlar mı bari?” dedi, “Genleriyle oynanan denekler yani…”

“Bilemiyorum.”

Bu cevaptan sonra başka bir şey konuşmadılar. Bir müddet sonra tekne adaya geldi ve Boat Harbour’da durdu. Burada da bir araç bekliyordu. İlkan’ı ve Arif’i alan yeni şoför, kuzey sahili boyunca ilerledi. Bir müddet sonra güneye kıvrılarak Launceston’a vardı. Burada birkaç dakika bekledikten sonra ön koltuğa birdenbire bir adam bindi. “Hoş geldin İlkan.” dedi arabaya binen adam, arkasını dönüp tebessüm ederek. İlkan şaşırmıştı, “Gael?” dedi, “Şehirde miydin?”

“Evet. Aslında biraz daha dolanacaktım ama geldiğinizi duyunca birlikte döneriz diye düşündüm.”

Arif kaşlarını çattı, “Arkadaşın Türkçe mi konuşuyor?” dedi.

“Evet.” dedi İlkan, tebessüm etti, “Annesi Türk.”

Arif’in zihni giderek daha fazla bulanmaya başlıyordu. İlkan’ın sürprizleri bitmiyordu. Bu yolculuk her geçen saniye biraz daha garipleşiyordu. Araba tekrar yola koyuldu. Önce doğudaki Targa’ya geçtiler, oradan da güneye, Tayene’e doğru yöneldiler. Tayene’e vardıklarında tekrar doğuya saptılar. Bir müddet ilerledikten sonra ormanlık alanın girişinde durdular. “Biraz yürüyeceğiz.” dedi Gael. Arabadan inip ormanlık alanda bir süre doğuya doğru devam ettiler. Gael İlkan’a döndü, “Kuzenin miydi?” dedi Arif’i işaret edip.

“Evet.” dedi İlkan, “Kendisi biyologdur, üstelik doktora öğrencisidir.”

Gael’in gözleri parladı, “Bu harika.” dedi. “Mükemmel bir tez konusu sizi bekliyor o zaman. Tanıştığımıza da memnun oldum.”

“Ben de.” dedi Arif, hafif tebessüm etti. Mükemmel tez konusu, tabii. Ölmeden eve dönebilirsem yazarım.

“Ne yazık ki bir sorunumuz var İlkan.” dedi Gael.

İlkan kaşlarını çatıp döndü, “Nedir?”

“Sana bahsettiğim şu yeni yöntem vardı ya, dün akşam itibarıyla başladık. Ancak denekler garip tepkiler vermeye başladı. Seni aradığımda her şey normaldi. Ancak şu an için çok da iyimser konuşamıyorum. Sanırım kontrolü bir miktar kaybetmiş olabiliriz.”

“On dört bin kilometre öteden buraya ölmek için gelmemişizdir umarım.” dedi İlkan, “Korkmalı mıyız yani?”

“Hayır, hayır, kesinlikle hayır. Ancak dikkatli olmakta da fayda var. Bu yüzden sadece söylediğim şeyleri yapmanızı tavsiye ediyorum, iyiliğimiz için.”

“Kontrolü tamamen kaybederseniz ne olacak peki?” dedi Arif.

Gael güldü, “Gerçek Tasmanya Canavarı ile odada mahsur kalacağız.” dedi.

İlkan somurttu, cevap vermedi. Arif ise iyice gerilmişti. Bir müddet ilerledikten sonra büyükçe bir hangara geldiler. Arif’in kafasındaki soru işaretleri bir türlü azalmıyordu, “Burası gizli bir yer yani, öyle mi?” dedi, omuz silkti, “Böyle bir yeri gizli tutmayı nasıl başarıyorsunuz peki? Kendi halinde birkaç insan, burada büyük işler mi yapıyor?”

“Buna neden şaşırıyorsunuz?” dedi Gael, tebessüm etti, “Milyonlarca dolara satılan programlar garajlarda yazılıyor da bunu mu garipsiyorsunuz? Ayrıca maddi destek almıyor da değiliz. Tabii ayrıntıları ben de pek bilmiyorum. Bu tip şeyleri burada konuşmuyoruz zira, sadece işimizi yapıyoruz. Gizliliğe gelirsek… Bu ada eski popülaritesini kaybetti. Artık buralara pek fazla insan gelmiyor, gelenler de burayı bulamıyor zaten. Dünyanın güneyinde kendi halinde bir hangar, kimsenin dikkatini çekmiyor sonuçta.”

“Ya da belki de çekiyor ama siz farkında değilsiniz.” dedi İlkan.

“Olabilir.” dedi Gael, tebessüm ederek. “Ancak şu ana kadar bir sorun yaşamadık.” Hangarın en arkasında sol taraftaki dar koridora geldiler. Koridorun sonunda sağ tarafta, duvara çivilenmiş ufak bir çerçeve vardı. Gael çerçeveyi sağa kaydırıp gözünü duvarın içine gömülü ufak ekrana yaklaştırdı. Bilgisayar retina taramasını yaptı ve kapı gürültüyle açıldı. “Gidelim.” dedi.

Arif ve İlkan birbirlerine baktılar, tek kelime etmediler. Bilinmeyene doğru adım adım ilerliyorlardı. İlkan’ın morali iyice bozulmuştu. Belki de Arif haklıydı, bu kadar meraklı olmaya gerek var mıydı? Burada ne işleri vardı? Kendi yazdığı hikâyenin içine düşen çaresiz bir yazar gibi hissediyordu İlkan. Üstelik Arif’i de bu garip maceraya sürüklemişti.

Kapıdan geçtiklerinde, kendilerini başka bir hangarın içinde buldular. Etrafta beyaz önlüklerle dolaşan insanlar vardı. Sağa sola sapmadan hangarın sonuna kadar yürüyüp yine bir koridora girdiler ve bu kapıdan da geçip biraz daha büyük bir hangara ulaştılar. Arif bir an için bunların sonsuz sayıda olduğunu düşünmeye başlamıştı. Aklımı yitiriyorum galiba. dedi kendi kendine.

Kısa bir yürüyüşün ardından, ince bir duvarın arkasında kalan kafeslere ulaştılar. Kafeslerin çoğu boştu ancak önlerinde duran üç kafes, üç iri hayvanı tutuyordu. Görünüşleri kesinlikle ürkütücüydü. Üç metreye yakın boyları vardı, oldukça iriydiler ve gözleri sapsarıydı.

“Sarcophilus harrisii.” dedi Gael. “Adamızın meşhur hayvanları.”

“Evet.” dedi İlkan, kaşlarını çatarak baktı, “İyi beslediğiniz belli oluyor.”

“Sorun da tam olarak bu.” dedi Gael, somurtarak, “Ne yazık ki dünden beri bir metre kadar büyüdüler.”

“Bir metre mi?” İlkan bir şey anlayamamıştı. “Şaka mı yapıyorsun?” dedi.

Gael güldü, cebinden bir elma çıkardı. “İyi izle.” dedi ve elmayı hayvanlardan birine doğru attı. Kafesteki hayvan elmayı tek lokmada yuttu ve birkaç saniye sonra boyu ve hacmi artıp bulunduğu kafesin demirlerini zorlamaya başladı. İlkan ve Arif, dehşet içinde yaşanan hadiseyi izliyordu. “Bir elmadan bile bu kadar etkileniyorsa,” diye devam etti Gael, “Büyük bir parça biftek verdiğimizde neler olacağını düşünemiyorum bile.”

Gael’in keyfi yerinde gibiydi, ancak Arif birdenbire öfkelenmeye başladı. Bu tip bir çalışmanın canilik olduğu fazlasıyla açıktı. İlkan sadece olayın garipliğini anlamlandırmaya çalışıyordu, Arif ise öfkesini kontrol etmekte bir hayli zorlanıyordu. Etrafa bakmaya başladı. Kasaların içinde duran elmaları gördü, hayvanlara odaklanmış durumdaki Gael’e bir iki saniye kadar baktı, sonra da elmaların yanına gitti. Ceplerine on kadar elma doldurup tekrar geri döndü. Bu esnada İlkan da Gael de Arif’i fark etmemişlerdi.

Sessizliği bozan Arif, tekrar Gael’e dönüp “Her elmada biraz daha kontrolden çıkıyorlar demiştin, öyle değil mi?” dedi.

“Sadece elma değil, her türlü yemek için geçerli bu durum.” dedi Gael. “Ancak yanılmıyorsam zamanla eski hallerine dönüyorlar. Ben de tam emin değilim henüz. Eğer arka arkaya birkaç yiyecek verirsek, onları tutamayız.”

“Bilgi için teşekkürler.” dedi Arif, gülümsedi, sonra da cebindeki elmaları çıkarıp hayvanlara doğru atmaya başladı. Gael olanca gücüyle bağırdı, “Ne yapıyorsun?” dedi, “Delirdin mi sen?”

“İntikam alıyorum.” dedi Arif. “Hoşuna gitmedi mi yoksa?” Gael ve Arif küfürleşmeye başladılar. İlkan ise donakalmıştı, hiçbir şey söyleyemiyordu. Arif’in ne yaptığını anlamaya çalışıyordu. Bu esnada hayvanlar da elmaları hemen yediler ve giderek daha fazla büyümeye başladılar. Kafeslerin demirleri iyice esnemeye başladı. İlkan kaşlarını çatarak Gael’e döndü, “Hemen gidelim buradan.” dedi. Üçü de koşmaya başlamıştı.

Kısa süre içinde kafesler parçalandı, üç hayvan da serbest kaldı. İlkan korkuyla geriye dönüp baktı, sonra koşmaya devam etti. “Sen nasıl bir aptalsın?” diye bağırıyordu Gael, “Her şeyi mahvettin.”

“Her şeyi mahveden sizsiniz!” diye cevap verdi Arif. “Bu da caniliğinizin karşılığı.”

Yara bere içinde dışarı çıkan hayvanlar, bir süre etraflarına baktılar, sonra da birbirleriyle dalaşmaya başladılar. Fakat kısa süre içinde kavgayı bırakıp, önlerinde gördükleri üç insana doğru koşmaya başladılar. Arif arayı açmıştı bile. Gael ve İlkan da hemen hangardan çıkıp kapıyı kapattılar. Birkaç saniye bile geçmeden hayvanlardan biri kapıya vurdu. Şiddetli bir çarpma olmuş ve kapı adeta yamulmuştu. Gael, onları en fazla otuz saniye kadar tutabileceklerini biliyordu. “Hadi!” diye bağırdı Gael, İlkan’a bakarak, “Devam et. Herkes dışarı, çıkın dışarı!”

Ancak on saniye bile geçmeden kapının hangarın duvarıyla birlikte paramparça olduğunu gördüler. Hayvanlar durdurulamaz bir hâldeydi. Burada artık sağa sola da saldırmaya başlamışlardı. Herkes bağırarak koşuyordu. Hayvanlardan biri tüplerden birini alıp bilgisayarlara vurmaya başladı. Birkaç saniye sonra da şiddetli bir patlama oldu. Patlamanın etkisi sona erdiğinde; hayvanlardan biri ölmüş, hemen herkes yere serilmiş, en uzaktaki makineler bile hasar görmüştü. Diğer iki hayvan ise bu patlamanın ardından daha da saldırganlaştılar. Bir tanesi hangarın duvarlarına vurmaya başladı. Fakat kalın duvarları kırmakta zorlanınca öfkeyle makinelerin arasına daldı. Üçüncüsü ise İlkan’ın, Arif’in ve Gael’in üzerine doğru koşmaya devam ediyordu. Üçü de hemen en baştaki koridora girdiler. Çabucak ilk hangara geçmeleri ve dışarı çıkmaları şarttı. Neyse ki dönüş yolunda retina taraması istenmiyordu.

İlk hangara tekrar dönünce hemen sağ tarafa, çıkışa doğru koşmaya başladılar. Ancak hayvan da peşlerindeydi. İçeride kalanlar ise koridordan çıkıp hızla uzaklaşmaya çalışıyorlardı. “Niye hâlâ bizim peşimizde bu?” diye bağırdı Gael.

“Belki elma verecek birilerini arıyordur.” dedi Arif, gülerek.

Koşuşturmaca bir müddet devam etti. Hangarın elli metre kadar ilerisinde duran araçların yanına doğru koşmaya devam ettiler. “Planı olan var mı?” dedi İlkan.

“Ben halledeceğim.” dedi Gael, “Önce şuraya gidelim.”

“Nasıl halledeceksin? Konuşarak mı?”

Gael koşarken ceplerini yokladı, “Bir planım var ama çakmağımı düşürdüm sanırım.” dedi, “Bana ateş lazım.”

İlkan cebinden bir çakmak çıkardı. “Al.” dedi, gülmeye başladı, “Ne o? Ateşten korkuyorlar mı yoksa?”

“Hayır ama fazlasıyla aptaldırlar. Onları şaşırtacağız.”

“Biz mi?”

“Evet, biz.”

Kısa bir koşuşturmanın ardından arabaların yanına gelmişlerdi. Hayvan da iyice yaklaşmıştı. Arabaları ezerek ilerlemeye başladı. Hasar gören arabalardan yere akan benzin, zemini ıslatmaya devam ediyordu. Gael’in aklındakinin ne olduğu anlaşılmıştı. “Etrafında dolanacağız.” dedi, “Onu iyice aptallaştıralım.”

Arif umursamaz bir şekilde kenara geçip beklerken, İlkan ve Gael ise bir müddet araçların etrafında koşuşturup çemberler çizdiler. Hayvan sürekli sağa sola koşuşturuyor, ancak her hamlesinde kurbanlarını yine elinden kaçırıyordu. Araçlardan sızan benzin bir tür gölet oluşturmuştu artık. Gael İlkan’a bağırdı, “Onu ortaya çekmeliyiz.” dedi, “Sonra da tüm gücünle koşup yere yatacaksın.”

İlkan başıyla onayladı. Hızlı bir hamleyle canavarın yanından geçti ve hurdaya dönmüş araçların tam ortasından geçerek Gael’in yanına kadar geldi. Hayvan onu takip etmeye başladı. Gael çakmağı yaktı ve ayağının önündeki benzinin üzerine bıraktı. Benzin bir anda alev almaya başladı. “Koş!” diye bağırdı. Arif kendini sakladı, İlkan ve Gael de hızla uzaklaşıp duvarların arkasına atladılar. Alev alan benzin, araçları da tutuşturdu ve birkaç saniye içinde şiddetli bir patlama oldu. Diğer araçlar birer birer infilak ettiler. Uzun süreli bir gürültünün ardından ortalık duruldu. Bir süre sonra, içerideki son hayvanın da öldüğü haberi geldi. Uzunca bir süre kimse konuşmadı, kimse bir şey yapmadı.

Kendilerine geldiklerinde, İlkan ve Arif hiçbir şey söylemeden tekrar batıya, Launceston’a doğru gittiler. İlkan Gael’e tek kelime bile etmedi. Arif’in haklı olduğunu inkâr edemezdi zira. Buraya kadar bunları yaşamak için mi gelmişlerdi? İlkan kendine kızmadan edemiyordu. Olanlar inanılır gibi değildi. Arif de hayvanların ölümünden dolayı üzgün ve yapılanlardan ötürü öfkeliydi ama bu vahşet merkezinin harap olmasına yaptığı katkıdan ötürü de gururluydu. Keşke daha fazlasına gücü yetebilseydi. Bir sonraki uçakla Türkiye’ye doğru kuzeni İlkan’la birlikte yola çıkan Arif, bilimin gölgede kalan yüzünü bugün biraz daha iyi görmüştü. Karanlık bir manzara vardı; bedenleri canavara dönüşen hayvanlar, ruhları canavara dönüşen insanlar…

Gürkan Akpınar

1990, Aydın. Amatör öykü yazarı. Genellikle fantazya ve bilimkurgu okur/yazar. Lemur, Bilimkurgu Kulübü, Yerli Bilimkurgu Yükseliyor ve KilTabLet’te de öyküleri yayımlandı. Şu sıralar novella yazmaya çalışıyor.