Öykü

Düş Talanı

“İnsan düşleri öldüğü gün ölür.” *

Ve seyyah, yoluna bunu bilmeden düşer çoğu zaman. Alenen ortada ve aynı anda da en örtülü olan gerçektir belki de. Sonsuz yetisidir zihnin düşleyebilmek bir sevdayı ve alabildiğine uzayıp giden yaşamı. Gerçeği sindirmeyi başarmış olanlar; yani dünyayı tanımışlar, paranın diğer yüzünde gizleneni de bilirler. Yine aynı paranın hükümsüzlüğüne inanılan bir diyarda; kabuslardan korunmak da mühimdir.

Söğüt dalı eğilip bükülür toprak kokan ellerde yaşam çemberine dönüşür. Etrafına bir örümcek işçiliğine eş emekle ipler dokunur. İplerin ucuna kartal telekleri iliştirilir. Söğüt artık mağrur bir kalkandır. Düşlere ait tüm renkler kırılmaksızın geçer içinden. Sadece renkler mi? Elbet yetmez, güzelliğe dair tasviri eksik kalacak her ne varsa akıp girer zihne. Uykuda bir tebessüme dönüşür her biri.

Lakin korkuya, endişeye, huzursuzluğa, var olan ya da olmayan gareze ait tüm eşlikçiler hapsolur kapanın içinde. Sabahı beklerler gün ışığıyla kavrulmak için. Düş kapanının her zerresinde çırpınırlar. Yırtıp tüm ipleri kaçıvermek isterler. Sürüklenmek ve yerle bir etmek gayesindedirler. Bir vakit sonra imgeler değişir. İnsanın kaçtığı hemcinsi olagelir. Düşler de kabuslar da birdir artık. Ardından tılsımın içi tersyüz edilir bir gece vakti.

İşte bir karınca, sırtına yüklenenleri gocunmadan taşımakta o sırada. Göğe dolanmış iplerin düğümlerine şaşkınca bakıyor. Ne çember nedir biliyor; ne de söğüdün yiğitliğinden haberdar. Kasnağın gölgesinde yol alıyor. Bir başka seyyah o da. İnsanı bilir; iyi tanır. Kaçmak vaktini kim bilmez. Bir şimşek aydınlatıyor etrafını ansızın. Ürperiyor, almaçlarına doluyor yağmur kokusu.

Keşke bulutların ardına saklanmasa güneş, derdi kelimelere sahip olsa. Karınca ne çok sever onu. Güneş aydınlığın selamcısı, karanlığa karşı bir yakarış… Güneş ısıcak, kabuğunda bir parıltı, güneş yaşamak, kuru toprak ve çatlayan tohum. Tohum tabiatın mırıldandığı bir ezgi, özünden maviliklere taşansa ne tesadüftür ki yine yaşamın kendisi.

Karınca tekrar bakıyor göğe; bir başka tüm bildiklerinden. Aya doymuş bir gece ve alev kusan bir gündüz nasıl bir olabilir? Ya aralarından sızan oluk oluk kan… Karınca kendine ait olmayan bir evrene düştüğünü seziyor. Eğik bir eksende ay – güneş – kan çılgın bir valse tutuşmuş görünüyor. Vals ne hem biliyor, hem bilmiyor karınca. Kafası karışık; kim konuşuyor. Konuşanı nasıl anlıyor? Burası neresi? Kimin nesi?

Gök kubbeyi saran kasnak tüm esnekliğiyle bir şişip bir daralıyor. Karıncanın tepesinde kırılmaz bir döngü var. Birdenbire yerküre de katılıyor çemberin telaşesine. Yarılıyor toprak, hızla hızla ufalanıyor her zerresine. Yetmiyor, küçüldükçe çoğalıyor ardından kızıla bulanıp genişliyor. Gök ateşi körükler gibi şişip gevşedikçe toprak eşlikçisi oluyor artık.

Karınca bu yabancı dünyayı seslendirene sinirleniyor. Neden bunca korku kumpanyası yaşatıyor ona? Sırtında bir beden var karıncanın. Bir naaş, sırtlarını vermişler araf çizgisine. Yükünü bir parça ekmek sanan karınca kızıyor bir daha. Neden bir beden yüklüyor taşıyabileceği onca şey varken? Sesi yok karıncanın ve bir şimşek daha çakıyor. Bulutlar tokuşuyor bir yerlerde.

Güneş hep var, hep kızgın burada. Püskürüyor kinini. Ayın serinliği bir an içine huzur üflese de yetmiyor. Toprak bir daha parçalanıyor; göğü kaplamış çember yine küçülüyor ipler sarkıyor örgü bozuluyor tepesinde. Ardından bir telin ucunda salınan örümcek beliriyor. Şiş göbeğinden bir yumak korku boşanıyor. Tekrar birleşiyor gök yarıldığı yerden, geriliyor kasnak; toprak kanla bir oluyor. İpler bir daha dolanıyor örümceğin ağı misali.

Karınca düş kapanına hapsolduğunu bilmeksizin varıp kaçmak istiyor. Oysa kapana takılanlarla tanışmak için buraya çağrıldı. Bunu, o sırada öğreniyor. Davet edeni biliyor, şu konuşup duran olmalı. Başına tüm bu işleri saran hani… Ne istiyor bir küçük karıncadan bu lanetli kelimelerin sahibi. Anlamıyor karınca, kırgın olanca varlığıyla.

İlerlemeye başlıyor yeniden; gökte ve yerde sürüyor seremoni. Adımları sıklaştıkça karşısındaki perdenin kıvrımlarından birine dolanıyor. Kızıl topraklara biten bir kaktüs görüyor ilkin. Dibine ilişmiş birkaç çadır, ortada yanan bir ateş. Üzerinde kaynayan aş henüz soğumuş. Yağmurun arındırdığı ruhlara doğru esmekte kalabalık bir rüzgâr. Kasnaktaki döngü buraya yaklaşıyor. Görüyor karınca. Kaçmak vakti sadece bunu biliyor.

Hortuma dolananları görüyor o sırada. Dehşetle açılıyor gözleri. Bu gelenleri hiç görmemiş; görse de adlandıramaz ki. Görülebilecek büyüklükte değiller zira. Lakin bu evrende, şahlanıp bir olmuşlar. Durmaksızın üreyen, eşleniğinden bölünerek çoğalan garip canlı – ya da cansız – organizmalar. Alabildiğine basit, bir o kadar korkunçlar. Koşuyorlar aşa, ekmeğe, bir yudum suya yaşamak hakkıyla kutsanmış canlara.

Karınca dertleniyor. Sesleniyor yukarıya: “Bu garip rüzgârın kaynağı kimdir? Bunlar nedir?” Düş kapanının elçisi susuyor. Ölü bir beden o sırada. Henüz dirilişine vakit var. İşitse de, konuşması mümkün değil. Rüzgâra takılanlar haykırıyor cevaben. “Ölüm. Ateşler içinde kıvranışlarla, huysuz kaşıntılarla, irinle dolmuş çıbanlarla, ağrılardan duramayışlarla, ciğerleri boğaza taşıyan tıksırıklarla, eriyip dökülen uzuvlarla: Safi ölüm! Şifacının nefesinde, elinin pütürlü derisinde dahi taşınan bir parça ölümüz biz.”

Karınca boş çadırlara doluşan haykırışları işitiyor. Çadırların sayısı az evvelin bin katına varmış. Sonsuza sürüklenen bir toprak parçasının her bir ocağından boşalıyor bu sefer ölüm. Ay ve güneş tepesinde beliriyor. Döngü burada da başlıyor. Toprak kıvrandıkça kıvranıyor. Parçalanıyor ufalanıyor, derken karınca kaçışıyor. Bir sonraki kıvrımın ardına geçiyor fark etmeden. Arkasında bıraktığı yoka karışmak; hiç yoktan. Kâbus insanı en beklenmedik yerde yakalıyor; nefisten önce bedenden.

Perde bu sınırsız diyara bir çizgi misali pileler vermiş. Gök kubbedeki gezenti katliam sırayla katmanları turluyor. Perdenin iki ucu birleşmiş devasa çemberi çevreliyor. Karınca açılan algılarını garipsiyor bir yandan. Yabancı bir dünyada, birilerinin kabusunda, hapsoluşu yavaş yavaş anlam kazanıyor. Kâbusları kim saklamak ister çözemiyor. Onlardan kaçmak için tılsımlar yapanları anımsıyor lakin cevaba ulaşamıyor. Aksini yaşadığını biliyor.

Ardında bıraktığı viraneyi anımsamak istemiyor. Bu sefer varıp geldiği perde arkası sakin gibi. Biliyor yine gelecekler ama biraz soluklansa ne olur sanki? Sırtındakinin bir ölü olduğunu işittiğinden beri yükü ağırlaşmış her adımında. Bir kaçış, bir kurtuluş olmalı… Nasıl bir rüzgârdı o esip kavuran? Onlarda kelimesizlerdi bir şekilde anlıyor bunu. Hele bazıları kristal donukluğunda ne yaşamaktaydı ne cansızdı… Karınca akıl sır erdiremeden öylece duruyor. Silahlara dair olmayan anılarını ansıyor.

Etrafındaki renksiz kokusuz boşluk, ardında bıraktığı karmaşanın etkisiyle tekinsiz geliyor. Nitekim bedensiz sesler işitmeye başlıyor. Kalabalık: Toynak sesleri, kanat çırpınışları, yangın sırasında içini çeken ağaçların dev parçalanışları… Devrilen sadece ağaçlar değil, tabiat ananın kutsayışları bu yanıp kavrulan. Yok oluyor her şey. Neredeler peki? Karınca etrafını saran can kırımından habersiz boşluğa dalıyor. Kimden kaçıyorlar? Kim, niye yapar bunu?

“Can kırımı? Nedir o? Ne yaparsın bana yine?”

Sırtındaki yolcu hâlâ sessiz, sadece acı kişneme sesleri duyuyor karınca. İki büklüm bedeniyle tepesine binmesinler diye olduğu yerde dönüyor. Bedensiz ruhların kaçışı boşluğun uzayışına eşlik ediyor. Göğe doğru yükselen renkleri görüyor sadece. Gölgelerini izlerken ağlayabilmeyi diliyor. Feza toprakla buluşuyor, karanlık cümbüş allanıyor pullanıyor mor kaftanlarla kuşanıyor. Boşluk canın özüne doyuyor.

Karınca artık bitkin, daha fazlasına şahitlik etmek istemiyor. Ezilip büzülmüş, bir top olmuş kırılgan bedeni. Candaşların yitimiyle anlıyor can kırımı nedir. Lakin bu sefer, o ilerlemek istemese de perde ona temas ediyor. İçine çekiveriyor. Bir şenliğe geldiğini sanıyor. Sevinçli kahkahalar çalınıyor almaçlarına. Hain ses yeni bir faciaya dönüştürmesin burayı da diye konuşmaya başlıyor.

“Ne olur dur. Bu sefer olmaz. Ne bedensizler, ne de deri bir çadırdan ibaretler. Yapma ne olur. Tüm ruhlar göçtü gitti. Bırak burada kalsın gülüşleri.”

Yükü hâlâ suskun… Kelimeler basit birer elçi. Etrafı tasvir etmeye yetmiyorlar. Bir mücadele var burada, bir yaşamak hali tüm olup biten. Vahşiler kimilerine göre ya da bir başka kıtanın andacılar. Keşif, iki heceli noksan bir kelime, ağıt gibi: Ve savaş beş harf ve iki heceden çok daha fazlası yine, her zaman olduğu gibi… Birileri var yağmayı seven; birileri var kanla beslenen, birileri var hayatın değerini bilmeyen; birileri var üstünlüğüyle yükselen; birileri var geri kalan her şeyi sindiren. Geri kalanlar barbar, ilkel, geri kalmış ve medeniyetten yoksun kimseler işte onların iyiliği için yapılan her savaş.

Karınca usulca büküyor boynunu. Etraflarını saran gözden, sözden ham güçten öte namlulara bakmamaya çalışarak son kıvrımına gidiyor. Ardındaki gülüşlerin patlamalar ve nidalara karışmasını dinlemeyecek. Sesi de artık boş vermiş. Her kelimenin içi oyulmuşsa bu kadar neden dinlesin. Tüm varlığıyla yansıyan güneşe de aldanmayacak. Karanlıkta susmaya razı. Adımlarından bir ufantı yol peydahlanıyor. Tarihin çarpık kırıntılarından başka bir şey değil beliren. Yüzlerce kez sahnelenen bu oyun son bulacak sanıyor.

“Son bulmalı ama. Bunu hak etmedim. Küçücük bir bedene edilecek iş mi bu?”

Perdenin son kıvrımı; sonun başlangıcı: Bir nehir var karşısında. Sırtında bir kıpırtı hissediyor karınca. Arafın tam da ortasındalar oysa. Derken bedenine yüklenen naaş, işte orada. Bir başına. Bildiği tüm deneyimden yoksun; yürümekte apansızca.

O da bir karınca ve dirilivermiş karşısında. Toprak çatlaklarına dolacak kanı beklerken; peşi sıra varıyor yanına. Birdenbire suya kesiyor bedeni. Nasıl bir susamak bu bilmiyor. Kavruluyor her zerresi. Nehrin kıyısında bir damlacık suya hasret. Tutamayacak kendini içecek. Usulca yaklaşıyor göçüp gitmiş atası başlıyor daha evvel hiç işitmediği sesiyle konuşmaya:

“İçme can. Yitip gittiğimiz zehre karışma. Korkunç bir kıyımdır oynadıkları. Kana kana yudumladığımız; ölümdür. Bu düştüğün rüya kapanı değil; asırlık düş talanıdır. Nefesimden taşan tılsımla sana geçmişin ağıtlarını yaşatandır. Ve unutma can: döngü kırılmaya mahkûmdur. Kutsal ruhlar bu kadarını borçludur bu topraklara.”

* * *

Uyanıyor. Tüm bedeni zangırdıyor. Camı açık unutmuş yatarken. Rüzgâr salınıyor hırçınca, kabustan sahneler canlanıyor usunda. Ne yapsın bilemiyor. Kollarını bedenine sarıp bacaklarını göğsüne yapıştırıyor. Koskoca evrene karşı kendini korumaya çalışıyor bilinçsizce. Rüzgâr çanları çalıyor. Cenin başını kaldırıyor.

İşte bir düş kapanı, sırtına yüklenenleri gocunmadan taşımakta o sırada. Asırlardır karıncaya yaren; geçmişten bir günce ve aileden bir yadigar. İplerindeki kartal telekleri sürtünüyor usulca söğüde. Çember döngüyü sonlandırıyor. Dizlerindeki bağlar çözülüyor; örüklerine dolanıyor tılsım. Gördüğü bir kâbus muydu yoksa geçmişten bir sesleniş mi asla bilemiyor… Düş talanı kapanıyor, bir daha açılmamak üzere.


*Karıncanın Su İçtiği – Yaşar Kemal

Ezgi Özbek

1992 Bursa doğumluyum, çocukluğum Samsun’da geçti. 2015 yılında İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden mezun oldum. Bir ilaç firmasında çalışıyorum. Konuşmaya başladığım andan itibaren bitmek bilmez hikâyelerimle etrafımdakileri yormayı, yazmayı öğrendiğim vakit bıraktım. Daha az konuşmadım elbet lakin her daim yazdım. Uzun soluklu kurguların yanı sıra öykü yazmaktan ve yayınlamaktan da keyif almaktayım. Yazmaktan öte vurgun olduğum eylemse okumak. Bambaşka dünyaların kapılarında dolanıp durmaktan bıkacağımı zannetmiyorum. Araştırma ve öğrenme temelli yaklaşımımın yazdıklarıma ve okuduklarıma tesir ettiğini ummaktayım.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Merhaba,
    Anlatım tarzınıza hayran kaldım. Bir yandan güçlü betimlemeleriniz sanki bir belgesel izliyormuşum gibi his uyandırırken, diğer yandan hayal gücünüzü yansıtan derinlemesine işlenmiş öykü beni çok farklı yerlere götürdü. Okurken aynı anda değişik anlamlar yükleyebildim cümlelerinize. Bu da kaleminizin gücünden kaynaklanıyor. Diğer seçkilerde görüşmek üzere. :slight_smile:

  2. Merhabalar!

    Bu muhteşem değerlendirmeye epey gecikmiş bir cevapla gelmek beni üzmekte. Gecikme sebebiyle özür diliyor ve çok teşekkür ediyorum. Sanırım en sevdiğim yaklaşım okurken aynı anda değişik anlamlar yükleme kısmı oldu. Genel yazım tarzımda bu ikilemleri severek ve çoğu zaman farkında dahi olmadan kullanıyorum. Tekrar teşekkür ederim, görüşmek dileğiyle :slight_smile:

  3. Cevabın gecikmesi mühim değil de sizi göremeyince merak etmedim değil. :slight_smile: Başka öykülerinizi de okumak için sabırsızlanıyorum.

  4. İş sebebiyle yoğun bir dönemden geçtim her şey biraz sekteye uğradı :smiley: Fakat şimdi yorumunuzu okuyunca bir hayli mutlu oldum; günüm güzelleşti diyebiliriz :slight_smile:

  5. Ne güzel öykü olmuş. Özellikle karınca… Ah karınca…

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

1 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for merveriii Avatar for maviadige Avatar for zencefilos

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *