Öykü

Göl Festivali

Şehrin benim yaşadığım kısmında insanların tamamı fakir. Şehrin bazı kısımlarında insanların tamamına yakını fakir, bazı kısımlarındaysa bir kısmı. Her şehirde olduğu gibi zenginliğin zirvesine çıkmış insanlar da var. Onların sayısı çok az. Hiçbirinin yüzünü görmedim; ama şişman oldukları kesin. Ve de yağlı yüzleri vardır mutlaka. Dudaklarından sürekli salya aktığını da tahmin ediyorum. İnsanın yiyecek parası çoksa iştahı da çok olur. Sürekli aç geziyorlardır bence.

Her fakir gibi ben de hayatımı değiştirmek, zengin olmak istiyordum. Bu bir hayalden ziyade uçuk bir fanteziydi benim için. Ve birçok başka fakir için de öyle. Ancak yeterince cesur -ya da deli- iseniz zengin olmak için birkaç farklı yola başvurabilirdiniz. Mesela zenginlerden birini öldürüp onun yerine geçebilirdiniz. Tabii ki onlardan birini görebilirseniz. Zenginliğe giden başka bir yol da katil olmaktı. İnsanlar fakir de olsa nefret ettikleri birinin ölümünü görmek için para bulabilirler. Nasıl bulduklarını umursamamanız gerekir. Ya da protein işine girebilirsiniz; ama bu zengin olmaktan ziyade karnınızı doyurup bir ihtimal orta direk olmanıza yarayabilir. Zengin olmanın ya da orta direğin bir üst seviyesine çıkabilmenin bir başka yolu da Göl Festivali. Benim göze alabileceğim tek yol buydu.

Ben ve kardeşim otuz katlı bir binanın eksi dördüncü katında yaşıyoruz. Yaşamak onu nasıl tanımladığınıza bağlı olarak değişse de nefes alıp verdiğimiz için bu kategoriye girdiğimizi varsayıyorum. Çoğu zaman yiyecek olarak kapımızın hemen önünden akan kanalizasyondaki balıkları avlıyoruz. Bu balıkların tadı boktan daha kötü. Ve evet, bokun tadını biliyorum. Fakirseniz sindirim sisteminiz de gerektiği çalışmadığı için yediğiniz şeylerin bir kısmı olduğu gibi bağırsağınızdan atılabiliyor. Birkaç kez bokun içinden biraz tahıl ve birkaç parça tohum çıkarmışlığım var.

Kendimden bu kadar bahsetmek yeter. Göl Festivali’nin ilkinin ne zaman düzenlendiğini bilmiyorum. Ama her yıl mutlaka zenginlerin sponsorluğunda  düzenli olarak gerçekleştiriliyor. Festivale katılmak ücretli. Birkaç ayda kazanılabilecek yüz elli metelik karşılığında festival alanına girilebiliyor. Ancak çoğu kişi o parayı festivale yatırmaktansa kendisini ve bakmakla yükümlü olduğu yakınlarını doyurmak için harcadığından festivale katılım da çok az oluyor. Ki zaten katılımcı sayısı da kontenjanla belirleniyor ve sadece belirlenen sayı kadar insan içeri alınıyor.

Söylenenlere göre içeriye girebilenlere festival boyunca gerçek yiyecekler veriyorlarmış. Hatta duş alma ve az da olsa gölde yüzme imkanı bile varmış. Ama festivalin asıl ödülü bunlar değil elbette. Festival boyunca düzenlenen yarışmaları kazananlara para ve protein barı hediyeleri veriyolar. Proteinlerin kaynağının yarışmacılar olup olmadığını bilmiyorum; ama bence verdikleri para için alınabilecek bir risk. Vaat edilen para miktarı her sene artıyor. Bu sene tam yüz elli para verecekler. Bu arada beş yüz metelik bir paraya karşılık geliyor. Ne kadar büyük bir meblağ olduğunu hesaplayın.

Protein barlarının nasıl yapıldığından bahsetmedim. Eğer küçük düşünen bir yapınız varsa ki şehrin büyük kısmını bu insanlar oluşturuyor, -nedeni malum- bir bağışçı olarak karnınızı üç ay boyunca rahatça doyuracak protein barlara sahip olabilirsiniz. Tabii ki bunun gerçek fiyatı verdikleri barlar değil, bağışçı olabilmek için en az bir hayalinizden vazgeçmeniz gerekiyor. Asıl ücret bu.

Bir hayalden vaz geçmek nedir ki diyebilirsiniz. Nasılsa yenilerini kurabilirsin. Hem de asla gerçekleştiremeyeceğin hayaller olur bunlar, vaz geçsen ne olacak geçmesen ne olacak? Ama bizim şehirde işler öyle işlemiyor. Gölün ortasındaki bir adada aynı zamanda bir fabrika -ya da makine, farklarını bilmiyorum- olan bina var. Orada gerçek besinlerle aynı tada sahip; ama çok daha besleyici olan protein barları hazırlanıyor. Bir şekilde insanların hayallerini beyninden alıp protein üretmeyi başarmışlar. Pek de anladığım bir konu olduğu söylenemez. Ancak bu kadar açıklayabiliyorum.

Az evvel bahsettiğim protein işi bu işte. İnsan o binaya girip bir hayalini orada bırakırsa bağışçının hayalinden üretilen proteinin yüzde onu bağışçıya veriliyor. Bir insanın karnını üç ay doyurabilecek bir büyüklük bu. Ama bugüne kadar şahit olduğum bağışçıların çoğu üç ayın sonunda fiziki işkenceleri katlayacak delilikler sergilemeye başlıyorlar. Kardeşim de bu yüzden festivale ve dolayısıyla yarışmalara katılmama karşı.

Onun göz ardı ettiği şeyse delirenlerin birden fazla hayalinden vaz geçip aç gözlülük etmeleri. Bunlardan biri de komşumuz olan çocuğun teki. Gerçek adı kim bilir ne. Biz ona Krater diyoruz. Suratının her yeri aydaki kraterler gibi çukurlarla dolu. Benim bildiğim kadarıyla en az sekiz hayalini o fabrikada işletti. Şimdi ortalıkta salya akıtarak dolaşıyor. Tabi çığlıklar atarak kafasını yere vurmadığı zamanlarda. Onun yüzünden doğru düzgün uyuyamıyoruz bile.

Her neyse, yarışmanın ücreti olan hayalin yan etkilerinin olmadığı, tamamen zararsız olduğu söyleniyor; ama kuyruklu yalan. Bu yarışmaları kazanmak elbette her baba yiğidin harcı değil. Zaten katılım da çok az; ama tek tük de olsa kazananlar var. Üç yıl önce bunlardan biriyle tanışmıştım. Ödülü olan doksan parayla başka bir şehre taşınıp bir ev satın alacağını bir de lostra salonu açacağını söylemişti. Dükkanını açıp açmadığını bilmiyorum; ama yarışmadan sonra onu gördüğüm birkaç haftada kafayı yediğini anlayabilmiştim. Onunla birkaç kez konuşmayı denedim. Yarışmayı kazanınca aldığı barların hammaddesinin o mu yoksa başkaları mı olduğunu öğrenmek istiyordum; ama cevap vermeyi kesinlikle reddetmişti.

Delirmesinin nedeni hayalinden vaz geçmesi de olabilir; yarışmanın zorluğundan dolayı bozulan psikolojisi de. Ama madem bir yan etkisi var, bunu bilerek yapmıyorlarsa yarışmanın ücretinin de bir yan etkisi olmalı değil mi? Belki de o fabrikanın çalışanları hayalinden vazgeçmenin bir zararının olmadığının düşünülmesini, herkesin kolay yoldan karnını doyurmasını istemediğinden yapıyorlardır bunu. Hayalini satanlara yüzde on proteinin yanında bir de manyaklık veriyorlardır belki. Bilemiyorum.

Konuyu çok uzattığımın farkındayım. Kardeşim, benim de diğerleri gibi delirmemem için bu oyunlara katılmamı istemiyordu; ama dediğim gibi, bütün bu olayların aslında protein üreticilerinin bir numarası olduğunu düşünüyor olmam beni tetikleyen asıl mesele olmuştu. Göl Festivali’ne katılacak, yarışmalardan birini kazanıp Ada’daki o fabrikaya adım atacaktım. Asıl amacım buydu. Verecekleri yüz elli paranın yanında o fabrikanın sırrını da çözmek istiyordum.

Yüz elli meteliği bir şekilde denkleştirip başvuru yapılacak yere gitmeden önce kardeşimin uyuyor olduğundan emin olmuştum. Fakir insanlar çok uyur, bilirsiniz. Neyse, başvuruların alındığı binanın önünde pek sıra yoktu. En fazla yüz kişiyi beklemem gerekiyordu. Bekleyiş boyunca önümdeki adamın dırdırlarını dinleyip durdum. Sonunda bana sıra geldiğinde sanırım güneş batıyordu. Güneşi görmek pek mümkün olmuyor. Bulutların olması gereken yerde mavi-yeşil yıldırımların çakıp durduğu sis tabakaları var. Gerçi bu görüntüler güneşin kendisinden daha güzel; ama sanatsal bakış açısına pek sahip değilim.

Başvuruyu alan adam suratını önündeki kart yığınından kaldırıp suratıma baktı. Ayda en fazla yetmiş metelik kazanan memurlardan biriydi. Suratının iki yanındaki delikler ürkütücü görünmüştü. Ama bir an sonra onları nefes alıp vermek için kullandığını anladığımda adama acımıştım. Zavallının burun delikleri burnunda değil, yanaklarında çıkmıştı. Homurdanmaya benzer bir sesle önce paraları istedi, sonra adımı sordu.

“Barut Keşir,” dedim kendimden emin bir sesle.

İsmimi önündeki kartlardan birine yazıp bir fare kuyruğuna geçirdi ve hemen yanındaki deftere adımı yazıp beni kaydetti.

“İki gün sonra göle giden yoldaki kapının önünde ol,” deyip sıradakini çağırdı.

 

Festival günü gelip çattığında çok sıkı önlemlerle korunan Göl Yolu’na vardım. Göle ulaşmanın tek yoluydu burası ve paralı askerler dışında başka önlemlerle de korunmaktaydı. Mesela bunlardan beni en çok ürküten şey, bilet satan adam gibi olanlardı. Ama ondan çok daha korkunçları. Ağzının içinde dil yerine küçük yapışkan solucanlar taşıyan askerler vardı mesela. Bunlar bir tükürüğüyle sizi zehirleyebilirdi. Ya da Körler. Bunlar en çok korkutuğum bozuklardı. Körler, gözlerinin yerine iki kapkara çukur taşıyan, insandan çok yaratığa benzeyen şeylerdi. Göl yoluna izinsiz girecek olursanız sizi göz çukurlarından çıkan türlü çeşit yaratıklarla öldürürlerdi. Öldürmek ne kelime, ölmekten beter ederlerdi. neyse ki bugün ben buraya izinsiz girmemiştim.

Festival alanına vardığımızda bizi zengin insanlarmışız gibi karşıladılar. Aslında bütün bunları umursuyor değildim. Sadece yarışmalardan birine katılıp o parayı alacak, belki protein üretiminin sırrını çözecek, bir ihtimal de devrim yapacaktım. Para benim için yeterliydi. Yine de festival alanında yediğim karnı yarıktan birkaç parça saklayıp kardeşime götürmek için cebime koymuştum.

İlk üç gün bu çeşit eğlencelerle geçti. Birkaç kez duş aldım, üç kez yemek yedim -gerçek yemekler- ve gölü uzun uzun izledim. Üçüncü günün başında yarışmalara başvurular alınmaya başlanmıştı bile. İlkine kaydımı yaptırmak için erkenden sıraya girdim. Dört kolunu da işlevsel olarak kullanabilen bir memur kaydımı yaptı. Benden başka üç yarışmacı daha vardı. Yarışma hemen bu gece yapılacaktı.

Saat geceyi gösterdiği zaman -ki mavi yeşil renkli yıldırımlar gece gündüz gökte olur- göl kenarında toplandık. Bizi izleyen kalabalık sessiz ve ilgisizdi. Ne bir tezahürat ne bir alkış… Yarışmayı düzenleyen festival yetkilileri bize kuralları bildirdikten sonra gongu çalıp yarışmayı başlatmış oldular. Yapmamız gereken, gölün dubalarla belirlenmiş sınırına kadar olan kısımdaki yaratığı öldürmekti. Yaratık dediğime bakmayın, sadece insanların çoğu gibi deforme olmuş bir rakundu öldürmemiz gereken şey.

Diğer yarışmacılar da en az benim kadar sefildi. Bir tanesi cılızlıktan kemikleri görünen bir çocuk, diğeri parmaklarının olması gereken yerde oduna benzeyen organımsı şeyler taşıyan bir başkası. Diğerini anlatmaya bile değmez. Burnu yerine boynundaki çıkıntılardan nefes alıp kafasında akvaryumla dolaşan birisiydi.

Gong sesiyle başlayan yarışmada suya ilk atlayan Akvaryum Kafa oldu. Hemen ardından ben, cılız ve Ağaç Çocuk… Sanırım Akvaryum Kafa’yı hafife almıştım. Sonuçta suda daha rahat hareket ederdi. Her neyse, göle atlayıp yüzmeye başladık ve daha on kulaç atmadan cılız çocuk boğulmuştu bile. Ağaç Çocuksa su alan elleri yüzünden dibe batmaya başlamış, çırpınıp duruyordu.

Diğerlerini arkamda bırakıp Akvaryum Kafa’ya yetişmeye çalıştım; ama ne mümkün. Çocuk kafasındaki akvaryumu çıkarmış kah yüzeyden kah dipten yüzüp duruyordu. Onun karşısında bir şansım yoktu. Çaresizce kulaç atıp rakibime yetişmeye çalışırken bir şey oldu. Ayağıma bir şey dokundu. O korkuyla bir an yüzmeyi bıraktığımda şey, bileğime yapışmış beni dibe çekiyordu.

Artık her ne bela bir yaratıksa beni yüzlerce mil hızla sürüklüyor, o hızla nefes bile alamıyordum. Belki de bu iyi bir şeydi. Su altında nefes almaya çalışsam ciğerlerim patlayabilirdi ne de olsa. Öleceğimi düşündüm.

Suyun altında yüzlerce mil hıza alıştığımda bileğime dolanan şeyi görebildim. Bu bir çeşit balık olmalıydı. İnsana da benziyordu; ama deniz kızı fikrini nedense o anda düşünememiştim. Bir deniz kızı beni sürüklüyordu.

“Beni ne yapacaksın?” diye bağırdım deniz kızına. Ya da deniz oğlanıydı bilmiyorum, saçları uzun değildi; ama memelerini görebiliyordum.

“Yiyicem,” deyiverdi tiz ve guplama efektiyle karışık bir sesle.

“Kanım seni öldürür,” dedim hiç tereddüt etmeden. “Damarlarımda kan yerine cıva dolaşıyor benim.”

“Denizdeki her şeyde cıva var zaten salak,” diye cevap verdi.

Bir cevap veremeden kıyıya ulaştık. Gölün ortasındaki adaya ya da adanın kenarlarındaki kayalıklara gelmiş olmalıydık. Beni bileklerimden bırakmadan suyun yüzeyine çıkardığında kocaman bir nefes alıp yaşamaya devam ettim. Ama biraz ilerimdeki makineyi görünce yaşamak istedim. Deniz kızına bir teklif sunmak akıllıca olabilirdi.

“Şuradaki binanın ne olduğunu biliyor musun?”

“Ha orası mı?” diye sorup devam etti. “Salakları daha da salaklaştırıyorlar orada. Beyinlerinden birkaç kıvrımı kesip ondan protein üretiyorlar, sonra da kestikleri parçanın yerine plastikten yeni bir kıvrım koyup geri döndürüyorlar. Sonra da işte daha bir salaklaşıyorlar,” dedi.

”Çok kötüymüş,” diye cevap verip yüzüme hüzünlü bir ifade oturttum. “Keşke oraya girip insanları salaklaşmaktan kurtarabilseydim.”

“Bunu ben de istiyorum biliyor musun? Ama kimse bana yardım etmiyor. Aslında benim amacım salakları kurtarmak değil, orada bir adam var. Bugüne kadar gördüğüm en leziz şey. Onu yiyebilmek için her şeyi yapardım.”

İstediğim cevabı verince gözlerim parladı.

“Ortak olalım mı?” diye teklifimi sundum. “Sen o adamı ye, ben de makineyi kırayım. Böylece ikimiz de istediğimizi almış oluruz.”

“Sen yarışmayı kazanmak istemiyor muydun?”

“Oradaki protein üreticilerini soyabilirim, hem ödülden daha çok paraları vardır.”

“Hah,” dedi. “Bana uyar.”

 

Deniz kızı bir Çamur Zıpzıp’ı gibi debelene debelene, ben yürüyerek makineye ulaştık. Kapısının önünde birkaç koruma vardı; ama onları atlatmak çocuk oyuncağıydı. İki koruma da bir gözü önde bir gözü arkada olan tiplerden olduğu için etrafı senkronize bir şekilde göremiyorlardı. İşte bu da şehrin sahiplerinin aptallıklarıydı. Arkasında gözü olanların her şeyi göreceğini sanıyorlar. Onlar da iyi para getiren bu işi kaybetmemek için aslında yer köstebeğinden hallice gördüklerini itiraf etmiyorlardı.

Herkes festivalde olduğu için fabrika neredeyse boş sayılırdı. Protein kalıbı olmak için bekleyen gönüllüler bile kapatıldıkları fanuslarda kestiriyorlardı. Makineyi keşfetmek amacıyla biraz dolanıp bina planını gördükten sonra aradığımız yerin binanın en tepesinde olduğunu gördük. Deniz kızı -ya da oğlanı- o kadar merdiveni çıkamayacağından onu sırtıma almak zorunda kaldım. Ağırca bir tip değildi; ama onu sırtıma aldığımda cinsiyetini öğrenebilirdim. Bunu kafaya taktım, ayıp olmasın diye soramayacağıma göre çaktırmadan orasına bakacaktım.

Güç bela makinenin tepesine çıkıp üzerinde kocaman GİRİLMEZ tabelası olan kapının önüne geldiğimizde deniz oğlanı şaşkınca kapıya baktı. Ve evet, maalesef cinsiyetini öğrenmiştim.

“Tüh,” dedi oğlan üzgün bir sesle. “Giremeyecek miyiz yani şimdi buraya?”

“Tabii ki gireceğiz seni şapşal,” diye cevap verdim. “Sen her kurala uyar mısın böyle?”

Onu sırtımdam indirdiğimde kapının kolunu hafifçe aşağı ittim. GICIRT diye bir ses eşliğinde açılan kapının aralığından içeri bakmadan bodoslamasına daldım. Maalesef öldürmek için sabırsızlandığım kişinin kardeşim olduğunu görünce şaştım kaldım.

“Protein makinesinin sahibi sen misin Duvar?” kardeşimin adı Duvardı. Çünkü sadece ben zengin olma hayallerimi dillendirdiğimde konuşurdu.

“Adım Duvar değil,” diye cevapladı beni kardeşim. “Benim adım ARJİN!”

“Kardeşim, ben Barut Keşir. Tanımadın mı beni?” Başka ne diyebilirdim ki?

“Senin kardeşin değilim ki ben,” dedi. “Ben kimsenin kardeşi değilim.”

Mesele şimdi anlaşılmıştı. Duvar’a çok benzeyen bir Arjin’di o. Demek ki onu öldürebilir, bundan da vicdan azabı çekmeyebilirdim. Bu arada deniz oğlanı da zıplaya zıplaya odaya girmiş bir yandan bizi izlerken bir yandan da Arjin’i kesiyordu. Hmmm diyerek dudaklarını yaladı. Dudakları kupkuru olmuştu. Kapının arkasındaki paspas kovasını alıp başından aşağı boca ettim.

“Balıksın ya,” diye açıkladım. “Kuruduğun zaman ölürsün belki diye düşünmüştüm.”

“Teşekkür ederim Barut Keşir, gerçekten de suya ihtiyacım vardı. Şimdi şu adamın tadına bakabilir miyim?”

“Buyur, tadını çıkar,” diyerek Arjin’i işaret ettim.

GİRİLMEZ odasında Çamur Zıpzıpı’na dönüşen deniz oğlanı, Arjin’i mideye indirirken ben de kasada ne kadar para varsa hepsini ceplerime doldurup adadan tüydüm.

– SON –

Adil Öztürk

Yazmaya şiirle başlayıp kısa öyküyle devam ettim. Fantastik kurguyla tanıştıktan sonra öykülerim çeşitli edebiyat sitelerinde ve e-dergilerde yayınlandı. Epik fantezi şiiri denemelerim olsa da henüz paylaşmaya cesaretim yok. Her gün bir haiku yazarım. 2015 En İyi Canavar Hikayesi Yarışması ‘nda “Yaltar Han Efsanesi” adlı öyküm birinci seçildi.

Göl Festivali” için 2 Yorum Var

  1. merhaba, yaratıcı bir öyküydü ama bazı yerler öykünün havasını bozuyor gibi geldi bana. Mesela deniz kızı/oğlanı cinsiyet sahneleri; kanalizasyondan bahsedilen sahne… Onlar haricinde kişinin kendi beyninden protein barı üretilmesi fikri enteresan, öyküye giriş güzel.
    Elinize sağlık.

  2. Teşekkür ederim. İlk kez tuhaf kurgu denedim aslında. Ve olaydan çok durum öyküsüne kaydığı için dediğiniz bölümleri bilinçli yazdım. Beğendiğiniz için teşekkürler tekrar.

ozbabur için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *