Gözkapaklarımın üzerinde sanki tonlarca ağırlık var. Zorlayarak da olsa gözlerimi açmayı başarıyorum. Bulunduğum yer bir kompartıman. Karşımda, köylü kasketli, pos bıyıklı, altmış yaşlarında bir adam oturuyor. Adamı da hatırlamıyorum, buraya nasıl geldiğimi de… Gidiyoruz…
Hareket halinde bir tren ve o trende boşlukta ben ve karşımda bana bakan bir adam ve tavanda sarı, ölgün bir ışık… Pencerenin ardında karanlığın derinliği dışında hiçbir şey yok, ne bir sokak lambasının ne de bir evin aydınlığı. Karanlığın içinde, karanlığın içine gidiyoruz.
Garip… Neden bu kadar sakinim bilmiyorum. Boşluk, sanki beni rahatlatan bir duygu… Çok koşmuş çok yorulmuş, sonra da yemyeşil çimenlerin üzerine uzanmış gibi, ya da deli gibi susayıp kana kana su içmiş gibi, ya da belki de sadece bedenim canlı, ruhum ölü gibi…
İhtiyar adamın gözleri üzerimde…
“Beyefendi, çok özür dilerim, size çok garip gelecek bir soru olacak bu biliyorum, ama nereye gidiyor bu tren?”
“Asıl sen nereye gidiyorsun?” diyor ihtiyar adam, soruma aldırmadan.
Saatine bakıyor, sonra hiçbir şey söylemeden oflayarak yerinden kalkıyor, kompartıman kapısını açıp uzunca bir süre süzüyor beni, başını iki yana sallayıp dışarı çıkıyor. Tuhaf biri diye düşünüyorum, çok tuhaf. Şimdi bu hareket halindeki eski trende, eski kompartımanda bir başınayım. Hafızamı kaybetmiş olabilirim, belki bir kaza geçirdim ya da trene binerken başımı çarptım. Bir yerimde kanama, ağrı sızı var mı diye yokluyorum kendimi, bir şeyim yok, en azından fiziksel bir şey. Kompartımanda ne bavul, ne de başka eşya var. Dört kişilik bu yerde, geçmişsiz öylece duruyorum. Üzerimde kim olduğumu gösterecek bir kimlik, bir ipucu da yok. Cüzdanım ve param da… Hatta biletim… Belki de yapmam gereken en iyi şey, koridora çıkıp birilerini ya da kondüktörü bulmak ve gelen ilk istasyon neresiyse orada inmek. Tam o sırada, güzel bir kadın giriyor kompartımandan içeri. Onu görünce yerimden kıpırdamıyorum. Kadın, başını hafifçe eğerek selam veriyor. Karşılık veriyorum ben de. Otuzlu yaşlarda olmalı. Üzerinde bir kot, evden aceleyle çıkmış görüntüsü veren yanları sarkmış bir tişört var.
“Rahatsız etmiyorum ya?” diyor kibarca. Sesi, vurgusu, tonlaması hayranlık uyandırıcı…
“Rica ederim buyurun” evime gelmiş bir misafire yer gösterir gibi karşımdaki koltuğu göstererek.
“Dışarısı çok karanlık, burada güvendeyiz değil mi?” diye soruyor, bakışları pencere dışındaki siyaha takılı.
“Çok özür dilerim, ama ben bu trenin nereye gittiğini bilmiyorum. İnanmayacaksınız belki ama nasıl bindiğimi bile hatırlamıyorum”
“Trenler, hep bir yerden, bir yere giderler. Sizce önemli mi nereye gittiği?”
“Tabii ki! Yani anlamaya çalışıyorum. Belki de hafızamı kaybettim.”
“Hafıza dediğiniz şey geçmişin yaşanmışlıkları. Bırakın yaşadıklarınız, yaşadığınız anda kalsın. Zaten olup bitmiş, onları hatırlamanıza gerek var mı?”
Neden karşıma çıkanlar, soruya soruyla karşılık veriyor anlayamıyorum. Belki de rüya görüyorum. Evet, bu rüya olmalı. Uyandığımda yatağımda olacağımı umarak, gözlerimi tekrar kapatıyorum. Bir süre öylece bekliyorum. Her şeyi hissediyorum, trenin sarsıntısını, karşımdaki kadının tanıdık gelen kokusunu, boşluğu, hiçliği, her şeyi… Gözlerimi aralıyorum. Yalnızım. Bir süre, hiçbir şey düşünmeden cama başımı yaslayıp kıpırtısız geceye bakıyorum. Her soru, başka bir soruyu getiriyor burada. Hareket etme, öğrenme isteksizliğinde boğuluyorum. Bir denizanası gibi yayılmak istiyorum olduğum yere. Bu kez, elinde oyuncak bebeğiyle küçük bir kız çocuk giriyor içeri. Belki de yaşadıklarım, birleştirince buradan çıkacağım bir oyunun parçaları. Küçük kız karşımdaki koltuğa oturuyor. Bebeğini sallamaya, kısık sesle ona ninni söylemeye başlıyor.
“Annen nerede çocuğum?”
Bebeğinden kaldırdığı gözlerini, gözlerime dikiyor. Kocaman mavi gözleri var. Sarı saçları örülmüş.
“Sen masal biliyor musun?”
Bir soru daha.
“Bilmiyorum”
Ayağa kalkıyor, hiçbir şey söylemeden geldiği gibi küçük adımlarla gidiyor.
Artık ne dışarı çıkmak, ne de gelen yolculara soru sormak istiyorum. Gözlerimi kapatıyorum, trenin ritmik sesi ninni gibi geliyor kulağıma, sanki bir beşikteyim, hafifçe sallıyor biri beni.
Trenin tıkırtılarını duymaz olduğumu fark ettiğimde açıyorum gözlerimi. Pencereden gelen ışık yüzümü yalayıp geçiyor.
Saat yine sabahı gösteriyor. Yataktan kalkmadan başucumdaki çekmeceyi açıyorum. Unutturma haplarını avucuma döküp sayıyorum. Beş tane kalmış. Doktor sanki odamda kulağıma fısıldıyor. “Unutturma haplarından birden fazla almamalısınız, bu aşırı doza girer. Çok tehlikeli, dikkat edeceğinize inanmak istiyorum. Ayrıca şu kâğıdı da imzalamalısınız, sorumluluğu aldığınıza dair. Hafızanız size oyunlar oynayabilir, halüsünasyonlar görebilirsiniz. Hayalinizde yaşattıklarınızı gerçek, gerçekleri hayal sanabilirsiniz. Bunun ayırdına varınca unutmak istediklerinizi anımsarsınız. Tek bir şişe veriyorum, sonra tedavinin ikinci aşaması”
Yataktan kalkmaya gücüm yok. Bir ses duyunca başımı kaldırıyorum, bana doğru koşan küçük kızı, kızımı görüyorum. Kocaman mavi gözlerinin içinde yaşam sevinci öyle parlaktı ki gözlerim kamaşıyor. Kızımın arkasından gelen kot pantolonlu kadın, karım… İnanamıyorum. Karım, sevgiyle, biraz da kızgınlıkla gülümseyerek yürüyor bana doğru. İstasyondayız.
“Aykut, öldürdün beni hayatım. Telefonunu, çantanı hatta cüzdanını bile takside unutmuşsun. Taksi şoförü peşinden çıkmış, bulamamış seni. Sonra telefonundan bana ulaştı. Ben tanıyamam belki beyefendiyi, gelebilir misiniz dedi. Tren saatin kaçmadan yakalayalım seni diye ben de apar topar çıktım. Ahu’da takıldı peşime.”
Ağlamaya başlıyorum. Sımsıkı sarılıyorum onlara. Gerçek olamayacaklarını biliyorum yine de öylesine sıcaklardı ki.
“N’oluyor kuzum? Alt tarafı iki günlüğüne gidiyorsun, saçmalama Allah Aşkına!”
“Serap, lütfen, lütfen gitme”
“Hay Allahım, iyi misin sen? Hey! Ben değil, sen gidiyorsun. Gören de ilk kez ayrılıyoruz sanacak”
O sırada arkasında başı önünde bekleyen taksi şoförüne takılıyor gözüm. Adam saatine bakıyor.
Gitmeyin demeye kalmadan Serap, Ahu ve adam kayboluyorlar. Yoklar…
İstasyonun adı tavandan yüzüme doğru yaklaşıyor. Karımla kızımı, en son gördüğüm yer. Unutmak istediğim her şeyi hatırlıyorum tekrar, acıyla. Bu istasyondan yolcu etmişlerdi beni. Dönerlerken… Taksi… Gözlerim buğulanıyor. Bir kırmızı hap daha atıyorum ağzıma.
Gözkapaklarımın üzerinde sanki tonlarca ağırlık var.
- İtiraf Odası - 1 Aralık 2022
- Düşsüz Adam - 1 Temmuz 2021
- Gergedan Sami, Zargana Hamdi ve Ben - 1 Şubat 2021
- Gölgesiz Kadınlar - 1 Kasım 2020
- Çekmeceler - 1 Temmuz 2020
Merhabalar. Yine Nurdan Atay ve yine güzel bir öykü. Yalnız bu seferki sizden okumaya alıştığım öykülerin dışında, farklı ama yine de bir o kadar güzeldi. ”Garip… Neden bu kadar sakinim bilmiyorum. Boşluk, sanki beni rahatlatan bir duygu… Çok koşmuş çok yorulmuş, sonra da yemyeşil çimenlerin üzerine uzanmış gibi, ya da deli gibi susayıp kana kana su içmiş gibi, ya da belki de sadece bedenim canlı, ruhum ölü gibi…” Bu satırları ayrıca çok sevdiğimi belirteyim. Hikaye etmede şimdiki zamanı kullanmışsınız farklı ve güzel olmuş, yakışmış. Bu arada nedendir bilmem son ana kadar karakterin kadın olduğunu düşündüm 🙂 Tebrikler. Elinize sağlık.
Merhaba;
Öncelikle teşekkür ederim güzel sözleriniz için. Karakteri kadın olarak düşünmeniz benim için dikkat etmem gereken bir uyarı niteliğinde oldu. Kadın yazar okuduğunuz için bu izlenimi doğurmuşsam demek üzerinde daha çok durum gerekiyor. Gelecek öykülerde görüşmek dileğiyle…
Yukarıdaki yorumun aksine imzada adınızı görmesem bile bu öykünün size ait olduğunu anlardım ben, diyorum. Nasıl bilmiyorum, belki üslup, belki kelime seçimi, belki dil belki de öyküdeki atmosfer ama tanırdım yine sizi.
Geleyim öyküye; çok yalın, çok dingin bir öykü. Ne eksik ne fazla var, tam kararında. Bunu tutturmak da büyük başarı fikrimce. Sizin de öykülerde dikkat ettiğiniz bir husus olan geçişlere gelince; gayet başarılıydı. Açılış ve kapanışın aynı cümleyle olması etkileyiciliği artırmış.
Çok hoşuma giden yerleri yorumlarımda alıntılamayı seviyorum. “Bir denizanası gibi yayılmak istiyorum olduğum yere. ” Bunu sevdim.
Okurken gözüme tek takılan “Bu kez, elinde oyuncak bebeğiyle küçük bir kız çocuk giriyor içeri.” cümlesinde “çocuk” yerine “çocuğu” daha mı doğru sanki? Çok da önemsiz aslında ama siz bu küçük hatırlatmaları faydalı bulduğunuz için belirttim bunu da.
Öykünün adı da hoş. Temiz yazılmış denir ya, öyle bir öykü bu.
Kaleminize kuvvet.
Sevgiler 🙂
Merhaba;
Çok teşekkür ederim Öznur Babur. Kanımca tüm uyarılar bizim dikkatimizi arttırıyor be nedenle de çok teşekkürler. Bir arkadaşım daha bana “senin öykülerini ismin olmasa da tanırım” dedi, ben o zamanda bunun iyi mi kötü mü olduğunu bilemedim. Aslında kendi içimde farklı denemeler yapmaya çalışıyorum. Bunun üzerinde biraz daha düşünüp araştıracağım. Belki de iyisi, kötüsü yoktur:)Gelecek öykülerde görüşmek üzere. (Bu arada koleksiyoncu için ne yazacağınızı-ne yapayım “siz”e geçtim siz sizli yazınca- çok merak ediyorum. Çok da güzel bir öykü bekliyorum)Sevgiler…
Merhaba, her bir kelimeyi incelikle ve ustaca nakşetmişsiniz. Buraya beğendiğim yerleri alıp, kopyalamak istesem “öykünün tamamını” kopyalamam gerekecek. 🙂 Roman yazmayı düşünüyor musunuz? Bilmem ama eğer bir roman yazarsanız, bir kopyası kitaplığıma ekleyeceğim. Kaleminize kuvvet. Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…
Merhaba Servet Tursun;
Çok teşekkür ederim bu güzel yorumunuz için. Roman pek düşünmüyorum, öykü üzerine yoğunlaşmış durumdayım açıkçası. Hatta gittikçe daha da kısaltmaya çalışıyorum öykülerimi. Yapmaya çalıştığım fazladan bir cümle hatta kelime olmaması. Buna özellikle dikkat ediyorum ve bu nedenle yazdığım öyküler üzerinde çok gel-git yapıyorum. Bir tuğla çektiğinizde duvarın yıkılması gibi olmalı her kelime. Kelimeler bizim tuğlalarımız özenle birleştirmeli onları… (adını anımsayamadığım bir yazarın sözleri bunlar aşağı yukarı böyle olmalı)
Gelecek öykülerde görüşmek üzere
Not: Öykü kitabım çıksa onu almayacak mısınız yoksa?:)
Tekrar merhaba, tabii ki alırım. 🙂 Ne tür olursa olsun, üzerinde emek harcanmış ve güzel olan her türlü kitap, benim için değerlidir.
Teşekkür ederim incelik gösterdiniz.
Ben karakterin erkek olduğunu düşünmüştüm. Sonuçta kendisine geldiğinde pek de endişeye kapılmıyor, kendisini güvende hissediyor. Bir erkeğin kendisini bilmediği yerde bulmasıyla bir kadınınki tamamen farklı olmalı diye düşünüyorum.
Benim de oyum geçerli olsun o halde, ben öykülerinizden sizi tanıyamazdım. Yani kalite bakımından her biri birbirinden üstün olsa da tarzınız hem teknik anlamda hem de duygusallıkta (özellikle duygusallıkta) kendisini asla tekrar etmiyor.
“Kompartımanda ne bavul, ne de başka eşya var. Dört kişilik bu yerde, geçmişsiz öylece duruyorum. Üzerimde kim olduğumu gösterecek bir kimlik, bir ipucu da yok. Cüzdanım ve param da… Hatta biletim…”
Öyküyü ikinci kez okuduğumda, bu cümlede yaşadığının sanrı olduğunu düşündüm. Sonuçta hapı almadan başına ne geleceğini, yani hafızasını kaybedeceğini biliyordu. Hazırlık yapmalıydı. En azından para konusunda.
“Saat yine sabahı gösteriyor. Yataktan kalkmadan başucumdaki çekmeceyi açıyorum.” deyince, bu sefer gördüklerinin halüsinasyon değil de rüya olduğunu düşündüm.
Hemen ardından eşinin ortaya çıkması ve kendisini istasyonda bulmasıyla herşeyin başlı başına halüsinasyon olduğuna karar verdim. Aklında kalan endişesi, yani yanında hiçbir eşyasının olmayışını da bu şekilde, yani takside unutmasıyla maskelediğini, yeni bir hikaye, yeni bir neden bulduğunu düşündüm.
“Serap, lütfen, lütfen gitme”
Ne anlama geldiğini anlamam zaman aldı. Ve itiraf etmek gerekirse benim de gözlerim buğulandı.
Son cümle her ne kadar hoşuma gitse de şöyle bir değişiklik önereceğim:
“Gözkapaklarımın üzerinden sanki tonlarca ağırlık kalkıyor.” (ilk cümle)
“Gözkapaklarımın üzerine sanki tonlarca ağırlık çöküyor.” (son cümle)
Kaleminize sağlık, öykünüzü okumak bir zevkti.
Merhaba;
Yorumlarınız için çok teşekkürler. İlk ve son cümlenin söylediğiniz şekilde olması da güzel olmuş. Bu şekilde değiştirebilirim. Öykü bir döngü içinde olduğundan sanrı, gerçek birbirine karışıyor, zaten karakter de bu karışıklığı yaşıyor. Bunu verebildiysem sevindim. Gelecek seçkilerde görüşebilmek dileğiyle…
Merhabalar. Haddim olmayarak bu öykünüzün, “Karanlıkta Birkaç Adam” ve “Marioti”nin gerisinde kaldığını düşünüyorum. Elbette her öykü ayrı bir hikâye, ayrı bir dünya. Ama beni yazmaya kışkırtan fikir açıkçası bu oldu. Eleştirilere açık olmanızdan cesaret alarak öykünüzle ilgili birkaç değerlendirmemi paylaşmak istiyorum:
Öykünüzü okurken sürekli “bir şeyler eksik mi?” hissi oluştu bende. Öykünün hatası yok denecek kadar az, kurgusu da tamam. Matematik iyi. Hayal-gerçek çatışması, karanlık ve tren metaforu, finalde ağır trajedi o da tamam. Peki, eksik olan ne? Hikâyenizi bir kez daha okuyunca kendimce bir cevap buldum: Acı!.. Biraz klişe olacak ama bence bu öyküde acı yok 🙂 Acıyı hissetmeyince de öykü biraz ne bileyim yavan kalmış gibi.
Peki, acı neden yok? Yaşananlar trajik değil mi? Gayet de trajik. Buna da kendimce bir açıklama buldum. Bu hikâyenin kalbi neresi diye düşündüm. Bence kalbi ana karakter. Yani adam. Maalesef ben öykünün başından itibaren çizilen karakteri bir türlü kafamda canlandıramadığım için (kesinlikle cinsiyetten bahsetmiyorum, empati kuracağım karakter ve ruh dünyası kastım; mesela karanlıktaki birkaç adam kanlı-canlı gözümün önünde konuşuyorlardı) düğüm bölümünde yaşadığı arada kalmışlığı da bir yere oturtamadım. Bunun sebebi belli elbet. Adam ilaç tesirinde. Ne olduğunun kendi de farkında değil. Sonunda anlaşılıyor. Ama dedim ya, matematik tamam zaten. Lakin bu detay öykünün düğümü çözülene kadar yaşananları öyle havada bırakıyor ki… Kendinden habersiz biri, hayali bir tren, sorulara soru şeklinde cevap veren hayali karakterler, manalı manalı ifadeler… İş nereye varacak acaba? Bilim-kurguya mı gidecek, yoksa drama mı da bağlanacak? Dur bakalım.
Anlatabildim mi bilemiyorum. Öykü duygu olarak aksak gidiyor sanki. Karakterin gizemi, hissiyata perde olmuş gibi. Hani durum öykülerinde etkili bir anlatım aranır ya, ben öyküde onu bulamadım sanırım. Eminim öykünün sonunda açığa çıkacak bir acıyı-trajediyi, hikâyeyi anlatırken de okuyucuya ince ince yaşatmak büyük bir ustalık gerektiriyordur. Acıyı tüm benliğiyle yaşayan bir karakteri hakkıyla resmetmek muhakkak çok çok güçtür. Ama duyguyu okura geçiren unsurlardan biri de belki bu hünerdir.
Naçizane, benim öykünüzde eksikliğini hissettiğim şey bu oldu ve severek okuduğum bir yazar olduğunuz için paylaşmak istedim 🙂 Hatamız, kusurumuz olduysa af ola.
Elinize sağlık..
Merhaba;
Öncelikle eleştiriniz için çok teşekkür ederim. Öyküde eksik yanın acı olduğunu söylemişsiniz. Bunu açıkçası hiç düşünmemiştim. Öykünün başında adamın duygu boşluğunu sakinlik olarak verip sonunda bunun bir sanrı olduğunu anlatmaya çalıştım. Okur olarak bir eksiklik hissetmeniz çok doğal. Ben de bu öyküde çok gelip gittim. Birkaç farklı son, birkaç farklı giriş yaptım. Bu şekliyle göndermeye karar verdim ama bu demek değildir ki öykü son şeklini aldı. Benim için belirli bir süre sonra tekrar dönüp bakacağım bir öykü. Sizin buradaki eleştirinizi de göz önüne alarak tabii.
Hata, kusur ne demek bilakis hepimiz için birbirimize destek olmanın en iyi yolu eleştirmek diye düşünüyorum. Sonuçta bu platformda yazmamızın nedenlerinden biri de bu kanımca. Tekrar teşekkürler. Gelecek öykülerde görüşebilmek dileğiyle