Öykü

Pazuzu, 3. Kısım

NOT: Bu öyküyü daha iyi anlayabilmeniz için PAZUZU ve PAZUZU, 2. KISIM adlı öyküyü öncelikle okumanız devamlılık açısından yararlı olacaktır.


3. Kısım

“Bir gün imparatorluktaki her asker senin için kurban edilen boğanın kanıyla yıkanmak zorundadır. Ertesi gün bir de bakmışsın doğumgününü bile hatırlayan yok.”

Neil Gaiman – Amerikan Tanrıları

 
Evliliğimizin ilk yıllarında Didem’le bir tatil hayalimiz vardı. Demiştik ki; bir yaz sadece bir araba kiralayacağız, yanımıza sadece birer çanta alacağız ve sadece gideceğiz… Ne kadar kalacağımızı, nerede kalacağımızı, nereye kadar gideceğimizi bilmeden, sadece önümüzdeki yolu takip ederek gidecektik.

Şimdi bir kediden aldığım ipuçlarından yola çıkarak kiraladığım arabayla, arka koltukta sadece bir çanta varken, bilmediğim yollarda saatlerce yol almak aklıma o eski günleri getirdi yine. Evdeki televizyonda gördüğüm görüntüler, internette karşıma çıkan araştırmalar, Pazuzu’nun, o kedinin, ve hatta Hüzün Ana’nın konuşmaları beni tek bir yere yönlendiriyordu. Hasankeyf…

Sabahın ilk ışıklarından gece yarısına kadar yolda geçirmiştim zamanımı. Gittiğim yolları tam olarak bilmiyordum, o yüzden oraya varmanın ne kadar zaman alacağına dair de hiçbir fikrim yoktu. Öğlen bir yerde durup çorba içtim, akşam yemeği yerine, depoyu doldurmak için durduğum benzinlikten hazır bir sandviç aldım, bir de Hüzün Ana’nın yanımda mutlaka bulundurmamı söylediği sigarayı bitirdiğim için yeni bir paket kırmızı Marlboro.

Saat geceyarısını biraz geçmişti ki gözlerimin kapanmaya başladığını, uyumadan araba kullanmaya daha fazla dayanamayacağımı farkettim. O anda bir yanım durmamayı umut etti. Devam etseydim, belki birkaç dakika sonra, ya da yarım saat sonra, ya da belki de bir saat sonra uyuyakalıp kaza geçirseydim ve ölseydim ne değişirdi ki? Yolda ölmekle yolda ölmemek arasında hiçbir fark göremiyordum zaten. Bu düşünceye rağmen birkaç dakika sonra yolun karşı tarafında ışıltısız, arkadan florasan lambayla yakılmış bir Yıldız Pansiyon tabelasını gördüğüm zaman durdum. Yolda ölmekle hiçbir derdim yoktu; ama eğer ölemezsem, hastaneye gidecek olursam, yeni insanlar gelip halime acıyacak olursa buna katlanabilir miydm emin olamadım. Ölmek mi istiyordum; bunu adam gibi yapmanın ve kesinlikle gerçekleştiğinden emin olmanın başka yolları vardı. Arabanın arka koltuğundan çantamı alıp kapıları kilitledim.

Yıldız Pansiyon uzun süredir yeniden boyanmamış gibi görünen açık yeşil duvarlarıyla üç katlı küçük bir binaydı. En üst kattaki pencerelerden bir tanesinde perde görünmüyordu, onun hemen altındaki pencerenin ise tahta çerçevesi yer yer aşınmış ve sökülmüştü. Hemen önümde resepsiyon, lobi ve restoranın garip bir karışımı vardı. Kapıdan girdiğim zaman, bir ucunda bir mutfağa açılıyor gibi duran bir kapı, öbür ucunda büyük bir defter ile bir cam şişe limon kolonyasının bulunduğu tahta bir masa ile bu masanın arkasında yazar kasayla birlikte duran bir adam, duvara monte edilmiş eski model bir büyük televizyon ile altı-yedi demir masa gördüm. Masalardan bir tanesinde iki adam oturuyor, rakı içiyorlardı. Masanın üstünde yemek için sadece kuruyemiş vardı.

Yazar kasa ve tepesindeki adamın bulunduğu tahta masaya doğru yollandım.

“Müsait odanız var mı?”

Kafasının keli yavaş yavaş kendini belli etmeye başlamış adam uzun uzun baktı yüzüme. Ardından sanki arkamda başkalarını saklıyormuşumcasına sağıma soluma bir bakış fırlattı. Gözlerini kısarak tekrar gözlerime dikti.

“Bir kişi mi?” diye sordu sonunda. Başımı sallamakla yetindim.

“Var bir odam. Ne kadar kalacan sen?”

“Sadece bu gece.”

“Nakit alıyorum. Elli lira. Sabaha kadar sıcak su yok ama. Saat sekizde istersen kahvaltı var menemen yumurta.”

“Teşekkür ederim.” dedim, adam fikrini değiştirmeden cüzdanımdan bir ellilik banknot çıkararak uzattım. “Yiyecek bir şeyler var mı acaba?” diye sordum parayla birlikte.

“Mutfak kapandı.” dedi adam. Cevabı düşünmesi hiç zaman almamıştı.

“Peki.” diyerek çantamı tekrar omzuma aldım, adamın uzattığı anahtarı aldım. 8 yazıyordu üzerinde.

“En üst katta odan.” dedi adam ben arkamı dönüp giderken. Merdivenleri çıkmaya başlamıştım ki aşağıdan tekrar seslendi; “Ekmeğin arasına peynir koyup getiririm ben şimdi!”

Aşağıya doğru teşekkür ettim, ikinci kata çıkan merdivenleri de teker teker çıktım ve üzerine beyaz boyayla 8 yazılmış olan tahta kapıyı buldum. Sinir bozucu bir fotosel vardı, ben anahtarı kapıya sokmak için eğilip kalktıkça kapanıp açılıyordu ışıklar. Sonunda anahtar deliğini bulup anahtarı çevirdim ve hafif bir zorlamayla kapıyı açtım.

Kapının yanında ışıkları açmak için bir düğme bulamadım; ama antreden gelen ışık sayesinde yatağın yanındaki komodinin üzerinde duran gece lambasını seçebildim. Onu yaktım. Oda küçüktü. İki tane tek kişilik yatak, bir küçük sehpa, bir komodin ve bir sandalye vardı. Hemen kapının yanında, dışarıda bir tuvalet de vardı; ama hemen elimi yüzümü yıkayıp, çişimi yaparken kesinlikle burada duş alamayacağımı farkettim. Çürümüş bir koku vardı ve midem kalkmıştı. Neyse ki pansiyon sahibinin getirdiği beyaz peynirli ekmek midemi az çok kendine getirdi. O daha arkasını dönemeden üç-dört lokmada bitirdim ve tabağını geri verirken tekrar teşekkür ettim. Adam belli ki yabancılarla içli dışlı olmayı pek istemiyordu, sadece başını eğdi ve çıkarken kapıyı arkasından kapattı.

Yataklardan pencereye yakın olana uzandım. Perde olmaması sandığım kadar rahatsız etmedi; kaldı ki çevrede içeriye görebilecek başka bir bina da görünmüyordu. Arabada düşündüklerimi geçirdim içimden. Ölmek… Tüm bu yaşadıklarımı sonlandırmak için hiç de fena bir fikir değildi. Karım zaten ölmüştü. Kızım fiziksel olarak burada bir yerlerdeydi; ama o yaşayanın kızım olup olmadığını bilmiyordum. Pekala o da o vücudun içinde, derinde bir yerlerde çoktan ölmüş olabilirdi. Canım kızım…

Yatağın karşısındaki duvarda çerçevesiz, uyduruk camdan yapılmış küçücük bir ayna vardı. Filmlerde gördüğüm gibi yumruğumla aynayı kırsaydım, parçalardan birini alıp bileklerimde boylamasına kesikler açsaydım olmaz mıydı? Bir yerlerde okumuştum, o kadar da acımıyormuş, ölmeden önce de bayılıyormuşsun. Acaba Didem de karnına tüm o bıçak darbelerini yerken ölmeden önce uyuyacak fırsatı buldu mu? Çok canı yanmadan ölebilmiştir diye umdum.

Sağ gözümde huzursuz edici bir damla yaş vardı. Sol elimin tersiyle damlayı uzaklaştırdım. Yanıma dönerek çantamdan dolu sigara paketini aldım, yatakta biraz doğruldum, sigarayı yakıp ilk nefesi ciğerlerime çekmeden hızlıca dışarı verdim. Didem sigarayı bırakmadan önce alıştırmıştı beni buna. Bir yerde okumuştu, ilk nefesin dumanı sadece ateşten çıkan karbonmonoksit olduğu için en zararlısıymış, o yüzden sigarayı yakarken ilk nefesi içime çekmemeliymişim. Şimdi niye çekmeyeyim ki? Yaktığım sigarayı ağzımdan içeri, ta boğazıma soksam, saplasam bile ne değişir?

Kafamı toparladım. Ölüm… Etrafımda başka ölüm yolları aramaya başladım. Duvarlarda sağlam borular var mı diye baktım. Belki kendimi asabilirdim; ama bunun çok hoş bir deneyim olmayacağına kanaat getirdim. Yusuf Atılgan diye bir adamın bir kitabı vardı. Anayurt Oteli. Orada okumuştum, erkekler boğazlarından asıldıkları zaman erekte olurlarmış. Bu şekilde ölecek olsam bile beni buldukları zaman vücudumun tahrik olmuş gibi görünmesini istemedim. Son birkaç günde yaşadıklarımın tahrik edici hiçbir yanı yoktu. Kimsenin aksini düşünmesini kaldıramayacağıma kanaat getirdim.

Yataktan kalkarak pencere pervazına yaslandım. Çift kanatlı pencerenin bir kanadını açtım, dışarıdan gelen temiz ve serin rüzgarın kendimi iyi hissettireceğini düşündüm. Olmadı. Aşağıya baktım. Aslında üç kat vardı, ölmek için yeterli; ama ölmemek için de iyi bir kumar. Düşüşün beni öldürebileceğine ikna olmadım. Sigaramdan bir nefes daha aldım. Dibine kadar içtiğimi farketmemişim, nefesimi çektikçe filtresi içine doğru yanmaya, sıcaklık parmaklarıma ve filtreye bastıran dudaklarıma yayılmaya başladı. Filtrenin önünde Marlboro yazısı küllerin arasına karıştı, sıcaktan dudaklarım yapıştı filtreye. Tekrar yaşlar gelmeye başladı gözümden. Bu sefer uzuvlarım beynimin sesini dinlememeye karar verdi, parmaklarım istemsizce sigarayı ağzımdan çekti ve pencereden aşağıya bıraktı. Dudaklarım yanıyordu.

Dudaklarım sızlarken tekrar yatağa uzandım. Bu gece ölemeyecektim, belliydi. Belki yarın bir eczaneden ilaç alırım, şöyle kutuyla ağzıma attığım zaman öldürebilecek bir şey… diye düşündüm. Bu düşüncenin verdiği rahatlıkla uyuyabileceğime karar vererek gözlerim tavana dikili, uykunun gelip beni almasını bekledim. Didem’in sesi kulaklarımda çınlamasaydı, belki de o saniye dalabilirdim uykuya.

“Seni öpsem uyumana yardımı olur mu?”

Sarsılarak yanıma döndüm. Pencereye uzak olan yatakta upuzun, yarı-saydam yeşil bir elbise içerisinde genç bir kadın yatıyordu. Saçları siyah, teni beyaz, gözleri biraz çekikti. Sanki uzak doğulu değilmiş de, öyle görünmesi için makyaj yapmış gibi; ama makyajsızdı. Kadın benim karım değildi; benim karım kadar güzel de değildi; ama dünyanın en şefkatli gülümsemesiyle ağzı aralanmış, gözleri kısılmıştı. Sanki dünyanın çocuklarına canından çok değer veren tüm anneleri tek bir beden olmuş, benim aracılığımla teker teker kendi çocukları için endişelenmek istiyormuş gibiydi. Yine de, sesi ne kadar benzerse benzesin bu kadın Didem değildi.

“Odamda ne işin var?” diye sordum, nezaketi bir yana bırakarak. Günlerdir oynadığım bu bilmeceli oyunlar canımı sıkıyordu.

“Tara…” dedi usul bir sesle. Sanki benim kabalığımdan hiç gücenmemişti. “Kuan Yin, Mary, Maria, Meryem… Çok adım oldu şimdiye kadar.”

Sinirimin bozulmasına engel olamadım ve gülmeye başladım. “Harika, bir Tanrı daha. Bir küçük kız, bir kedi, bir de kadın… Bir sonrakini nasıl göreceğimi çok merak ediyorum!”

“Bir sonraki göreceğin Tanrı Pazuzu olacak Harun. Bunu sen de biliyorsun.” dedi yine o nazik sesiyle. Sanki Pazuzu’yla karşılaşacak olmam onu çok üzüyormuş; ama elinden bir şey gelmiyormuş gibi. Tıpkı annemin küçükken parmağımı paslı bir demir tel kesti diye tetanoz aşısı yaptırmaya götürmesi gibiydi. Benim çektiğim acı onu da parçalıyordu; ama benim yerime aşıyı kendisine vurduramayacağının da farkındaydı.

“Ne istiyorsun benden?” diye sordum sözlerinin beni etkilememesi için çabalayarak.

“Huzur bulmanı. Didem de bunu istiyor.”

“Karımdan bahsetme. Hatta onun ağzıyla da konuşma.”

Tara yatakta doğruldu, istemsizce ben de doğruldum. Karşılıklı yataklarda oturmuş birbirimize bakıyorduk şimdi.

“Ben onun ağzıyla konuşmuyorum Harun. Sen benim ağzımdan onun sesini duyuyorsun. Onun sesini özlemişsin.”

Gülmemi tutamıyordum, ve tutamıyor olmam daha da çok sinirimi bozuyordu.

“Yukarıda size haber verdiler mi bilmiyorum; ama Didem öldü. Özlemem doğal değil mi?”

“Elbette; ama özlemek tek başına yeterli değil. Özlerken üzülmen, kızman, mutlu olman, ağlaman, bağırman, fısıldaman, iç çekmen, yakarman, uyuman, uyuyamaman, tekmelemen, söylenmen, mırıldanman, kabul etmen, karşı çıkman, nefes alman, nefes vermen gerekiyor. Nefes al Harun. Nefes almıyorsun.”

O konuşurken gülmeyi kestim. Söyledikleri anlamlı gelmiyordu; ama bir şeyler boğazımda düğümlenmişti. Ciğerlerimi çoktan terk etmişti bir şeyler, yukarıya, gırtlağıma yükselmek, ağzımdan çıkıp özgür kalmak istiyordu, ve ben boğazımda kalmaları için çok uğraşıyordum.

“Didem öldü diyorsun; ama sen de şu an yaşamıyorsun. Sadece hayatta kalıyorsun” Yataktan kalkarak yanıma geldi, diz çöktü. Gözlerim doluyordu, ona bakmak istemiyordum, kafamı çevirdim. Sağ elini kaldırarak yüzüme dokundu. Elleri soğuktu; ama rahatsız etmiyordu soğukluğu.

“Sadece hayatta kalıyorsun.” dedi tekrar. “Sadece soluk alıyorsun, kalbinin atmasına, kanın damarlarında dolaşmasına yetecek kadar. Aklınla hükmedebilsen ondan bile vazgeçeceksin.”

Yutkundum; ama boğazımda düğümlenen şey aşağı inmek yerine iyice yukarı çıktı, gırtlağıma yapıştı.

“Doğduğun zaman aldığın ilk nefesle ağladın ve o an yaşamaya başladın. Şimdi yaşamaya tekrar başlaman gerekiyor. Nefes al…”

Bir şeyler söylemek istedim ona; ama ağzımı açamadım. Açarsam, şimdi gırtlağımda olan o şey kaçacaktı.

“Nefes al Harun.”

Söylediğini yaptım. Gözlerimi kapadım ve burnumdan içeri olabildiğince çok hava çektim. Göğsüm ciğerlerimin şişmesiyle genişleyip açılırken içimde bir yerlerde yeni hücreler canlanıp çoğalmaya başlamış gibi hissettim. Ağzımı açtım ve demin aldığım o büyük nefesi yavaşça verdim.

“Onu çok özlüyorum.” deyiverdim çıkan nefesle birlikte. Neden yaptım bilmiyorum; ama kollarımı onun boynuna doladım ve boğazımda, gırtlağımda, gözlerimde ne varsa hepsinin çıkıp gitmesine izin verdim. Ne kadar bağırdığım, herkesi uyandırıp uyandırmayacağım umrumda değildi.

“Biliyorum.” diye fısıldadı kulağıma. “O da biliyor…”

“Sen… Onunla konuşabiliyor musun?”

“Bazen… Çok tatlı biri. Keşke daha çok yaşasaymış…”

“Ona özür dilediğimi söyler misin?”

Tara kollarımı yavaşça boynundan çekti ve beni yataktaki yerime tekrar oturttu.

“Böyle diyeceğini söylemişti.”

“Nasıl?”

Yatakta belirdiği zamanki şefkatli gülümsemesi tekrar yayıldı yüzüne.

“Demişti ki, özür dilemeye çalışacak, onun bir suçu olmadığına da inanmayacak, ikna etmeye çalışma…

Yine gülmeye başladım; ama bu sefer sinirim bozulmamıştı.

Ne dersen de ikna olmayacağı için özür dilemeye kalkarsa ona benim için tek bir şey söyle-

O anda -bunun Tara’nın bir hilesinden çok benim hayalim olduğunu düşünüyorum- karşımdaki o yabancı, şefkatli kadın yok olup yerini Didem’e bıraktı. Sadece gülümsemesi Tara’ya benziyordu şimdi.

Önemli değil sevgilim. Her şey yoluna girecek.

Dakikalar, belki de saatler sonra tekrar düzenli nefes alabiliyordum ve her iki cümlemden birinde yutkunmam gerekmiyordu. Yatağımdan kalkıp pencerenin kenarında bir sigara yaktım. Tara da yanıma gelerek bir sigara istedi. Bir tane de ona yaktım. Çift kanatlı pencerenin kapalı olan diğer yarısını da açarak bir süre hiçbir şey demeden sadece dışarıyı izledik.

“Teşekkür ederim.” dedim sonunda sessizliği bozarak.

“Teşekkür etmene gerek yok Harun.” dedi Tara. “Senin için endişeleniyorum. Ne yapacağını biliyor musun?”

“Hasankeyf’e gideceğim. Pazuzu’yu bulacağım ve ne istediğini soracağım.”

“Sonra?”

“Bilmiyorum. Kızımı kurtarmak zorundayım… Sen biliyor musun?”

“Neyi?”

“Sonra ne olacağını.”

“Öleceksin.”

Bu cevabı beklemiyordum. “Gerçekten mi?”

“Pazuzu’yla karşılaştığın zaman olmazsa ertesi hafta, ertesi ay, ya da yıllar sonra öleceksin.”

Sadece bir kelime oyunuydu. İnleyerek başımı düşürdüm. Sigara tutan elini çeneme koyarak başımı geri kaldırdı.

“Anlıyor musun beni Harun? Tüm bu olayların sonu, senin ölümünle ve bitiyor, ve sonrası buradayken özlediğin herkese, her şeye kavuşman.”

“O kadar da kötü bir son değil.”

“Hiç değil.”

Sigarasını pencere pervazında söndürdü ve alnıma bir öpücük kondurdu. Benim de sigaram bitmişti, aşağıya bıraktım. Tara bembeyaz ellerinden biriyle elimi tuttu ve beni tekrar yatağın başına getirdi, oturttu. Omuzlarımdan nazikçe iterek yastığın üzerine yatırdı. Yatağın ucundaki pikeyi kaldırarak üzerime örttü ve yanağıma bir öpücük daha kondurdu.

“Şimdi uyu… ve nefes almayı unutma… Tatlı rüyalar…” dedi ve ben on sekiz yıl önce onu habersiz götüren bir beyin kanamasından beri ilk kez annemin sesini duydum.

*

Sabah pansiyondan çıkarken pansiyon sahibinin pis bakışlarıyla karşılaştım. Ben pansiyondan ayrılmadan önce benimle gelip yukarıda odaya bakmakta ısrar etti. Dün gece odadan bir kadın sesi duyduğunu, gizlice birilerini soktuğumu düşündüğünü söyledi; ama odada başka birine dair hiçbir iz bulamadı.

Belki de yıllardır aldığım en iyi uykuyla birlikte tekrar yola koyuldum. Yakınlardaki bir benzinlikten yeni bir harita aldım. Sadece birkaç saatlik yolum kalmıştı Hasankeyf’e. Ne olacaksa olacaktı artık. Dün geceden sonra umrumda değildi. Telefonum çaldı. Arayan Devlet Su İşleri’ndeki müdürümdü. Benim için endişelendiklerini, her şeyin yolunda olup olmadığını öğrenmek istediklerini söyledi, ve tabii ki herhangi bir şeye ihtiyacım olursa onu arayabilirdim; ama asıl sormak istediği şeye birkaç dakikanın sonunda geldi. Ne zaman işe dönecektim?

“Hafta başında başlıyorum.” diye uydurdum. Hasankeyf’ten geri döneceğimi sanmıyordum. Adamın telefondaki sesi değişti, neşelendi. Kısa kısa tekrar baş sağlığı dileyerek, daha fazla zaman istersem anlayış göstereceğini söylerek ve tekrar bir şeye ihtiyacım olursa aramamı isteyerek telefonu kapattı.

Konuşmadan sonra telefonumu kapattım. Odaklanmak istediğim tek şey önümdeki birkaç saat sürecek yol, ardından Pazuzu’yu bulmak ve bu işi nihayete erdirmekti. Bu yüzden pansiyondaki kahvaltıya inmemiş olmama rağmen bir şeyler yemek için hiçbir yerde durmadım. Güneş neredeyse tepeye varmıştı ki; beyaz çizgilerle çevrili mavi bir yol tabelası üzerinde Hasankeyf yazısını gördüm. Üzerinde bulunduğum D955 yolu bir Atatürk Caddesi‘ne dönüşüyordu ki; öncesinde gördüğüm Hasankeyf Kalesi tabelasının gösterdiği şekilde sağa döndüm. Yanımda gürüldeyen, berrak bir suyla geniş bir nehir akıyordu. Yarım saat nehirin yanında otoyolda araba sürdüm, Hasankeyf Kalesi’ni geçtim ve birkaç kilometre ileride, salonumda, televizyonda gördüğüm belgesel karelerindeki kazı alanını farkettim.

Olabildiğince yakın olmaya çalışarak yol kenarına park ettim arabayı. Kazı alanına doğru yürümeye başladım. Mayıs ayına henüz yeni giriyorduk; ama birkaç dakika içerisinde sıcaktan sırılsıklam terlemiştim. Kazı alanına ulaştığım zaman etrafta kimsenin olmadığını farkettim. Çitlerle çevriliydi ve yabancıların izinsiz giremeyeceğine dair bir uyarı vardı; ama çitin başında duran güvenlik kulubesinde bile bir görevli yoktu. Çitlerin üzerinden acemice atlayarak kazı alanının ortalarına doğru ilerlemeye başladım. Etrafımda sadece duvarlar gibi sınırlar oluşturan toprak parçaları görüyordum. birkaç yerde kare ve dikdörtgen biçimli yükselen toprak parçaları vardı. Üzerinde çizik ve işlemeler olan birkaç kaya parçası seçtim; ama bunların dışında hiçbir şey yoktu. Bu kadar mıydı? Neredeydi Pazuzu? Şimdi ne olacaktı?

O an ilk kez aklıma son günlerde dönüp duran binlerce senaryodan en kötüsü geldi. Bunların hepsini ben uydurmuş olabilir miydim? Karım gerçekten ölmüştü; hatta belki kızım da… ve ben yaşadıklarımın üstesinden gelemeyerek, anlamlandıramayarak bir hikaye uydurmuştum. Eski zamanlardan, kim bilir çocukken izleidğim hangi filmden hatırladığım bir şeytan kızımın içine girip karımı öldürmüştü ve bunu yapmasının bile bir sebebi vardı. Peki ya o kedi? Tara? Pansiyon sahibi bile duyduğunu söylememiş miydi Tara’yı? Hüzün Ana’nın tüm dedikleri? Gerçi Hüzün Ana hiçbir zaman açık konuşmamıştı, pekala başka bir şeyden de bahsediyor olabilirdi. Kafam ellerim arasında olduğum yere çöktüm. Deliriyor olmak istemiyordum.

Önümde, birkaç metre ileride dört merdiven basamağı şeklinde bir toprak parçası gördüm. Bir yere iniyor gibi görünüyordu; ama indiği yer dört basamak aşağıda başka bir toprak parçasıydı sadece. Yavaş adımlarla o tarafa gidip ilk basamağın üzerine çıktım. Şimdi biri gelip beni yakalasa, bunlara zarar verdiğim için tutuklanırım kesin… diye düşündüm. İkinci basamağa indim, üçüncü basamağa ve dördüncü basamağa indim. Önümde koskoca bir nehir, altımda da verimsiz bir toprak vardı. Başka da hiçbir şey yoktu ortalıkta. Bir adım daha attım, ve altımdaki toprağın kaymasıyla dengemi kaybederek uzun bir boşluğa düştüm.

Ne kadar düştüm bilmiyorum; ama yere düştüğümde sadece sol ayak bileğim sızlıyordu. Çok yüksekten, karanlığın içinde bir nokta gibi düştüğüm boşluktan güneş ışığı geliyor, birkaç adım öteye kadar aydınlatıyordu; ama toprak duvarlardaki kökler ve ayağımın altındaki çamurlu toprak dışında görülecek bir yer yoktu. Demek burada öleceğim… diye düşündüm. Birkaç gün içinde vücudum susuz, yemeksiz, yorgun düşecek. Yaşam savaşı veren tüm o kahramanlar gibi çamurdaki, sidiğimdeki suyu da içmeyeceğim; hatta belki daha çabuk ölmek için kafamı bir yerlere vururum… ya da… cebimde çakmağım var, anahtarlarım var. Belki anahtar saplayabilirim boğazıma. Hiç olmazsa kan kaybından ölürüm.

“Daha ölmeyeceksin Harun.”

Karşımda duruyordu. Birkaç adım önümde, yukarıdaki güneşin siluet olarak gösterdiği bir suret. Uzun ve sivri kulakları, kocaman sivri dişli ağzı ve fazlasıyla cılız duran vücudu dışında olağan bir insan formu. Kulak tırmalayan, cıyaklııyormuş gibi kesik kesik çıkan hırıltılı bir ses, ve nereden geldiğini anlamadığım; ama kulaklarımda esen hafif bir meltem.

“Kızım nerede?” diye sordum, oyun oynamamak konusunda kendime verdiğim sözü hatırlayarak.

“Kızın öldü Harun. Sen de biliyorsun. Hissetmiştin. O gün öğle yemeğinde yediğin köfteyi çiğnerken içine doğmuştu kötü bir his. Onu karının karnını deşerken gördüğünde zaten biliyordun kızının ölmüş olduğunu. Gerisi sadece bir umuttu.”

“İnanmıyorum sana.”

“Hala umut… ki söylemeliyim, siz insanların en takdir ettiğim özelliği bu. Her şey bitmişken, dibe vurmuşken bile umudunuzu kaybetmiyorsunuz. İnan bana Harun. Kızın öldü. Ben öldürdüm. Başarısız olsam bilirdim.”

“Sen onun içindeydin. Karımı öldürürken, o gece bana geldiğinde… Onu öldürmüş olamazsın.”

“İlk onu öldürdüm. Siz bir gece Didem’le yatakta kavga ediyordunuz. Bu arada terbiyesizlik yapıyorsam özür dilerim; ama öyle güzel bir karın varken, yatakta yapılacak, kavga etmekten daha iyi onlarca şey var. Neyse. Ece, yavrum kabus görüyordu. Aranızda uyuyabilmek için yatağından kalktı, odasından çıktı, sizin kapınıza geldi; ama bağırmalarınızı duyunca rahatsız etmek istemedi. Odasına döndü, o şirin tavşan şeklindeki gece lambasını yaktı. Hatırlıyor musun? İki yıl önce, iş için Almanya’ya gittiğinde kızına hediye almayı unutmuştun da, havalimanındaki bir elektronik mağazasından hemen alıvermiştin. Çok seviyordu o gece lambasını.”

“Sus.”

“Gece lambasını yaktı ve beni gördü. Çığlık atacaktı; ama sesi çıkmadı maalesef. Onu yatağa oturttum ve güzelce anlattım neler yapacağımızı. Dedim ki; “Bak şimdi ben elimi göğüs kafesinin arasına sokacağım, birkaç kaburgan kırılacak; ama kalbini bulacağım. Onu tutup iyice sıkacağım. Öyle bir sıkacağım ki; gözlerin patlayacak gibi olacak. Ağzından, burnundan, kulaklarından kanlar gelecek ve sen öleceksin. Sonra ben senin bedenini alacağım. Üç kişiyi daha öldüreceğim. Bunlardan biri annen.”

“Sus.”

“Ve sonra baban gelip beni bulacak. Onunla bir iş yapacağız. Sonra onu da öldüreceğim. Ondan sonra annen, baban ve sen sonsuza kadar mutlu yaşayacaksınız. Böyle dedim. O ne dedi biliyor musun?”

Konuşacak gücü bulamadım. Ağzımdan çıkacak olan şeyler sözlerden çok uzaktı.

“‘O zaman kavga etmeyecekler mi?‘ diye sordu.”

Dizlerimde derman kalmamıştı, olduğum yere çöküverdim.

“Öldür beni lütfen.”

Bir adım yaklaşıp eliyle çenemden tuttu. Hiç çaba sarfetmeden beni ayağa kaldırdı.

“Onun da sırası gelecek; ama henüz değil.”

“Lütfen. Öldür beni.”

“Önce seninle yapmamız gereken bir iş var Harun. Sana ihtiyacım var? Bana yardım eder misin lütfen?”

“Öldürecek misin beni?”

“Tamam öldüreceğim! Ama her şey sırasıyla. Bana yardım edecek misin?”

“Bana niye ihtiyacın var ki? Tanrı değil misin?”

“Sen de benim kadar biliyorsun ki Tanrılar inanıldıkları kadar Tanrılardır. Başına gelen tüm bu olaylar olmasaydı sen benim varlığımdan bile haberdar olmayacaktın. Kimsenin haberi yok artık eski tanrılardan.”

Ellerini beline koyup volta atmaya başladı. Sinirlenmiş görünüyordu.

“Eskiden olsa bana her cuma ayrı bir kurban verirdiniz. Köylerinize, kasabalarınıza felaket getirmeyeyim, bolluk, bereket içinde olun diye hayvanlarınızı, kızlarınızı bana feda ederdiniz; ama şimdi? Kredi kartı, alışveriş merkezleri, hava durumu spikerleri! Nasıl olur da siz benden, lodosun efendisinden değil de, her akşam on dakika, aynı haritanın önünde konuşan bir adamdan medet umarsınız! Nasıl?”

“Neden ben?”

“Çünkü sen seçilmiş kişisin… Hahaha!”

Kahkahasıyla birlikte yüzüme tükürükler saçıldı.

“Seçilmiş falan değilsin, merak etme. Sadece konumun itibariyle işime diğerlerinden çok yarıyorsun. Senin için yazık, benim için talih.”

“Ne yapacaksan yap. Yeter ki öldür beni.”

“Bana yardım etmeyi kabul ediyorsun yani?”

İyice yanıma yaklaştı. Burnu burnuma değiyordu neredeyse. Tarçınla böğürtlenin karışımı garip bir koku yayılıyordu vücudundan. İçimde kalan son gücü de toparlayıp gözlerinin, o iki kara deliğin içine baktım.

“Karım ve kızımın yanına mı gideceğim?”

“Evet.”

“Bize bir daha dokunamayacaksın orada…”

“Asla.”

“Bir daha ayrılmayacağız…”

“Sonsuza kadar.”

“Kabul ediyorum.”

Pazuzu’nun sivri dişli ağzı kulaklarına kadar gerinerek büyük bir gülümsemeye dönüştü. Eliyle ağzımı tuttu ve avcunun arasına sıkıştırdı. Kendi ağzını açtı ve garip bir ezgiyle üflemeye başladı. Elini bıraktı, cılız bedeni olduğu yerde yığıldı ve çamurlu toprağın içine karıştı.

Ben Pazuzu. Köklerinizi, efsanelerinizi, masallarınızı ve hatta rüyalarınızı unutmakla büyük aptallık ettiniz. Lodos’un, fırtınanın getiricisi, çorak ve kurak toprakların habercisi, türlü felaketin ve afetin efendisiyim. Eski insanlarınız beni tanrıları diye bilir, farklı adlarla bana yalvarırlardı; şimdi bütün o adlarım eski hikayelerinizde, masallarınızda kaldı. Bir tanesi dışında: Pazuzu, Hanbi’nin oğlu, Lamaştu’nun üveyi, güneybatı rüzgarı…

 

Bitiş

Harun Koşaner müdürüne söz verdiği şekilde 30 Nisan 2007, Pazartesi günü işine geri döndü. Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarındaki çalışmalarıyla birden çok terfi aldı. Kimileri onun ailesiyle ilgili yaşadığı bu trajediden sonra kendini işine verdiğini söyler. Diğerleri ise intiharın eşiğinde olduğuna kanaat getirmiştir.

Harun Koşaner 17 Temmuz 2007 günü bir kez daha terfi aldı ve Devlet Su İşleri Genel Müdür Yardımcılığı’na getirdi. 14 Ağustos 2007 yılında törene katılamayan Devlet Su İşleri Genel Müdürü’nün yerine Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Dr. M Hilmi Günter, İsviçre Büyükelçisi Vulter Geyger, Almanya Büyükelçisi Pedre Rugel, Avusturya Büyükelçiliği Ticaret Müsteşarı Richard Mondora, Ilısu Konsorsiyumu Temsilcileri, İdarenin Mühendislik ve Müşavirlik Hizmetleri Konsorsiyumu temsilcileri ve çok sayıda basın mensubunun bulunduğu bir imza töreninde Hasankeyf’te Ilısu Barajı’nın yapılmasına onay veren imzayı attı.

Türkiye’nin ikinci en büyük barajı olacak olan Ilısu Barajı’yla birlikte Hasankeyf Kültürel Alanı olarak adlandırılan ve Ilısu Nehri boyunca devam eden tarihi kalıntılar ile ilçenin belli bir kısmı baraj nedeniyle sular altında kalacak ve bölgede sivil ve doğal hayat büyük bir felakete uğrayacak.

A. Orçun Can

Alanya’da doğdu. Uzun süre Ankara’da, bir süre de Londra’da yaşadı. Uluslararası İlişkiler ve Sinema-Televizyon alanlarında öğrenim gördü. Kitapları Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkıyor, öyküleri Kafasına Göre Dergi ve Kayıp Rıhtım’da yayımlanıyor. Şu an İstanbul ’da yaşıyor; metrolara, çift satır aralığına, kablosuz teknolojiye ve kırmızıya ilgi duyuyor.

Pazuzu, 3. Kısım” için 10 Yorum Var

  1. Selam Orçun,

    Eh sanırım geçen bölüm için bir türlü yapamadığım yorumumu da burada telafi edebilirim.

    Öncelikle unutmadan şunu söylemek istiyorum ki; gelecekte hepimizin tüylerini diken diken edecek, bizleri içten içe titretecek (iyi manada) senaryolar yazacaksın. Maviyi Seven Kız bunu belli ediyordu da Pazuzu adlı üçlemeyle artık bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum. Peki bunu söyleme sebebim nedir? Kurguladığın senaryo mu? Bir bakıma evet. Fakat kendimce bundan daha iyi bir taraf bulunmakta: Bizlere aklından geçenleri hem sade hem de tam anlamıyla verebilmen.

    Hiç kuşku yok ki öykü serini okuyacak çoğu kişi mutlu şekilde ayrılacaktır bu sayfalardan. Zira gerek anlatımın gerekse öykü akışı sırasında okuyucuya vermiş olduğun o “kendi başıma gelmiş de uzun süre sonra bu yaşadıklarımı tekrar okuyorum” hissiyatını yaşatmak kolay kolay her yiğidin harcı değildir. Bunu bilir, bunu söylerim!

    Asıl konuya, yani hikayeye dönecek olursak açıkçası dürüst olmak gerekirse hiç beklemediğim, beklemekten öte ummadığım bir sonla veda ettin. Zira kendimce birçok senaryo türetmiş, hatta içten içe sonunu -biraz da zamansızlıktan olsa gerek- bağlayamayacağın endişesine kapılmıştım. Elbette son derece über olan altıncı hissiyatım beni haksız çıkardı!

    Peki böyle bir sonu beğenmedim mi? Tabii ki hayır! Açıkçası böyle bir yere, gerçek dünyaya ve gerçek hususlara bağlaman çok daha hoşuma gitti. Sadece baştan böyle bir yere bağlanacağına dair en ufak ipucu olmamasından dolayı son kısım süpriz oldu. Fakat sonra bir kez daha düşününce aslında ne kadar güzel bir taktik olduğunu güzelce hazmettim. Zira Pazuzu metninde geçen “Lodos’un, fırtınanın getiricisi, çorak ve kurak toprakların habercisi, türlü felaketin ve afetin efendisiyim.” cümlesi her şeyi anlatıyor. Fazla söze gerek bıraktırmıyor…

    Özetle, fantastik ve realitenin iç içe geçişi bu kadar güzel yansıtılabilirdi. Tekrar tekrar ellerine, kalemine sağlık. Bu öykünün daha uzun olmasını, heyecanla bir sonraki ay gelecek devam bölümlerini okumak isterdim ama buraya kadarmış, canın sağolsun.

    Kısa sürede bu tür yeni öykülerini bekler, halihazırda senaryo – öykü – taslak vb. türünden kenarda kıyıda kalmış metinler varsa bana -yanlışlıkla- ulaştırmanı dilerim!

  2. Kıyı köşe, enlem boylam nerede varsa bir şeyler bulur ulaştırırım ben, yeter ki böyle okunup yorumlannacak olsun.

    Öykünün 3 kısımda bitmesini zaten daha önce de konuşmuştuk. Bu seferki böyle olsun. Belki gelecekte (ama kesinlikle gelecek ay değil) bazı öykülerle geri dönerim Pazuzu’ya.

    Öykünün sonuna gelince de, umarım okuyan herkes için güzel bir sürpriz olacaktır. Kaldı ki; öyküyü yazmaya ilk başladığımdan bu yana değişmemiş olan çok az şeyden biri o sondu ve hep çok merak ettim insanların nasıl karşılayacağını.

    Teşekkürler güzel, uzun, aydınlatıcı yorum için; ama keşke beğenmediğin şeyler için de geri bildirim olsaymış… 🙂

    Umarım daha yediyüzelli insan falan daha okur,
    Tekrar teşekkür ediyor ve kaçıyorum.

  3. Kayıp Rıhtım’ın Aylık Öykü Seçkisi’nden onlarca öykü okudum, ama hiçbirini bu kadar beğenmedim. Bir hata varsa ben farketmedim, kalemine sağlık harika 🙂

    Sonunu da birkaç dakika sonra idrak edebildim gerçekten çok zekice.

    Umarım yeni öykülerini her ay (olmasa da neredeyse her ay) okuyabiliriz 🙂

  4. Merhaba. Tebrik ederim, sürükleyici bir öyküydü. Sonunu da güzel bağlamışsınız.
    Başarılarınızın devamı dileğiyle,

  5. “FRP’sinde oynuyoruz, öyküsünü okumazsak ayıp olur.” diye çıktığım yolu “Vay be ne acayip bitti, devamı yok muymuş bunun ya?” diyerek bitiriyorum. Güçlü kaleminle diğer seçkilerde de öykülerini bekliyorum. Bitiş kısmı da ayrı bir hoştu, tebrik ederim.

  6. Tek tek cevap vererek yer kaplamayayım dedim kusura bakmayın. Güzel yorumlarınız için çok teşekkür ederim.

    galaxie – Koltuklarım her ne kadar kabarmış, gururum da bir o kadar okşanmış olsa da, öykü seçkilerinde benden daha iyileri var gibi geliyor bana. Yine de, bu kadar beğendirebildiysem ne mutlu bana. Mümkün olabildiğince her seçkiye bir şeyler göndermeye çalışacağım. Benim için iyi alıştırmalar oluyorlar ve sürekli üretmeye devam etmek için de şahane bir bahane. Birbirinden farklı olabilir göndereceğim şeyler; ama umarım beğenirsin diğerlerini de.

    Emre Balcı – beğeninize teşekkür ederim. Bir türlü fırsat bulup bu ayki öykünüzü okuyamadım; ama aklımda. En yakın zamanda oturacağım başına.

    Asilkan Büke – Aynı şekilde, ilerideki seçkilere de mümkün olduğunca katılmaya çalışacağım. Yorum için teşekkürler.

  7. Sonunda bakma imkanı bulup da üç bölümü ardı ardına okurken zamanın nasıl geçtiğini, ne ara başlayıp da bittiğini anlayamadım sahiden. İlk bölümün gerilimi, ikinci bölümün devamını merak ettiren geçiş özelliği ve son bölümün bağlayışıyla finaldeki süpriz bir araya gelip çok keyifli, ince bir öykü çıkartmış ortaya. Çok çok beğendim gerçekten.

    Ana karakterimizin kendisini salıvereceği, gözyaşlarına hakim olamayıp her şeye isyan edeceği bölümü merakla bekliyordum ilk bölümden beri. Geciktikçe içinde daha çok dolduğuna inanıp ben de gerildim, en sonunda kendini salıverdiği kısım ise bekliyor olmama rağmen derinden etkiledi. Başından geçen olayları öyle güzel, öyle gerçek bir bakış açısıyla anlatmışsınız ki insan ister istemez empati kuruveriyor. Öyküyü ‘yaşamış’ oluyoruz adeta. Bu başarılı anlatımı da böyle fevkalade bir kurguyla, özenli karakterlerle ve güzel bir süprizle bağlayıp harmanlayınca okuyucuya düşen şey saygıyla eğilmek, tebriklerini sunmak oluyor.

    Elinize, zihninize sağlık. Maviyi Seven Kız’dan sonra bu öykünün de akıp gideceğini biliyordum ama bu kadarını beklememiştim. Artık yazdığınız ve yönettiğiniz her şeyin takipçisi olacağım sanırım. Umarım gelecek seçkilerde de bu güzel tarzınızı okuma şansı buluruz. 🙂

  8. Selamlar;

    Biraz (!) geç bir yorum oldu ama kusura bakmayın. Hayat denen maraton sağ olsun, nefes almaya vakit bırakmıyor insanda.

    Öykünüzü çok beğendiğimi daha önceki yorumlarımda da belirtmiştim. Bunda hala değişen bir şey yok. Şüphe yok ki Pazuzu, Öykü Seçkisi’nde okuduğum en iyi hikayeler arasında yer alıyor. Hatta zirveye oynuyor desem abartmış sayılmam. Üslubunuzun akıcılığı ve sade anlatım diliniz de övgüyü hakkediyor doğrusu. Arada ufak tefek harf hataları var elbette ama o kadarını hepimiz yapıyoruz.

    Kısacası çok sevdiğim ve her bölümünü ayrı bir keyifle okuduğum bir hikayeydi Pazuzu. Ellerinize, kaleminize ve hayal gücünüze sağlık. Başka öykülerde de görüşmek dileğiyle…

  9. Sayın Hakan Tunç’un sizin ve bu öykünün kulağını çınlatması üzerine merak ettim ve bir anda okuyup bitiriverdim. Aslında takıldığım bir kaç yer vardı fakat gerek finali, gerek yazım tarzınız nedeniyle pek önemli gelmediler o yerler. Keşke daha uzun yazsaydınız ve daha fazla doğaüstü güce sahip yaratıklar göreseydik. Ellerinize sağlık.

  10. Teşekkür ederim güzel yorumunuz için.. Bir yıl sonra dönüp baktığımda tekrar okunduğunu gördüğüm için de çok teşekkür ederim.. Daha uzun yazmamı dilediğiniz için de bir kez daha teşekkürler… Herhalde ‘yetmedi’den daha güzel bir yorum yoktur insanın alabileceği. Şimdilik bu hikayeye bir geri dönüş düşünmesem de, yakın zamanda hoşunuza gidecek yeni şeylerle karşınıza çıkabilirim inşallah..

Asilkan Büke için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *