Ray Bradbury’ye…
Deniz, ay ışığının altında tiril tiril, kadife bir örtüye dönüşmüştü.
Deniz feneri limanın ucunda gözünü ufka dikmiş bir nöbetçi gibi kıpırdamadan duruyor, ufka doğru incelerek uzanan kayalıklardaki kale surları bir tanrıçanın boynundaki zarif bir gerdanlık gibi parıldıyordu.
Kayalıkların en son ucuna, gerdanlığın süsü, inci tanesi gibi minicik bir burç kondurulmuştu. Kayalıkların denizle birleştiği kısımda, tersanenin yuvarlak kemerleri ışıklarla aydınlatılmış kiremit duvarların yüzlerinde kocaman, karanlık ağızlar gibi açılmıştı.
Kenarlarından turuncu, mavi renklerde balık ağları sarkan, üzerlerine brandalar atılmış rengarenk boyalı sandallar ve küçük tekneler, limandaki kahvehanenin önünde yan yana dizilmişlerdi.
Limanın yakınlarındaki salaş kahvehanenin içlerinden etrafa yaz uyuşuğu bir şarkı yayılıyordu.
Emekli hâkim Mehmet Bey ve mütemmim cüzü öğretmen Bahri kahvehanenin önündeki taburelere oturmuş çay içiyorlardı. Üzerlerindeki tişörtlerin renkleri güneş göre göre solmuş, keten şortlarının dizleri kayalara sürtüne sürtüne aşınmıştı. Mehmet Bey’in tişörtünden fırlamış bira fıçısına benzeyen yusyuvarlak göbeği akşam yemeğini fazla kaçırdığı için daha da şişmiş görünüyordu.
Konuşmadan oturuyorlardı ama ne denizin hışırtısını ne içeriden gelen şarkıyı dinliyorlardı.
Bahri lisede matematik öğretmeniydi. Kırklarına yaklaşmıştı. Yazları her gün karşı kıyıdan deniz fenerine kadar yüzer, sahilde bronz vücudu, geniş omuzları ve uzun bacaklarıyla Adonis gibi dolaşırdı.
Bu sabah evden çıkarken karısı, tarak yüzü görmemiş kafasını hart hart kaşıyarak, uzun eteğini tüylü bacaklarının arasına sıkıştırıp ağız dolusu ilenmiş, laflarını ağır taşlar gibi fırlatmıştı arkasından.
“Marifet gibi adını Bahri koymuşlar! Deniz, deniz diye ölecek! Gidişin olsun da dönüşün olmasın inşallah!”
Bahri karısının bu sözlerine gevrek gevrek gülüp sandaletlerini alelacele ayaklarına geçirerek evden çıkıp soluğu sahile aldı. Kumlarda güneşlenen turist kadınların bakışları serin serin esen meltemler gibi ferahlattı içini. Bazı günler, yüz bulursa kadınların yanlarına çömelir, sohbet ilerlerse, kumların üstüne yayılırdı. Sonrası pek olmasa da yeterdi Bahri’ye o kadarı; ama karısı böylesi günlerin akşamında, bu tatlı sohbetleri burnundan getirir, mutlaka çıngarı koparırdı. Kendisinden esirgenip turistlere bolca dağıtılan iltifatların kokusunu, Bahri’nin gözlerinin parlamasından mı, saçlarının arasına gizlenen rayihadan mı nedir, şıp diye alır, içine ata ata kızdırdığı kırgınlığını volkan gibi Bahri’nin üstüne püskürtüp acısını çıkarırdı.
Bahri bu yüzden turist kadınlarla sohbeti çok ilerletmeden kalkıp, havaya karışan parfüm kokularını içine çeke çeke kumsalda dolaşır, akşam üstleri de limanın yakınlarındaki kahvehaneye takılır, balıkçılarla ahbaplık ederdi.
Mehmet Bey, emekli olup kasabaya yerleştiğinden beri vaktinin çoğunu kahvehanede geçiriyordu. Bahri ile böylece tanışıp kaynaşmışlar, birbirlerinden ayrılmaz olmuşlardı.
Geveze aklını dinlerken konuşmayı unutmuştu Mehmet Bey. Bahri’yle yan yana oturup susmaktan, Bahri’nin onun sessizliğini bile can kulağıyla dinlemesinden hoşlanıyordu.
Bahri ise huzuru Mehmet Bey’in suskunluğunda bulmuştu. Birlikte bin susarlarsa bir konuşurlardı. Mehmet Bey arada bir kilidini açıp bir hikâyeyi ortalığa döker, dilinin altından çıkan hikâyeler Bahri’yi büyüleyip kendinden geçirirdi.
İkisi de kendi içlerini dinliyorlardı şimdi.
Mehmet Bey’in zihni gökyüzü gibi apaçık, bulutsuz; önlerinde uzanan deniz gibi dalgasızdı. Şikâyet gelmiyordu vücudunun hiçbir yerinden. Sadece bir saniye süren bir anda-kalbin iki atış arası duruşunda- saadetinin derinlerinden, bir bıçağın parlaması gibi bir şüphe hissetti. Bu hissediş derisinden geçerek içine işledi. Gözleri bulutlandı, denizin karan-lığında bir ışık aradı; bulamadı. Gözlerini kaldırıp uzun uzun inceledi ayı. Yüzeyindeki lekeler-de bir mana algıladı, aradığını bulmuş gibi gülümsedi. Algılayışından huzur buldu, yüzü bir azizinki kadar güzelleşti ve kalp atmaya devam etti.
Mehmet Bey’in yüzünün gümüş bir kaşık sapı gibi parlamasını kaçırmadı Bahri. Sandalyesini yaklaştırıp sokuldu.
“Kovdum pezevengi.”
“İyi yapmışsın abi.”
“Çarşıda yana yakıla beni arıyormuş. Herkese sormuş.”
“Evet abi, sordu.
“Sen gördün mü?”
“Gördüm abi. Çekik gözlü bir delikanlıydı…”
Bahri, neredeyse boş bulunup;
“Hık demiş senin burnundan düşmüş…” diyecekti; ama arkasını getirmedi.
“Sordu mu sana bir şey?”
“Yok. Senin adını verdi. Babam…dedi.”
“Pezevengin oğlu!”
“…”
“Kovdum gitti! Arkasından bakmadım bile!”
“…”
“Taaa Japonya’dan kalk, buralara kadar gel!”
“Umut işte, ne yapsın çocuk…”
Mehmet Bey, bardağındaki soğumuş çayı denize doğru fırlattı.
“Sıçarım ona da umuduna da!”
Bahri lafın değişme zamanı geldi dedi içinden.
“Abi Japonya deyince… Sen… Japonya?”
Güldü Mehmet Bey, ağzını açınca, üst çenesinde dişlerinin arasındaki kara boşluk ortaya çıktı.
“Gitmiştik oralara vaktiyle. Denizcilik yaptım ben gençliğimde.”
Bu sefer Bahri bastı kahkahayı.
“Denizcilik mi yaptın?”
“Kimse bilmez pek…”
“Vay be! Ne zaman?”
Tostoparlak işaret parmağının tırnağını yanağına bastırıp bulaşık teline benzeyen sert sakallarını kaşıdı Mehmet Bey.
“Milattan önceydi.”
Sustu Bahri. Çok konuşup, gelişini sezdiği hikâyeyi ürkütüp kaçırmak istemedi. Bekledi.
Beklediği gibi, yavaş yavaş çözüldü Mehmet Bey’in dili.
“Liseden sonra Teknik Üniversiteye girdim. Elektrik, elektronik bölümü. İki yılda halledilecek dersleri dört yıla yaymışlar. Ben hepsini birinci yılın sonunda bitirmiştim bile. Sonra sarmadı bölüm beni. Sabahları kalkıp okula gitmek de zor geliyordu. İkinci yılın sonunda derslere devam etmediğim için atıldım. Moralim bozuldu hâliyle. Her şeye boş verdim. Sağda solda dolandım, işi serseriliğe vurdum. Babam kafamı ütüleyip duruyordu. Okumayacaksan al voltanı deyiverdi bir gün. Kendime yediremedim. Ceketimi alıp çıktım. Çıkış o çıkış. Sokaklarda sürt-tüm bir süre. Sonra balıkçılığa başladım.”
Her ikisi de bakışlarını ay ışığıyla yıkanırken munis hışırtılar çıkaran denize çevirip sustular bir süre.
“Balıkçı arkadaşlardan biri yabancı bir gemide iş bulmuş. Sen de gel diye tutturdu. Böylece ver elini uzak doğu dedik.”
“Hukuk mukuk yok o zamanlar aklında tabii.”
“Ne gezer! Okumak anlamsız geliyor, hiç içim almıyor. Okuyup da ne olacak, masa başında dirsek mi çürüteceğim diyorum. Gerçi arkadaşım gel demese gemilerde çalışmak da yok aklımda ya. Balıkçılık yapıp günlük nafakamı çıkarmaya bakıyorum sadece.”
Susup sessizliğe gömüldü Mehmet Bey. Hikâyenin üstü örtülecek diye ödü kopuyordu
Bahri’nin, nefesini tutup bekledi. Mehmet Bey çok bekletmeden;
“Birkaç sene çalıştım gemilerde” diye kaldığı yerden devam etti anlatmaya. “En son izne geldiğimde annemi göreyim diye eve uğramıştım. İki gözü iki çeşme ağladı. Gitme diye yalvardı. Babam da affetmişmiş. Annem öyle deyince, kaldım. Ertesi yıl Hukuk’a başladım. Ama okyanuslar, gemiler bırakmadı peşimi, günlerce rüyalarıma girdiler.”
“Girerler tabii. Az yer gezmemişsindir sen o gemiyle.”
Mehmet Bey’in yüzü aydınlandı.
“Koca kâinatın her yerini dolaştık.”
“Nerelere gittiniz?”
“Bildiğin bilmediğin bütün okyanuslardan geçtik. Her yere, her kıtaya mal taşıdık. Hindistan. Kore…Filipinler…”
“Japonya?”
Gözlerinde ışıklar çaktı Mehmet Bey’in.
“Japonya’ya da. Gemi bakıma alınmıştı. Altı ay kadar kaldık orada.”
“Ne iş tuttun beklerken?”
“Başka teknelerde çalıştım. Açık denizlerde balina avlıyorlardı.”
“Deme!”
Hatırladıkları Mehmet Bey’in yüzünde hayaletlerin gölgeleri gibi dolaşıyordu.
“Zor işti. Ne fırtınalar atlattık; anlatsam inanmazsın.”
“İnanırım abi!”
“Şimdi önümüzde tatlı tatlı hışırdayan şu suyun nasıl bir canavara dönüştüğünü aklın almaz. Yüzlerce metreye yükselip dikilir karşına. Gökyüzü kararır, rüzgâr kükredikçe kükrer, gemiler bir fındık kabuğu gibi küçülür, savruldukça savrulur.”
“Vay be!”
“O fırtınaları şimdi hatırlayınca… Gördüklerim…Yaşadıklarım gerçek değilmiş gibi geliyor bana.”
Mehmet Bey dudaklarını sımsıkı yumdu ama dudakları söz dinlemiyor, kıpır kıpır kıpırdanıyorlardı. Bahri’ye doğru döndü. Gözlerini yüzünde dolaştırdı onun.
“Savaş daha beterdi fırtınalardan ama.”
“Ne savaşı abi?”
“Balinalarla savaş.”
“Balinalarla mı savaştınız?”
Gözlerini kısarak baktı Mehmet Bey.
“Neyse ne!”
“Neyse ne abi!”
Sustular.
Mehmet Bey’in gözleri yuvalarında oradan oraya koşturuyordu.
“Endonezya ile Japonya arasında bir yerlerde balina avındaydık. Bir iki hafta olmuştu denize çıkalı. Çok hastalandım. Sıtmaymış. Bir tir tir titriyorum, bir cayır cayır yanıyorum. Kendime geliyorum; denize düşmüş gibi sırılsıklam olmuşum…Tuzlu tuzlu terlemişim…Sorma gitsin. Beni geminin doktoru kurtardı. O olmasa Tahtalı köyü boylamıştım çoktan.”
“Geçmiş olsun abi! Ucuz atlatmışsın.”
“Öyle oldu. Günlerce yattım kendimi bilmeden…Havaleler geçirdim.”
“Havale insanı perişan eder, bilirim. Bizim oğlan da geçirirdi küçükken. Aklına bir şey olacak diye ödümüz kopardı.”
“Sıtmanın havalesi çok acayip bir şey.Yataktasın, ama vücudun, ellerin, ayakların eriyip gidiyor. Kafan karışıyor. Zaman uyuşuyor, görüntüler bulanıklaşıyor. Salıncakta sallanır gibi… Bir öteki tarafa, bir bu tarafa…Gidip gidip geliyorsun. Gözlerini bir açıyorsun. Etrafında çeşit çeşit yaratıklar.”
“Ne yaratığı abi?”
“Balinalar…Balinalar mesela…”
“Balinalar mı?”
“Balinalar…Savaş hazırlığı içindelermiş.”
Bahri tekinsiz bir hikâyenin gelmekte olduğunu sezip ürperdi, soru sormayı unuttu, merakla çalkalanarak bekledi.
Mehmet Bey, hatırladıklarının etkisiyle kendinden geçmişti çoktan. Gözleri kıpkırmızı bir ışıkla alev almış, cayır cayır yanıyordu.
“Gözlerimi bir açtım; yatağın içindeyim ama sanki suya batmışım gibi yapış yapış olmuşum. Etrafıma bakındım. Kamaramdayım. Kamarayı paylaştığım arkadaşım etrafta görünmüyor. Saati yokladım. Öğleyi geçmiş, iki, üç suları. Ateşimi ölçtüm. Düşmüş. Oh dedim, yırttık kefeni. Kuru bir şeyler geçirdim üzerime. Kamaradan çıktım…Doktoru bulup, iyiyim diyeceğim. İyiyim, çalışmaya başlayayım artık diyeceğim; çünkü hasta olup yatınca çalışmıyorsun diye maaşı kesiyorlar. Yürürken bacaklarım titriyor ama hâlâ hâlsizim, sağa sola çarpıyorum.
Birden bir ses duydum. İnce bir düdük sesi gibi…Üç dört kere gitti gitti geldi.
Nereden geliyor diye durup dinledim. Bu sefer bir kuş ötmeye başladı. Üç dört kere öttü. Kanarya sesine benziyordu. Hayırdır dedim. Ses nereden geliyor diye bakındım; ilerideki bir kapının ardından geliyor gibiydi, sesin geldiği tarafa doğru yürüdüm.
Bu sefer testere gibi bir ses geldi. Kırt kırt kırt. Kırt kırt kırt… Yürüdükçe yaklaştı. Yürüdükçe yaklaştı. Kapının önünde durdum. Emin olmak için durup dinledim. Evet, yanılmamıştım. Ses o kapının arkasından geliyordu.
Kapıyı açıp içeri girdim. Karanlıktı. Aranıp lambayı buldum. Çevirdim düğmesini.
Oda aydınlanınca etrafıma bakındım, stüdyoya benzeyen küçük bir odaydı. Bir masanın et-rafına, bir panelin üzerine, üst üste, yan yana, on, on iki kadar monitör yerleştirilmişti.
Monitörlerin hepsi açıktı ama hiçbir görüntü yoktu, hepsi karlıydı. Monitörlerin arasında büyükçe bir ekran ve önünde bir klavye konmuştu. Masanın önünde, genişçe, kızıl kahverengi, deri bir koltuk vardı. Koltuğun kolçağında siyah bir kulaklık duruyordu.
Koridorun sonundaki bu oda, daha önce hiç dikkatimi çekmemişti. Böyle bir odanın varlığından bile haberim olmamıştı o ana kadar. Hayretler içinde kalmıştım.
Masanın üzerinde yüzlerce kanallı bir panel vardı. Ses kayıt stüdyosundaki panellere benziyordu. Bir balıkçı gemisinde böyle bir stüdyoda ne yapıyorlardı acaba?
Gemide çok az kişinin bildiği gizli bir yere girmiştim besbelli. Orada olmamam gerekiyordu. Odadan çıkıp, kapıyı kapatacak ve bu konudan kimseye bahsetmeyecektim ama birdenbire çınlayan düdük sesi aklımı başımdan aldı.
O kadar tizdi ki, kulaklarım patlayacak sandım. Avuçlarımı bastırarak kulaklarımı kapatıp ağzımı açtım. Böyle yapmam gerektiğini bir yerlerde okumuştum ya da biri söylemişti. O anda nasıl aklıma geldiğine de şaşırdım.
Tam o sırada, monitörlerin üstündeki kırmızı uyarı ışığını gördüm.
“Kulaklığı takınız!”
Koltuğun kolçağındaki kulaklığı alıp kulaklarımı korumaya aldıktan sonra, durup sesi dinledim. Üç dört kere tekrarlandı. Bir parolaya benziyordu. Kısa bir sessizlik oldu, arkasından kanarya sesi geldi, üç dört kez kesik kesik; ıslık çalar gibi öttü yine. Ardından testereye benzer bir ses başladı. Mors alfabesiyle bir mesaj iletir gibi kırt kırt kırt diye sesler çıkıyor, bir türlü susmuyordu.
Zaten güçsüz olan ayaklarımın bağı çözüldü iyice. Koltuğa çöküverdim.
Tam önümdeki monitörde bir kıpırdanma oldu; o kadar aniydi ki ne olduğunu seçemedim. Testere sesi o monitörden geliyordu. Kafamı yaklaştırıp her tarafına baktım. Altına gri renkte, metal bir plaka yapıştırılmıştı. Üzerindeki yazıyı okudum.
İri siyah harflerle “MERGEN-Haberci” diye yazılmıştı. Altında, parantez içinde “Beyaz Balina” diye yazıyordu. Diğer monitörleri kontrol ettim. Aynı gri metal plakalar hepsinde vardı.
Bütün plakaları teker teker okudum.
“KUTLU. Akdenizli Kaşalot”
“ÜLGEN. Kambur Balina”
“KAYRA. Dişsiz Çubuklu”
“KIZAGAN. NARVAL”
“BASAMAN. KATİL BALİNA”
“TOYON. MAVİ BALİNA”
“AYFERİ KISA YÜZGEÇLİ”
“SEVGEN İSPERMEÇET”
“AYISIT. BEYAZ BALİNA”
“52 Hertz. Yalnız Balina. (Yeri saptanamadı.)
Monitörlerde neden balinaların isimleri yazıyordu? Hiçbir anlam verememiştim.
Klavye panelinden ekranı açtım.
Masa üstünde bir sürü dosya vardı. En üsteki dosyaya “FİLO” adı verilmişti.
Dosyanın üzerine tıkladım. Açıldı.
İçindeki belgelere de plakalarda okuduğum isimler verilmişti.
Kendimi gizli bir teşkilatın arşiv odasına sızmış bir casus gibi hissediyordum.
Ellerim titreye titreye Toyon yazılı belgeyi açtım. İçinde balinaların çeşitli yönlerden çekilmiş fotoğrafları vardı. Her fotoğrafın altındaki plakalara çeşitli numaralar ve balinaların künyeleri işlenmişti. Hızlı hızlı göz attım.
“Adı: Toyon. Cinsi: Mavi Balina. 70 yaşında. 200 ton. Şu anda hayatta olan on mavi balinaların en yaşlısı.
Adı: Ayferi. Cinsi: Kısa yüzgeçli. 50 yaşında…Menapozda. Kilo…
Adı: Ülgen. İspermeçet balinası. Yaş: 30.
Adı: Ayısıt. Beyaz balina. Yeni doğum yaptı. Yavrusu ile dolaşıyor şu anda.
Mergen: Haberci. Beyaz balina. Daha önce sirkte çalıştı. Kaçtı.
Sabıkası: Seyircilere tükürmüş.”
Diğer bilgileri okumadan dosyayı kapatıp paneldeki kanalları kurcalamaya başladım.
Bir düğmenin üzerinde “Çevir”, bir diğerinde “Aç” yazıyordu.
Düğmeyi çevirdim, diğerinin üstüne basıp açtım.
Monitörler aynı anda karıncalandı, önlerinden kıpır kıpır kaynayan gölgeler geçmeye başladı. Bir an gözlerim kamaştı, neler olduğunu anlayamadım, gördüklerimi de seçemedim. Bütün dikkatimi toplayarak, hepsini teker teker baktım.
Panelin solunda, en üstte duran monitörde, pırıl pırıl parlayan irili ufaklı bir balık sürüsünü fark ettim. İkinci monitörün önünde paraşüt gibi açılmış yüzlerce denizanası oynaşıyordu. Diğerlerini de inceleyince monitörlerin okyanus altına yerleştirilmiş kameraların görüntülerini yansıttıklarını fark ettim.
Üçüncü monitörden bir mürekkep balığı sürüsü kayarak geçti.
Görüntüleri izlerken bir süre sonra bir şeyi daha fark ettim. Sadece denizanaları, mürekkep balıkları; yani deniz canlıları değil, kameralar da hareket ediyor, suyun içinde bir şeyler arar gibi yer değiştiriyorlardı.
Üzerindeki plakada; “SEVGEN. İspermeçet” yazılı monitör dalgalanmaya başladı birden.
Görüntü yavaşça döndü, birkaç saniye sonra sabitlendi.
Kafamı uzatıp dikkatlice bakınca suyun içinde birtakım canlılar gördüm. Sırtları mavimsi, karın kısımları beyaz dev et parçaları dikey vaziyette asılı olarak duruyorlar, geniş perdeli yüzgeçleri ve bedenleri suyun akıntısıyla birlikte hafifçe sallanıyordu.
Üzerinde; “MERGEN. Haberci” yazan monitörden düdük sesi geldi. Üç dört kere öttü. Aynı anda “SEVGEN. İspermeçet” monitöründeki asılı et parçaları kıpırdanmaya başladı.
Görünmez bir el hepsini başlarından tutmuş da sallıyormuş gibi tiril tiril titriyorlardı.
Tiz bir çığlık sesi yükseldi aniden. Çığlıkla birlikte, sırtıma soğuk bir el dokunmuş gibi titreyerek zıpladım koltuktan. Arkama bakmadan kaçmak istiyordum ama yerimden kıpırdayamıyordum. Bütün monitörlerden aynı anda kuş sesleri çıkmaya başladı ve hepsi birden harekete geçti. Mergen monitörü testere sesi çıkarmaya başladı. Bütün monitörler testere sesine kırt kırt sesleriyle karşılık verdiler. Görüntüler, suyun içini yararak hızla ilerlemeye, birbirleriyle yarışıyormuş gibi akmaya başladı. Giderek daha da netleşiyordu hepsi, suyun rengi de açılıp mavileşiyordu. Öylesine hızlı ilerliyorlardı ki, bir monitöre bakarken, diğerinde neler olduğu-nu kaçırıyordum.
Sevgen adındaki monitördeki görüntü, suları hızla yararak dışarı doğru fırladı, gökyüzünde süzülerek büyük bir gürültüyle suyun yüzeyine çarptı. Sonra bir püskürme sesi geldi, hızla sulara gömülüp derinlere doğru inmeye başladı.
Diğer monitörlerdeki görüntüler püskürtme sesleriyle Sevgen’in ardından sulara dalıp ilerlediler. Görüntüler giderek koyulaşıyordu. Hepsi birlikte okyanusun derinlerine, tekinsiz, karanlık bir köşesine doğru ilerliyor gibiydiler.
Görüntüleri seçemez olunca, dikkatim panelin üzerindeki düğmelere kaydı. Panelin sağ tarafında, ilk sıranın başında diğerlerinden büyük, üzerinde mor ışık yanan bir düğme vardı.
Eğilip baktım, mor ışığın içinde, büyük, beyaz harflerle “Balina”, düğmenin ortasında;
“Dönüştür”, alt kısmında “İnsan” yazıyordu ama mor ışık düğmenin o kısmına ulaşmıyordu.
Korku ve heyecan arasında çalkalanıyordum. Düğmeye dokunup, aşağı doğru bastırdım. Mor ışık kırmızıya döndü, “Balina” yazısı silindi, “İnsan” yazan bölüm aydınlandı.
Odayı metalik bir ses kapladı.
“Bütün balinalar birleşiniz!”
Sesi duyunca o kadar şaşırmıştım ki, korkmayı bile unuttum. Kıpırdamadan bütün dikkatimi vererek dinlemeye başladım.
“Bütün balinalar birleşiniz!” diye tekrar etti ses.
Normal bir insanın sesi gibi değildi. Çok garip bir şekilde çınlıyordu. Otomatik çeviri yapan bir robotun sesine benziyordu.
Ses, üçüncü kere;
“Bütün balinalar birleşiniz!” diye bağırdı.
Kısa bir sessizlik oldu.
“Zıpkınlardan başka kaybedecek hiçbir şeyimiz yok” diye çınladı daha tiz bir ses.
Ses daha da cırtlak bir şekilde çınlamaya devam ediyordu.
“Bütün balinalar toplanın! Toplanın bütün balinalar! Balinalar toplanın!”
O anda, gözüm panelin şiddet gösterge çubuğuna ilişti. İbre, neredeyse 30 hertze kadar dayanmıştı.
“Mariana Çukuru… Mariana Çukuru… Kör Angar… Kör Angar… İki bin beş yüz… İki bin beş yüz… Acele edin…Acele edin…”
Birdenbire sustu ama kulaklıkları takmış olmama rağmen patlayacakmış gibi uğulduyordu kulaklarım, çınlama kafamın içinde yankılanıyordu.
Masanın üstündeki ekranı açtım. Arama motoruna, Mariana Çukuru ve Kör Angar yazıp, haritaları seçtim. “Bul” yazan tuşa bastım.
Bu arada monitörlerin görüntüleri hızla ilerliyorlardı suyun içinde.
Harita, aranan yeri saptayınca durdu. Zum yapıp netleşti.
Dona kaldım.
Mariana çukurunun tam üstünde duruyorduk.
Bütün vücudumdaki sinirler boşalmıştı, zangır zangır titriyordum.
Yüzümü monitörlere çevirdim.
Monitörlerdeki görüntüler aktı, aktı, aktı. Sonra yavaşladılar.
Bütün monitörler birer ikişer durup sabitlendi, hepsi aynı anda ışıyıverdi. Gözlerim kamaştığı için kafamı geriye atıp elimi alnıma siper ettim.
Gördüklerime inanamadım. Bütün monitörlerde balinalar vardı.
Hepsi birbirinden farklı, eşsiz güzellikte on kadar balinaya bakıyordum.
Görür görmez tanımıştım; Filo dosyasındaki balinalardı bunlar.
Yanında yavrusu olan şu beyaz balina Ayısıt olmalıydı. Yanındaki dişsiz çubuklu Kayra, kısa yüzgeçli Ayferi’ye, yaşına başına bakmadan kur yapıyor, etrafında dönerek göz süzüyordu. Ayferi’yi ateş bastığı kuyruğunu sinirli sinirli oynatıyor, Kayra’ya göz göze gelmemeye çalışıyordu. Narval Kızagan her zamanki gibi tedbirliydi; üst çenesinden yukarı doğru uzanan dişinin titreşimlerini dinliyordu. Mavimsi sırtlı, beyaz karınlı ispermeçet balinası Sevgen, Akdeniz-li Kaşalot Kutlu’nun yanında duruyordu.
Küçük gözlü ve gözlerinin biraz üzerinde küçük bir deliği olan Kambur Balina Ülgen yatay kuyruğunu yavaş yavaş sallayarak diğer balinalara doğru yaklaştı.
Katil Balina Basaman ise hepsinden uzakta bir yerde duruyor, aklına gelen düşünceleri unutmaya çalışıyordu. Toyon’a toplantı boyunca- belki daha da fazla bir süre- yeme içmeyi unutup uslu duracağına dair söz vermişti; dönemezdi sözünden.
Hepsinin aklından geçenleri kendim düşünüyormuş gibi algıladığımı fark edince bayılacak gibi oldum.
Bir tek 52 Hertz ortada yoktu ama onun sinyallerini bile algılayabiliyordum. Sert ve kalın derisini saran yağ tabakası yalnızlıktan tutuşmuş, hemcinslerinden uzakta hasretle yanıyordu.
Kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu.
“Selam!” dedi bir ses çın çın öterek.
Bütün monitörler kaydı ve sabitlendi. Hepsi aynı anda aynı şeyi farklı açılardan gösteriyordu.
Devasa bir yaratığa bakıyorduk hep beraber.
Adını biliyordum o yaratığın.
Toyon’du o. Dünyanın en büyük hayvanı, mavi bir balina.
Ona bakarken nefesim kesilmişti. Ne kadar harika bir yaratıktı. Kalbi bir oda kadar geniş, damarları araba halatları kadar kalın, ağzı bir tekneyi içindekilerle birlikte içine alacak kadar genişti. Boğazı ve yemek borusu o kadar dar olmasa, midesine üç yüz sığırı ve altmış fil sığabilirdi.
Bütün monitörler ona doğru dönmüş, hepsi gözlerini benim gibi, hayranlıkla ona dikmişlerdi.
Altındaki plakette TOYON yazan monitör dönmemişti ama, sabit duruyordu.
Hızlı hızlı saydım. Dokuz monitörde görünüyordu Toyon.
“Selam Toyon!” diye çınladılar monitörler.
Toyon’un önünde dokuz balina duruyordu, bir o yana, bir bu yana dönerek, hepsiyle teker teker selamlaştı. Dünyanın en büyük sesli hayvanıydı ama şimdi okyanusların en derin diplerinin bile duyamayacağı kadar düşük bir frekansta konuşuyordu. Tepesindeki iki solunum deliğini tıkayarak havayla doldurmuştu. Dişsiz ağzını oynatarak;
“Gördüğüm kadarıyla herkes gelmiş,” dedi. Sola doğru çevirdi kafasını, beyaz bir balinaya bakıyordu şimdi.
Bütün monitörler beyaz balinaya doğru döndüler.
(Mergen sabit kalmıştı, hâlâ Toyon’a bakıyordu.)
“İyi iş çıkardın Mergen,” dedi Toyon. “Herkesi çabucak topladın.”
Bütün balinalar çığlıklar atarak Mergen’i kutladılar.
Mergen, alın bombesi çıkık başını oynatarak herkese teşekkür etti.
“Ancak,” dedi herkese teker teker bakarak. “Kızagan’ın dişi olmasaydı bu kadar çabuk yayamazdım haberi.”
Bütün başlar, Kızagan’a çevrildi.
Alçak gönüllük sırası Kızagan’daydı.
Uzun dişini yukarı kaldırarak selamladı herkesi.
“Dişim titreştiğinde Kanada açıklarındaydım. Toplantı haberini alır almaz doğruca Kör Angar’a doğru yüzdüm. Yüzerken toplantıyı önüme gelene bildirdim.”
Toyon, Kızagan’ın konuşması bitince, yönünü değiştirip balinaları karşısına aldı.
“Kanada’dan, Alaska’dan, Kuzey Buz Denizinden, Akdeniz’den, Yeni Zelanda’dan Kör Angar’a geldiniz. Malum; yalnızca bir buçuk saatimiz var. Bazılarımız için vakit daha da az. Süremiz kısıtlı olduğu için derhal konuya giriyorum.
Gezegenimizde hayat başladığından beri yaşayan en kadim canlılar biziz. En yaşlınız benim. Dinozorlardan bile büyüğüm. Dünya okyanuslarında şu anda yalnızca on mavi balina kaldı. Tükenme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Fakat bu durum benim için kişisel bir mesele de oldu. Çocukları avladıkları tehlikeli bir oyuna benim adımı vermişler. Çok gıcık oldum bu duruma.”
“Haklısın Toyon,” dedi Basaman. Adının katile çıkmasına oldum olası içerliyordu.
“İnsanlar iki ayaklarının üstünde durdukları ilk gün silah yapmaya, bizi avlamaya başladılar. Taş devrinden beri öldürüyorlar. Kendileri hiçbir şeyden sorumlu değilmiş gibi hakkımızda olur olmaz hikayeler uydurdular, iftiralar attılar. Deniz parklarında tutsak olarak tutulan türdeşlerimin bakıcılarına saldırması ise işkenceye karşı isyandan başka bir şey değil.”
“Koca koca gemileri devirip, tekneleri kürekleri ve içindeki insanlarla birlikte yuttuğumuza dair uydurulan hikâyelere ne demeli!” dedi Ayferi. Vücut ısısı iyiden iyiye yükselmişti.
“Hefsi falafra!” dedi dişsiz çubuklu Kayra. Fanonlarının arasında, bir zıpkının açtığı genişçe bir boşluktan ağzına giren suyu boşaltmak için sürekli olarak püskürüyordu.
“Afıl bifim hâlimizi hif fildikleri yok!”
“Bilmezler mi hiç; bal gibi biliyorlar” diye itiraz etti Akdenizli kaşalot Kutlu. “Ama işlerine gelmiyor. İşleri güçleri bizi midelerine indirmek.”
“Sadece midelerine indirseler iyi” diye atıldı Sevgen. Bütün okyanuslarda dolaştığı için çok şey biliyordu. “Yağımızı eritip, lamba yakıtı yaptılar.”
“Çeşit çeşit kremler ürettiler” diye söze girdi Ayısıt. Kuyruğuna yapışan yavrusunu iterek uzaklaştırdı.
“Dışkımızı parfümlerine kattılar. Dünyanın en zenginleri bokumuz gibi kokuyor!”
Ayısıt’ın söylediklerine öfkelenerek hep birlikte sinirli sinirli bağrıştılar.
“Yetmiş yıldır dünyanın en derin, en karanlık denizlerinde, en mavi okyanuslarında neler yaşadığımı, hangi katliamlardan nasıl edip de sağ çıktığımı ben bile unuttum,” dedi Toyon.
“Sirklerde çalıştırdılar beni boğaz tokluğuna. Her gün yüzlerine tükürdüm; kahkahalarla güldüler!” dedi Mergen. “Kaçtım kaç kere; yakaladılar. Bir yıl önce yine kaçtım ama her an tekrar yakalanabilirim. Artık bu avlara son verelim.”
“Savaşı başlatalım!” diye bağırdı Basaman.
“Başlatalım!” dedi Sevgen.
“Harekete geçelim balinalar!” dedi Kızagan.
“Geçelim!” dedi Ayferi.
“Püskürtün zepevenkleri!” dedi Ülgen görmüş geçirmiş bir edayla. Otuz yaşında biri olarak pek de tecrübesiz sayılmazdı.
Ayferi Ülgen’e dönüp ters ters baktı. Sıcaktan patlamak üzereydi.
“Nereden duydun o lafı?”
“Sarhoş bir gemiciden.”
Ayferi kendini serinletmek için kafasını sağa sola oynattı.
“Sarhoş bir gemiciyle işin ne senin?”
“Karanlık bir gece, bir geminin yakınlarına yaklaşmıştım. Güvertenin halatlarına yaslanmış, yanındakiyle konuşuyordu. İşte böyle bağırdı.”
“Nasıl yani?”
“Zepevenk!” diye tekrar etti Ülgen. Ama sonra kelimenin söylediği gibi olduğundan şüphe ederek sustu.
“Ne demekmiff feki?” diye sordu Kayra. Böyle şeyleri bilmemesi doğaldı. Daha on dokuz yaşındaydı.
“Dişileri satan erkeklere diyorlarmış.”
“Bizi de avlayıp sattıklarına göre çok da yanlış sayılmaz” dedi Basaman.
“Ama fefevenkin yaptığı yanlış; öyle değil mi?” dedi Kayra.
“Hem de nasıl!” dedi Ülgen.
“O zaman bu söz iyilere denmiyor” diye akıl yürüttü Toyon.
“Hayır.”
“Yani bir tür hakaret!” dedi Ayısıt.
“Evet.”
“Hatta küfür.”
“Evet.”
Ayısıt bombeli kafasını geriye itip;
“Ama biz balinayız” diye itiraz etti. “Balinalar küfretmez ki…”
Bir süre durup Ayısıt’ın itirazını düşündüler.
“Küfretmez, doğru; ama onların dilinden konuşmazsak anlamıyorlar,” dedi Ülgen.
“Bu bir mazeret değil; ama mücadelemiz hatırına şimdilik başka bir şey demiyorum,” dedi Ayısıt.
“O halde…Püskürtün zepevenkleri!” diye coşkuyla bağırdı Ülgen.
“Nereden başlıyoruz?” diye sordu Kızagan.
“Balina avlayan gemilerden,” dedi Toyon.
“Tam üstümüzdekinden başlayalım o zaman,” dedi Basaman.
“İçinde oğlunu inkâr eden bir zepevenk de varken,” dedi Ülgen.
Hep birlikte, “Hücuuuuuuuum! Püskürtün zepevenkleri!” diye bağırdılar.
Ayısıt, cümlenin sonundaki kelimeyi ağzına almadı yine de.
Bütün monitörler yukarı doğru döndü. Suları yararak hızla yükselmeye başladılar.
Geminin altından büyük bir sarsıntı geliyordu. Yerimden kalkıp kapıya doğru koşayım derken zemin gürültüyle çatırdayarak açıldı ve içeri okyanusun suları doldu.
Kendimi kaybetmişim.
Gözlerimi açtığımda Jakarta’da bir hastanedeydim.
Sırılsıklam bir halde, yerde koridorda yatarken bulmuşlar beni. Ateşim çok yüksekmiş, garip isimler sayıklıyormuşum. Beni buldukları sırada, birdenbire çıkan bir fırtınayla boğuşuyorlarmış. Gökdelenler kadar yüksek dalgalar gemiyi hallaç pamuğu gibi dövüyormuş. Beni bir sedyeye yatırıp, botlara atlamış, canlarını zor kurtarmışlar. Uzun süre dalgalarla boğuşup, güç bela Jakarta’da karaya çıkmışlar, beni hemen hastaneye yatırmışlar.
Hastanede birkaç ay yattıktan sonra-doktorlar tamamen iyileştiğime karar verdikten sonra beni Japonya’ya gönderdiler. Oraya vardığımda eski çalıştığım gemi de bakımdan çıkmıştı. Annemi görürüm; hem de biraz izin yaparım diye İstanbul’a dönmeye karar verdim.
Sustu Mehmet Bey. Hikâyenin yükü omuzlarına çökmüş, sırtı kamburlaşmıştı. Ay gözden kaybolmuş, deniz karanlığı yorgan gibi örtmüş mışıl mışıl uyuyordu.
Gözlerini karanlık denize çevirip derin derin iç geçirdi.
“Şimdi sen bütün bu dinlediklerine fantastik bir öykü deyip geçersin belki. Ha Bahri?” dedi.
Yarım ağız gülümsedi Bahri, dudakları çarpıldı. Yutkundu, düşündü. Ne diyeceğini bilemedi.
Gözlerini denizden ayırmadan başını salladı Mehmet Bey.
“Ancak…” diye mırıldandı, “ya gerçekse?”
Karanlığın içinden arkasına baka baka giden çekik gözlü bir delikanlının yüzü bir hayalet gibi geçti.
* * *
* “Balina,” denince aklıma geliverdi.
İnternetin, en ilkel cep telefonlarının dahi hayatımızda olmadığı uzun yıllar önce İskoçyalı bir kadın bana bir dergiden-ya da gazeteden-manzum bir hikâye okumuştu.
Aklımda yalnızca teması ve tumturaklı son cümlesi kalmış.
“Vaporize the bastards!”
İnternette biraz araştırma yaptım ama ne hikâyeye ne de yazarına ulaşabildim. Hiçbir yerde adı geçmiyor. Bir yerlerde rastlarsanız bana da haber verin.
Öykünün havası ve üzerimde yarattığı etkisi hâlâ tazeydi.
O havayı, o etkiyi ve son cümleyi önüme koyarak öyküyü yeniden anlatmak, yazarına da bir selam göndermek istedim.
Kısacası, bu öykü, bana İskoç aksanıyla okunan manzum hikâyenin bence yorumlanmış hâli.
- Memed’in Hayalde Gördüğü - 1 Ekim 2020
- İki Buçuk Lira - 1 Ağustos 2020
- Dungana’nın Kargışı - 1 Mayıs 2020
- Birinci Gün - 1 Nisan 2020
- Exlibrisin Gizlediği - 1 Mart 2020
Selam @Lightsky
Bu ay okuduğum öykülerin hepsinin didaktik alt metinleri var. Seninki de onlarda biri ve çok anlamlı. Benim damak zevkime göre biraz fazla anlamlı. Öykü içinde öykü içinde bir öykü olmuş sanki. Üslup tam bir Amerikan bilimkurgu üslubu olmuş. Atıfta bulunduğun yazar ve esinlendiği öykünün izlerini çok güzel taşıyor. Beğendim ben. Sadece Bradbury değil, Lovecraft, PKD hatta Poe tadı aldım. Özellikle geminin içindeki gizemi çözmeye çalıştığı sahneler heyecanlıydı. Yalnız oradaki gergin ortam bir anda muzip bir antropomorfizmaya döndü. Daha sonra tekrar o gerilime dönüşü tam anlamıyla yapamadım. Benlik bir durum da olabilir. Onun dışında akıcıydı. Uzun olmasına rağmen yormadı. Sadeydi ama çok da güzel bir edebiyatı; kulağa, göze çok güzel gelen cümleleri vardı.
Kalemine sağlık. Görüşürüz.
Selam @ulu.kasvet
Öykünün didaktik tonundan rahatsızım aslında. Çok daha dolaylı olmasını; hatta hiç hissettirmemesini isterdim.
(Bu da benim sınavım.)
Diğer taslaklarda biraz daha törpülemeyi, dozunu düşürmeyi istiyorum.
Gergin ortamın sürmesini amaçlamamıştım ama yazdıklarını okuyunca devam etse nasıl olurdu diye düşünmeden edemedim.
Ve evet, balinaların muzip canlılar olduklarını sanıyorum.
Üslupla ilgili düşüncelerinden mutlu oldum. Çok teşekkür ederim.
Bu ay, herkes gibi benim gözlerim de senin öykünü aradı.
Umarım gelecek ay aratmazsın.
Görüşürüz.
Merhaba @Lightsky
Elinize ve emeğinize sağlık. Sizin öykülerinizi okumaktan keyif alıyorum ve kullandığınız dil/ anlatımınız, bana göre, bilgi birikiminizi yansıtıyor.
Yazdığınız öykünün dağılmayacağı hissini veriyor bana kaleminizin.
Ancak bu öykünüzde sanki biraz bilinçli olarak, balinalarla derin sulara dalmışsınız. Öykünün uzunluğu bir yana ki bunu gayet iyi kotarmışsınız, konunun kapsama alanı da Okyanus gibi derin.
Balinalarınızı, karakterlerinizi, diyaloglarınızı çok sevdim. Dişsiz Çubuklu çok iyiydi ve gülümsetti diğerleriyle birlikte.
Tek takıldığım nokta şu monitördeki mor ışık ve dönüşümü tanımladığınız kısım oldu. Balina- insan dönüşümü. Biraz karışık geldi bana.
Bir de oğluyla ilgili kafama takılan bir zaman sorunu var. Metinden Japonya’da altı ay kaldığını anlıyoruz ki bunu anlatma nedeni oğluna bir zemin hazırlamak, metnin başında kovdum dediği çekik gözlü oğluna. Ama sonda balinalardan biri “içinde oğlunu reddeden” diye bir cümle kuruyor. Teknedeyken oğlunun olmadığını biliyoruz değil mi? Burada karıştım biraz.
Tekrar kaleminize sağlık
Merhaba @Muge_Kocak
Güzel sözleriniz ve yorumunuz için çok teşekkür ederim.
Sonraki taslaklarda dikkat çektiğiniz hususları netleştirmeye çalışacağım.
Sevgilerimle.
Selam,
Eğlenceli bir öyküydü. Bir alt metni vardı. Ahlaki bir öyküydü. Göndermeler de başarılı geldi bana.
Bir tek geri bildirim vereyim, bana öykü biraz çift kişilikli gibi geldi. Her ne kadar balinalı kısım daha eğlenceli de olsa ben Mehmet Bey’in öyküsünden önceki kısmı daha hoş buldum. Tabi birisi bir gerçek yaşam öyküsü diğeri fantastik bir başka öyküydü bu bir sorun değil. Bir başlkası da ikinci kısmı daha çok beğenebilir. Ama işte biraz zor birleşen iki öykü olmuş olabilir, ya da olmayabilir…
Kaleminize sağlık.