İlksöz: Aylık Öykü Seçkisinin Ekim-2021 tarihli sayısında yer alan “Tarih-i Eşkiyatı Sevdiğin Hasan Vak’asıdır” adlı öykü, bu öykü okunmadan önce okunabilir. İkisi bağlantılıdır.
19 Mayıs 1622-8 Recep 1031
Konstantiniyye yanıyordu. Belki de bu felaket 1204 Haçlı İstilası ve İsevilerin felaketi kabul edilen 1453 Osmanlı Hâkimiyeti gibi tarihinin en büyük felaketlerinden biriydi. Yeniçeriler, Cebeciler ve diğer Kapıkulları çarşıyı birbirine katıyor, keyfine göre esnafın açtığı tezgâhları ateşe veriyordu. İrili ufaklı her yerde yangınlar çıkmış, bazıları ahşap evlere sıçrayarak şehrin içinde yayılıyordu. Tam bir kargaşa hâkimdi, bazı asker zorbazları fırsattan istifade ederek zamanında göz koydukları ve şimdi tenhada buldukları, karmaşanın ortasında ne yapacağını bilmez bir hâlde kalakalan Müslüman kadınlara yahut genç kızlara tasallut ediyordu. Kalabalık bir halk güruhu da onlara katılmıştı. Hepsini birleştiren tek bir kişiye duyulan nefretleriydi. Ara sokakları birbirine katan, her yeri dağıtıp, talan eden, yakıp yıkan yabani insan kalabalığı, dolaşım sisteminde damarlardan kalbe akan kirli kan gibi Atmeydanı’nda toplanıyordu. Şehrin her yerinden insan vardı. Ayaktakımı da denen reaya ile birlikte kapıkulu askerleri, biraz uzak dursalar ve sükûnet tavsiye etseler de bu kaynayan kalabalığın önünde konuşan ulemaya kadar herkes buradaydı. Bir kişi haricinde. Bütün bu isyan ve onunla beraber tutuşan nisyan ateşinin hedefi oydu. Konstantiniyye’de o sabah deprem oluyor, Sultan Osman’ın tahtı sallanıyordu.
Toy ve acemi hünkâr, hazinesinin halini gözeterek önceleri hükümdarları yakışır azametten yoksun kıyafetlerle cuma selamlıklarına çıkmıştı. Bu durumu hazineyi israf etmemek için bir tedbirdi. Ancak akılsız ve irfansız reaya bunu nereden bilsin? Onlar padişahın azametten yoksun, bıyıkları yeni terlemiş ve güçten düşük biri olduğu sanrısına kapılmıştı. Bu da Osman-ı Sani’nin halk arasındaki kudretini azaltmıştı. Hele bir de bu toy padişahın tedbir-i kıyafet edip yeniçeri arasında dolaşarak bozahanelere, kahvehanelere ve ekserisi keyif verici maddelere takılanları ayıklayarak kimisinin ayağına taş bağlatıp Haliç’in serin sularına atmış kimisinin ise cezasını bizzat kendisi verip, kılıcını çektiği gibi canını almıştı. Padişahın ne aman dinlediği vardı ne de karşısındakinin gözünün yaşına baktığı. Bir keresinde kahvehane de bastığı bir yeniçeriyle on kadar cebecinin cezalarını keserken yeniçeri yüksek sesle, pek bir acımaklı feryat etmişti.
“Biz ettik, sen etme hünkârım! Çoluğuma çocuğuma bağışla!” diyerek kendisini tutan bostancıların elinden zor bela kurtulup padişahın ayaklarına kapanıp gözyaşı dökmüştü. Ancak bu feryat figan genç padişahın öfkesini yatıştırmak bir yana onu daha da tutuşturdu.
“Demek bir de çoluğun çocuğun, avradın vardır!” diye kükredi ayaklarına kapanıp, neredeyse ayaklarını öpen yeniçeriye. Eğilip de adamı omuzlarından yakaladığı gibi ayağa dikti. O yaşlarla sulanmış ablak suratına öyle bir tokat nakşetti ki kahvehanenin dört bir köşesinde yankılanan ses her yeri aldı. İki adım geriye düşen adamın ayağa kalkmasına fırsat vermeden hemen başı üzerine gelip çizmesini olanca kuvvetiyle kafasına bastırdı. Zavallı adam o zaman kurtuluşu olmadığını anlasa da debelenmeye devam edip kollarını umarsızca sallıyordu.
“Bre alagavat! Yeniçeri askerinin evlenmesinin yasak olduğunu bilmez misin? Özrü kabahatinden büyüktür!” Osman’ın bembeyaz yüzü öfkeden kızarmıştı. Hışımla yanı başında bekleyen ve kılıcını taşıyan bostancıya bakıp, sağ elini uzattı. Bostancı saniye beklemeden kılıfı hünkâra uzattı, Osman çektiği gibi kılıcı adamın boğazına, çizmesinin biraz gerisinden batırıp boynu boyunca kesti. Tamamen kesince ayağını adamın yüzünden çekti, artık cansızdı. Kılıcı arkasındaki bostancıya uzattı. Yere eğilip kestiği başı saçından tutarak doğruldu. O sırada bu hali gören ve korkuyla kalakalan bostancılardan birisi uzanarak başı almak istedi.
“Hünkârım.” diyerek saygıyla yaklaştı adam. Ancak Osman elindeki çok değerli bir şeymiş gibi geri çekerek onu sakındı.
“Hayır. Bunu cellat çeşmesine atmak istiyorum, bizzat ben atacağım. Asker de görsün bunu.” Sonra etrafına baktı. Başsız cesedin boynundan ilk başta bol gelen kan yavaşça azalmış ve sidik kadar bir şey çıkmaya başlamıştı. Cesede bakarken son emirleri verdi. “Bu cesedi de diğerleriyle birlikte Haliç’e atın! Direneni de aynen böyle kesin!” Boşta kalan elinin şehadet parmağıyla yerdekini gösterdi. Zaten az önceki dehşet tablosundan sonra kimsenin gıkını çıkaracak hali kalmamıştı. Herkes donup kalmıştı ama bostancılar bu emirle birlikte harekete geçip yakaladıkları suçluları birer birer Haliç’e götürüp serin sulara atmaya başladılar. Aralarından yüzme bilen tek tük kimselerin olduğu görülünce boşta bekleyen tüfekli bostancılar yetişip debelenen adamı vuruyor ve batmasını sağlıyordu. Yanında üç bostancı askeriyle bu korkunç işi izleyen Osman’ın aklından çok şey geçiyordu. Kendisine saygı duyacaklardı, kimsenin ona saygı duymadığını biliyordu. Yaşça gençti, bedence de zayıftı, babası kadar iri yapılı değildi ama ok atmada, kılıç kullanmada ya da topuz savurmada mahirdi. Bunu da her fırsatta gösterecekti. Kendisinden önceki padişah, cennetmekân pederi de aynı yaşta tahta geçmişti ancak ona da saygı duymamışlardı. Yine de o bu saygıyı söke söke almayı bilmişti. Şimdi sıra kendisindeydi, hakkı olan saygıyı alacaktı. Korku bunu sağlayacaktı. Köleler efendilerini severlerse, bu sevgi zamanla azalabilirdi. Minnet duyarlarsa daha iyi imkânları görünce efendilerinden vazgeçebilirlerdi. Korkuysa asla azalmazdı, kalbe işlendiği ilk günden ömrün son gününe kadar aynı kalırdı.
İşler bittiğinde bostancılar toparlandı ve Topkapı Sarayının yolu tutuldu. Önce Atmeydanı’na gidilecekti. Yeniçerilerin yeri Atmeydanı’ydı, kışlaları oradaydı. Buraya Etmeydanı da denirdi, zira yeniçeri askeri sık sık kuzu eti tüketiyordu. Hayvanların kesimi de buradaydı. Atmeydanı adı ise geniş bir meydana sahip oluşundan başka eskiden burada hipodrom oluşundan ileri geliyordu. Meydandan geçerek kışlaya kolayca at üstünde gitti padişah, bezden bir torbanın içine atmıştı kesik başı. İki bacağının arasında durmakta olan baş sadece birkaç dakika önceye kadar capcanlıydı, şimdiyse gövdesinden ayrıydı. Böylesine ince meselelere kafa yormayı sevmiyordu, bir padişah yüreğini geride bırakmalıydı. Sisli Kır onu kışlanın önüne getirdiğinde kendisini çift kanatlı kapının iki yanını beklemekte olan iki yeniçeri askeri karşıladı. Saygıyla eğildiler ve iki kanadı da ardına kadar açarak yol verdiler.
“Destur, Sultan Osman Hân Hazretleri!”
Sisli Kır ile birlikte eşikten geçtikten sonra içeri girer girmez bir oğlan yaklaşıp atın kenara yanaştırdı. Osman, kimseyi beklemeden hızlıca atından indi ve kışlanın tam ortasına doğru yürüdü. Torbayı sağ elinde tutuyordu. Öylece ortada durdu.
“Ağalar! Toplaşın, hünkârımızın diyeceği vardır!”
Sultan Osman’ın bostancısı olan Halil Ağa’nın gür sesiyle hayat bulan duyurusu kışlada hareketlilik yarattı. Birden kışlanın her köşesinden yeniçeriler çıkıyordu. Hünkârın bu gelişini beklemiyorlardı. Ne ocağın ileri gelenleri ne de bölük ağaları bu ziyarete anlam veremeseler de herkes bölüğünü hızla toparlayıp padişahın karşısına tam takım dizdi. Herkesin orada olduğundan emin olununca bölük ağaları sağ ellerini yüreklerinin üzerine koyup, eğilerek selam verdiler bölüklerinin başında.
“Ağalar!” diye kükredi Sultan Osman. Bir yandan da bez torbayı çözüp kesik başı saçlarından tutup torbadan çıkararak başının üstünde tuttu. “Herkes işitsin ve bilsin ki siz yeniçeri kullarım benim oğullarımsınız. Bu ocağın başı da benim. Şu hâlde bir atanın görevi yanlış yapan oğlunu doğru yola sokmaktır. Bunun için de her yol mubahtır. Ben de atanız olarak siz oğullarıma doğru yolu göstermekle Allah ü Teala hazretleri karşısında sorumluyum!
Bozahanelere, kahvehanelere ve dâhi meyhanelere gitmeniz yasaktır. Bu gafili böyle bir yerde yakaladım. Aman niyetine çoluk çocuğuna bağışlanma diledi. Yeniçeri nikâh akdi de yapamaz. Belli ki aranızdan bazıları ocağımızın töresini unutmuş. Sözüm size ağalar, ocağın töresini ve de irfanını iyi belletesiniz. Yoksa sonu bellidir!”
Ağır ağır yürüyerek cellat çeşmesinin başına geldi. Çeşmenin başında toprağa bir mızrak saplanmıştı. Mızrağın tahta kısmı toprağın içindeyken sivri ucu göğe bakıyordu. Sivri ucuna bir kafa asılmıştı. Başı boydan delen mızrağın ucu üstten çıkmıştı. Osman tek eliyle bu başı alıp kuyunun içine attı. Kuyu derinlerde o kadar dolmuştu ki atılan şeyin toprağa düşme sesi gelmiyordu. Çünkü diğer kellelerin üzerine düşüyordu. İki eliyle birden tutup tek hareketle başı mızrağa geçirdi. Boğazın hemen altından giren mızrağın sivri ucu tepeden çıktı. Et parçaları kayarak başın arkasından toprağa düştü. Mavi gözlerini kendisini izleyen yeniçerilere dikti, birkaç saniye öylece durduktan sonra hışımla sırtını askere dönüp ocaktan çıktı. O, Topkapı’nın yolunu tutarken yeniçeri çoktan gıybet kazanını kaynatmaya başlamış, kazanın altı tutuşmuştu.
“Ocak büyükleri dururken padişahın yeniçeri infazı nerede görülmüş?”
“Güzel yüzünün altında meğer bir canavar var imiş! Katlettiği yeniçerinin kanını içtiğini işitmiştim.”
Bir ötekisi bu aslı astarı olmayan cümlelere şöyle karşılık veriyordu.
“Deme, padişahımız demek hunharmış!”
Asparagas bir sürü laf böyle böyle asker arasında dönüp durdu. Bu laflar zamanla Sultan Osman’a yöneltilen iftira kazanında pişerek nefrete dönüştü. Payitahtta kimse yoktu ki, bu iftiraların bir tekini bile hiç işitmemiş olsun. Aslen olaylar bu baskınlarla sınırlı değildi, bu bozahane baskını 1619 yılına, ilk saltanat senesinde, aitti. 1620 yılında padişah daha gaddarlaşmıştı. Halk bunu validesi Mahfiruz Hatice Sultan’ın vefatına yoruyordu. Padişahın yaşının küçüklüğü dolayısıyla, Valide Sultan vefat edince oğlu 16 yaşındaydı, annesine fazlasıyla bağlıydı. Mahfiruz Hatice Sultan da ona bağlıydı, Sultan Mustafa oğlu yerine tahta çıkınca hem Mustafa’nın validesine hem de ona taht yolunu açan ulemaya kızgındı. Bu öfkesi ondan, etkisinde kalan oğluna geçmiş ve ulemaya tavır almıştı.
Takvimler 1621 yılını gösterirken daha senenin başında müthiş bir olay olmuştu. Sonuncusu 1603 yılında, Sultan Mehmed-i Sâlis’in saltanatının bitimine 6 ay kala, tahtına göz diktiğini düşündüğü şehzadesi Mahmud’u katlettiğinde olan oğul-kardeş katli 18 senenin ardından yine başlamıştı. Bu kez Sultan Osman, sâbık padişah Mustafa yerine tahta çıkınca veliaht olan, kendisinden 6 ay küçük kardeşi Mehmed’i katletmişti. Bu haber saray sınırlarının ötesine geçip önce yeniçeri ocağına varmıştı. Yeniçeri saraydan haberi doğrulatınca adeta yas havasına bürünüp ocağa çekilmiş dualar etmişti. Haber ocaktan sonra Kösem Sultan’ın yaşadığı Eski Saray’a ulaşınca sultanın acı dolu çığlıkları sarayın soğuk taştan koridorlarında yankılanmıştı. Cinnet halindeki sultanın tırnaklarını yüzüne geçirip, gözyaşlarına boğulduğu söylenir. Neredeyse genç padişahın ömrünce bir kere olan bu elim olay payitahtın her köşesinde duyulunca nefretle karşılandı. Ahali Sultan Mehmed’in tahta çıkar çıkmaz 19 şehzadeyi bir gecede katline ferman vermesini, durmayıp olası şehzade ve sultanlara hamile olan cariyeleri Boğaz’a attırmasını ve en sonunda saltanatının son demlerine doğru kendi şehzadesini katletmesini unutmamıştı. Bu olaylar artık kardeş katlinin zirvesiydi, bedduayla karşılanmıştı.
O sabah Sultan Osman gece hiç uyumamıştı. Yeniçerinin ettiği dedikodular ayyuka çıkmış, kulağına kadar gelmişti. Onun için neler demiyorlardı ki: civan, tecrübesiz, câni, hunhâr. Onu tahtta indireceklerini ve yerine veliahdı Şehzade Mehmed’i getireceklerini söylüyorlardı. Şehzade Mehmed ile daha konuşmamıştı. Onun haberi var mıydı yok muydu, bilmiyordu. Olsa ne olurdu, olmasa ne olurdu. Yeniçeri bunu konuştu mu? Konuştu. Kendisi bunu duydu mu? Duydu. Daha ne? Yarın bir gün Hotin üzerine giderken ya şehzadeyi tahta çıkarıp, yolda da kendisini tutsak ederlerse? Ya da daha fenası şehzadeyi yanına alsa bile sefer sırasında ona biat edip Osman’ı orada indirebilirlerdi. Bu dedikodu duyulduktan sonra hiçbir şey aynı olamazdı. Genç, güzel yüzlü, güzel huylu, kılıçta ve okta mahir, üstelik hâlihazırda tahtta oturan hünkârdan yalnızca 3 ay küçük bir şehzade yeniçerinin favorisiydi.
Çocuk aklıyla akitleştiklerini hatırladı. Kim tahta çıkarsa çıksın diğerine sırtını dönmeyecekti. Her daim birbirlerine arka çıkacaklardı. Ancak Osman üç seneyi tahtta geçirirken bu akdi çoktan unutmuştu ve kendisinden sonra Mehmed’in de bu akdi unutmasına izin vermeyecekti. Daha önce Şeyhülislam Esad Efendi’den fetva almayı denediğinde adam fetva vermeyi reddederek Mehmed’i korumuştu. Her ne kadar yeniçeriler dedikodu etse de Mehmed’in bunda günahı yoktu ona göre.
Bunun üzerine Edirne’de duran Rumeli Kazaskeri Taşköprülüzâde Mehmed Efendi’ye ad belirtmeden bir sual yazarak fetvasını istedi. O da bu kişinin dedikodu seviyesinde bile olsa suçlu olduğuna karar vererek gerekenin yapılmasına dair fetva verdi. Böylece fetvayı almıştı. Sabahın ilk ışıkları payitahtın her yerini aydınlatırken Sultan Osman o geceyi uykusuz geçiren gözleriyle şehrini izliyordu. Bir karar vermişti ve geri dönüşü yoktu.
“Ağalar!” diye bağırdı. Kapının iki kanadı birden açılıp iki oğlan içeriye girip temenna da bulundu. “Bana Şehzade Mehmed’i getirin. Bu fetvayı da Süleyman Ağa’ya verin, gerekeni yapsın. Mehmed’i de divana getirsinler, orada olacağım.”
Ağalar sessizce temenna ederek geri geri yürüyüp, emirleri yerine getirmek üzere hasodadan çıktılar. Sultan Osman’da divana gitti. Bugün elim bir olaya tanıklık edecekti taş duvarlar. Birkaç dakika içinde Şehzade Mehmed’de odaya gelip padişaha temenna da bulundu. Birkaç dakika boyunca sessizce birbirlerini gözledikten sonra Sultan Osman sessizce odanın arka kapısından çıktı. Onunla aynı anda da ön kapıdan harem ağası Süleyman Ağa’nın getirdiği kara giyimli cellatlar içeriye girdi. Şimdiye kadar vaziyetten şüphe etmeyen Mehmed o an durumu anladı. Kaçmak için arka kapıya yeltenir yeltenmez en öndeki yağız cellatlardan birisi üzerine atlayıp zavallı şehzadeyi yere yıktı. Diğer iki cellat da kollarına sarılırken birisi kalın urganı boynuna attı. Mehmed çırpınırken artık kurtuluşu olmadığını kabullenip son nefesiyle Sultan Osman’a bağırarak beddua etti.
“Osman! Allahtan dilerim ki beni ömrümden ne mâhrum eylediysen sen de saltanat süremeyesin!”
Hemen ardından cellatların kollarında boğularak can verdi.
Şehzade Mehmed’in katlinin daha haftası dolmamışken Konstantiniye’ye kar düşmeye başladı. Bir hafta boyunca da hiç durmadan sürekli yağdı. Her yeri bembeyaz yapan kar, Şehzade Mehmed’in günahını temizlemek istercesine yağıyordu. Karın düşmediği hiçbir yer kalmamıştı. Haliç bir gecenin içinde dondu. Esas sıkıntı buradan sonra başladı, tahıl ve gıda yükleri taşıyan gemiler şehre yaklaşamayınca hammadde sıkıntısı baş gösterdi. Hem soğuk hem de kıtlık yayıldıkça ahali birbirini yemeye başladı. Şifalı diye dağıtılan insan etlerinin haberi padişaha geliyordu, açlıktan yahut soğuktan ölen insanların soyulan cesetleri sokakları kapatıyordu. Hayrına aş dağıtan vakıfların önündeki kuyruklar kapılarda uzadıkça uzuyordu. Reayanın nefreti Sultan Osman’a yöneldi çünkü Şehzade Mehmed’in katli bu kıtlığın ve soğuğun sebebi olarak görülüyordu. Padişah, Allah’ın gazabını hem kendisinin üzerine hem de payitahtın üzerine çekmişti.
Ancak bütün yanlış hareketler bununla bitmedi. Toy padişah yeminli gibi bütün yanlışları art arda sıraladı. Önce sarayda sefere çıkılacağı dedikodusu yayıldı. 1620 yılında kazanılan Cecona Zaferiyle birlikte Sultan Osman hazinesini güçlendirip kendine güven sağlamıştı. Artık kendisine örnek aldığı Yavuz Sultan Selim Hân’ın Selimnâme’de okuduğu zaferleri gibi bir zaferi kendisi de kazanabilirdi. Bu hem içerde kendisine güven sağlanmasını sağlayacak ve saltanatını pekiştirecekti hem de dışarda Avrupalı kâfirin karşısında Osmanlının gücünün doruğunda olarak yeniden dikilmesini sağlayacaktı. Bu yüzden bulunmaz bir fırsat olarak gördüğü bu sefer için daha sene başında hazırlıklara girişen padişahı yoğun kara kış engellemişti. Şehzade Mehmed’in katli de bunun içindi, askerin sefer sırasında ona biat etmeye kalkışması ya da geride bırakırsa geri döndüğünde bir ihanetle karşılanması işten bile değildi. Bu riski göze alamayan padişah da baba bir kardeşinden kurtulmuştu.
Bahar geldiğinde elbet karlar eriyecek, deniz çözülecek ve gemiler şehre yanaşacaktı. Bu yüzden kış boyunca sabredecekti. Sonra her şey yolunu bulacaktı. Bu sırada saray hizmetlilerine halka aş dağıtılması hususunda telkinler de bulunuyordu. Kendisi de bizzat tebdil-i kıyafet giyinerek sokaklara iniyor, karın içinde bata çıka insanlarını kontrol ediyordu. Her yerde kıtlık vardı, manzara ahir zaman manzarasıydı. Aş için kuyruk olan insanlara daha dikkatli bakıyordu.
Bütün bunlar olup biterken ulemayla arasını düzeltmeliydi. Bir başka hatasını da burada yaptı. Çünkü çözümü Şeyhülislam Esad Efendi’nin kızı Akile Hatun ile evlenince şeyhülislam ile akrabalık kurup, onun liderliğinde birleşen ulemayı kendine bağlı hâle getirmekti. Bunun içinde Şeyhülislam’ın evine görücü olarak bir heyet gönderdi. Ancak bu kız isteme olumsuz karşılanınca has odaya çağırdığı Şeyhülislam ile bizzat konuşmaya karar verdi. O gün neredeyse akşamüstü oluyordu, kış etkisini yavaştan kaybetmişti ama ahali üzerindeki olumsuz hava hâlen daha devam ediyordu. Şeyhülislam, padişah kendisini defaatle çağırdığı hâlde gelmemekte diretmiş ama ısrarlı çağırışın sonunda kaçış olmadığını anlayıp has odanın yolunu tutmuştu. Sarayın has odaya giden yolunda iki yanında bostancı askerleriyle birlikte ağır ağır yürüyen Şeyhülislam Esad Efendinin o an aklında tek bir şey vardı: İdam. Hanedanın tarihinde şeyhülislam idamına pek rastlanmasa da yok değildi. Bu yüzden gelmemekte diretmişti, padişahın ulema ile arasındaki gerginliğin farkındaydı. Birçok defa padişah kendisiyle bunu defalarca konuşmuş ancak iş kendisinden nasihat dinlemeye gelince kulaklarını tıkamıştı. Belki şimdi de kendisini son defa dinleyip sonra idamına hükmedecekti. Gerçek şuydu ki Esad Efendi de padişahtan hoşlanmıyordu. Sultan Osman atılgan, cesur ve gözü karaydı ama tez canlıydı, nasihat dinlemeyi sevmiyordu. İşlerini tatlı dille ya da adaletle değil tehdit ve zorbalıkla halletme yoluna gidiyordu. En çok da tahtına güveniyordu, onun verdiği güç herkese ve her şeye yeter yanılgısındaydı. Yaşı gençti ve gençlik belasına düşüp cahillik ediyordu.
Kafasında binbir tilki birbirinin kuyruğuna basmadan dönerken Esad Efendi ve bostancılar has oda kapısına kadar geldiler.
“Hünkârımıza kendisiyle görüşmeye geldiğimi bildirin.”
Şeyhülislam bunları söylerken kaftanının önünü elleriyle kavuşturdu. Oğlanlardan birisi kapıyı açıp içeriye girdi. Dakikalar süren bekleyiş de böyle başladı, Sultan Osman’ın ikili görüşmelerinde Şeyhülislam’a hep yaptığı buydu: onu bekletmek. Bu bazen iki dakika sürer bazen de on dakika kadar. Bereket versin bu sefer fazla beklemeden içeriye kabul edildi. Bostancılar da has odaya kadar kendisine eşlik edecekti, ana kapıdan oda kapısına kadar gelen insanlara bazen bostancılar eşlik eder bazen de hasodaya birlikte girerdi ama şu an gerek yoktu. Kendisi bu devletin şeyhülislamı olarak devletin başına zarar verecek hâli yoktu ya. Kapıya geldiklerinde kendisi üç kere tıklattı. İçeriden yeni kalınlaştığı belli olan bir erkek sesi, neredeyse fısıldarcasına “Gel” emrini verdi.
Kapının iki yanında duran oğlanlar iki kanadı aynı anda açıp Şeyhüislam’a yol verirken bostancılar bir adım geri atıp arkada kaldılar. Her şey o kadar tertipliydi ki…
“Hünkârım!” Şeyhülislam Esad Efendi elleri önünde kavuşmuş bir hâlde padişahın önüne kadar gelip durdu. Şeyhülislam olarak bu kadarı kâfiydi, temenna etmesi beklenmiyordu. Sultan Osman geriye doğru yatak olarak kurulu bir tahtın üstünde oturuyordu. Altında döşek seriliydi, bu onu olduğundan uzun gösteriyordu ki zaten ortalamanın üstünde bir boyu vardı.
“Lafı uzatmayacağım Esad Efendi, duydum ki konağına isteme niyetiyle gönderdiğim heyeti reddetmişsin. Sebebi nedir?”
Esad Efendi sorunun bu olacağını baştan anlamıştı. Şimdi soğuk terler döküyor, vereceği cevabı düşünürken yutkunuyordu. Cevabı iyi ölçüp biçmeliydi.
“Belî padişahım, bilirsiniz ki Hanedan-ı Âli Osman saray içinden ve haremden bir cariyeye nikah kıyabilir. Yazılı bir kanun yok elbette ancak teamül bu üzredir ve merhum atanız Selim Hân’dan beri kimse hem Türk hem de hür bir avratla evlenmemiştir. Maazallah, tahtta hak iddia edebilirler.”
Şeyhülislam susunca Osman gözlerini üzerine dikip sessizce ona baktı. Adam karşısında sıkıntıyla sakallarını sıvazlıyor, göz temasından kaçınıyordu. Sakince bir nefes aldıktan sonra tane tane konuşmaya başladı.
“Demek teamüllerimize uymuyor. Hatırladığım kadarıyla en son tahta da atanın yerine oğul geçiyordu. Lâkin siz ben dururken emmimi çıkardınız. O teamül değil miydi?”
Üç sene kadar evvel Osman henüz 14 yaşında, atası Sultan Ahmed Han aniden vefat edince onun yerine, kendisinden daha büyük olan amcası Şehzade Mustafa tahta çıkarılmıştı. Bunda payı olanlardan biri de yine o dönem Şeyhülislam olan Esad Efendiydi. Onunla beraber saltanat kaymakamı Sofu Mehmed Paşa ile Mustafa’nın validesi Halime Sultan da kabahatliydi. Neyse ki bu dönem 3 ay kadar sürmüştü de tahta gerçek sahibi, Şehzade Osman oturmuştu. İlk iş amcasını eski dairesine kapatmak, kapısını da duvarla ördürmek olmuştu. Halime Sultan’ı Eski Saray’a gönderip, Sofu Mehmed’i azlettikten sonra Esad Efendi’yi de kısıtlamıştı. O dönemde kendisi yerine yaşı büyük diye amcasının geçirilmesine o kadar içerlemişti ki cülus nedeniyle İngiltere Kralı Birinci James için yazdırdığı tebliğde bile buna yer vermişti.
Şeyhülislam cevap vermeye yeltendiyse de o ağzını açar açmaz Osman, sağ elini kaldırıp onu susturdu. “Neyse bu kısır tartışmaları defalarca ıslatıp ıslatıp önümüze getirmeye gerek yok. Esas konuya dönelim: Kararım kesin, Şeyhülislam Efendi. Kerimeniz Akile Hanımla izdivaç niyetindeyim. Bundan da vazgeçmiyorum.”
Esad Efendi buradan çıkış olmadığını anlayınca kendince bir şark kurnazlığı yapmayı denedi.
“Emir de ferman da siz yüce padişahımızındır. Amma hür asıldan bir avratla nikâhlanacaksanız yapmanız icap eden önemli bir husus vardır.”
Osman omuzlarını dikleştirip adamın karşısında dik durmaya çalışırken yüzüne bir şaşkınlık ifadesi yavaş yavaş yayıldı. Esad Efendi ise yarattığı etkiden mutlu bir şekilde hafifçe sırıtarak padişaha baktı.
“Nedir o husus?” dedi Osman, en sonunda.
“İznini almak yani rızalık.”
Osman gözlerini ayaklarına dikti. Hakikaten bunu hiç düşünmemişti. Ona göre kızla evlenecek ve önce Esad Efendi ile arasını düzeltecek. Sonra da onun aracılığıyla ulema ile arasını düzeltip saray içindeki bir grubu kendi yanına çekecekti. Kızın rızasını hep göz ardı etmişti. Ayağa kalkıp, ellerini geriye attı ve bel boşluğuna kenetledi.
“Doğru, o zaman Akile Hanım ile görüşmek isterim. Rızasını almak için. Tabii izniniz varsa?”
Bu öylesine bir soruydu, az önce nikahı doğrudan kendisine dayatan da Osman’dı. Esad Efendi’de bunun farkında olarak sessizce başını evet anlamında sallayarak soruyu geçiştirdi.
“Çekilebilirsin. Lâkin ayrılma, hasodanın kapısında bostancılarımla bekle. Tedbil-i kıyafet içinde ben de geleceğim.”
Esad Efendi gözle görülür bir şaşkınlık telaş yaşadı. “Şimdi mi?” diye sordu, gözleri faltaşı gibi açık.
“Şimdi.” diye kestirip attı Osman ve eliyle çekilmesini işaret etti. Şeyhülislam Esad Efendi ağır ağır arkasını dönmeden yürüyerek kapıya kadar geldikten sonra kapı ağzında açılması için iki kez tıklatıp odadan çıktı.
Osman her ne olacaksa bir an önce olsun istiyordu ama bir anda kafasında rıza verilmeyeceği şüphesi uyandı. İşte o vakit ne yapacaktı? Hür bir hatunla zorla evlenemezdi. Ulema ile arasını düzeltmek için başka bir yol bulmalıydı. Aslında bunun yolu arpalıkları geri vermekten geçiyordu ama hem Sultan Osman tabiri caizse tükürdüğünü yalamak istemiyordu hem de hazineye yük bindirmekten kaçınıyordu. Üç senelik saltanatı boyunca zaten hazinenin hâlini güç bela düzeltmişken harcama musluğunu sil baştan açmak aptallık olurdu. Hazine bir kere zayıflarsa toparlamak zor olur, sefer en az bir sene ertelenir ya da seferden vazgeçilirdi. Bu da onun işine gelmezdi çünkü nihayet karşısına kendini ispatlama fırsatı çıkmıştı.
“Hem kim Hanedan-ı Âlî Osman’dan bir kocayı kabul etmez ki?”
Tahtından kalkıp kapıyı bekleyen oğlanlara tedbil kıyafetlerini getirmelerini söyledi. Hemen giyinip çıkacaktı. Yarım saat içinde hızlıca hazırlanarak hasodanın dışında bekleyen Esad Efendi ve Bostancıların yanına vardı. Esad Efendi hemen yanında, Bostancılar arkasında saraydan çıkıp İstanbul’un kardan yeni arınan sokaklarında Esad Efendi’nin konağına vardılar. Konağına gittiklerinde küçük hanımın haremde kuş uykusuna yattığını öğrenince Esad Efendi kızını padişahın önünde yerdi. Sultan Osman bunun amacını elbette biliyordu. Kendince onu bu işten caydırmak istiyordu. Akile Hanıma haremdeki cariyeden haber yollandı. Babasının konağa geldiğini, Sultan Osman’ın da yanında olduğu, ikisinin selamlıkta beklediği ve Sultan Osman’ın niyeti, kısaca her şey söylendi. Genç ve körpe kızın yüzü aydınlandı. Koskoca padişah kendisini istiyor, üstelik evine kadar teşrif ediyordu. Oysa ne sarayın dolambaçlı entrikalarından ne bunun siyaseten yapılmış bir evlilik olacağından ne de oranın teamülleriden haberi vardı. Zavallı kızcağız büyük bir hevesle cariyeye doğru atıldı.
“Git söyle pederime, rızam vardır. Sultan Osman Hân’a varırım!”
Cariye de hanımının heyecanına kapılarak haremlikle selamlık arasındaki uzun yolu koşarak bir nefeste geçti ve müjdeyi hem kızın babasına hem de müstakbel güveyine ulaşırdı. Haberi duyar duymaz Sultan Osman’ın yüzü aydınlanırken, Şeyhülislam Esad Efendi’nin yüzü önüne düştü.
Böylece büyük hatalarından birini daha yaparak saray dışından evlenmeme teamülünü de ezip geçti. Bütün bu değişik zamanlarda birbirlerinden ayrı olarak yapılan hatalar, dağın tepesinden bir kar topu olarak yuvarlanırken koca bir çığa dönüşmesi gibi birike birike kocaman bir soruna dönüştü. Şimdi o sorun sarayın kapılarına dayanmış, Sultan Osman’ı indirmek istiyordu.
8 Recep 1031 gecesi, Sevdiğin’de bir kervansaray
Sevdiğinde çöl rüzgarlarına benzeyen rüzgarla tozu toprağı kaldırıp, ıssızlığın ortasında bir anıt gibi tek başına duran kervansarayın duvarlarına çarparak zerrelerini toprağa kattı. Sevdiğin kuş uçmaz kervan geçmez bir yer olarak bozkırın ortasında Âlî Selçuk vaktinde buraya bir kervansaray kondurulmuş, öylece de kalmıştı. Koskoca devletin dâhi buradan haberi yoktu. Kervansarayı yöneten İzzeddin adlı bir adamdı. Ailesi üç kuşak önce, Bâyezid Hân zamanında buraya geldiklerinde ıssız olan kervansarayı onarıp çalıştırmaya başlamıştı. Yakın zamana kadar Celali İsyanlarıyla yanan Anadolu’da iş yapamadan zor yıllar geçirdikten sonra şimdi nispeten feraha kavuşmuşlardı. Anadolu hep hareketliydi, kervansarayın başına ilk geçtiklerinde de Safevi müritleri buralarda cirit atıyorlardı. İsimler değişip, yıllar geçerken tehlike ve tehdit her dâim varlığını sürdürüyordu.
Payitahtta Sultan Osman’a karşı girişilen ayaklanma hâlâ daha devam ederken kervansarayın kapısını buz gibi bir gecede bir yabancı çaldı. İzzeddin burada iki oğluyla birlikte çalışıyordu. Dış kapıyı açmaya giden de en küçük oğlu Salih’ti. Salih kapıyı açıp geleni buyur edecekti ki daha kapıyı ardına kadar açıp, gece karanlığında karşısındaki kişiyi seçme fırsatı bile bulamadan soğuk, beyaz bir el zavallı adamı boğazından tuttu. Tuttuğu gibi kafasını gövdesinden ayırdı. İzzeddin oğlu Salih’in 37 yıllık kısa süren yaşamı bu şekilde feci bir sonla bitmiş oldu. Bedenini defnedebilecek kişiler de birazdan aynı akıbeti paylaşacaktı.
Sevdiğin Hasan kopardığı boynun kanla sulanan alt kısmına ağzını dayayıp kana kana içmeye baktı. Uzun süredir susuzdu ve artık canına tak demişti. İçine girdiği bu beden giderek yaşlanıyordu, yavaş yavaş onu terk etme zamanı geliyordu. Yoksa onunla birlikte kendi Obur ruhu da ölebilirdi. Aralarından birini bedeni için kendisine ayırmalıydı. Ama hangisini?
Yeterince kan içtiğinden iyice emin olduktan sonra ağzından, kesik başı tuttuğu elinden damlayan kana aldırmadan yürümeye devam etti. Aslında kapıyla bina arasındaki uzun yolu bir çırpıda geçip kervansaray içindeki 63 kişiyi de saniyeler içerisinde katledip yok edebilirdi. Ama öyle yaparsa ne eğlencesi kalırdı? Binanın kapısından az önce öldürdüğü adama benzeyen ama daha yaşlıca bir adam çıktığında şaşırmadı. Oysa binadan çıkan adam şaşırmıştı, Salih’in kesik başını karşısındakinin elinde sallandığını görünce dehşete düşerek içeriye kaçtı. Hasan ise hiç istifini bozmuyordu, biraz sonra çeşitli gözler binanın pencerelerinden kendisine bakıp içeriye çekilince kervansarayı çığlıklar kapladı. Kadın-erkek birçok sesten kalınlı inceli çığlıklar göğe yükselirken binadan elinde tüfekle az önce içeri kaçan adam çıktı.
“Dur! Yoksa vururum seni!” diye bağırdı giderek kendisine doğru yaklaşmakta olan Hasan’a. Bu Salih’in abisi İsmail’di. İsmail dehşetle yoğurulmuş olan korkusuna rağmen cesurca direnmeyi aklına koymuş gibiydi. Korkusu her yerini kaplamışken tüfeğini eline almıştı. Hasan’da işte o korkunun kokusunu aldı.
“Korkunu duyabiliyorum, oradaki zavallı.” Sinsi ve iğrenç bir kahkaha atarak sapsarı dişlerini gösterircesine karşısındakine sırıttı. Yine de ne adımlarını yavaşlamıştı ne de kısa bir an için bile olsa duraksamıştı. Yürümeye devam ediyordu, binayla Hasan arasında birkaç adımdan fazlası yoktu artık.
İsmail ikinci bir ihtara gerek olmadığını düşünmüş olacaktı ki ikinci bir ihtarda bulunmadan tüfeğinin tetiğine asılıp ateşledi. Kalın, top şeklindeki kurşun havaya keskin bir barut kokusu bırakarak tüfekten fırladığında saliseler içinde hedefini buldu ve Hasan’ın karın boşluğuna isabet etti. İsmail tüfeği eğip, ikinci kez ateşlemek için doldururken tüfekten gelen kurşunun darbesiyle eğilip, büküldü ama ne diz çöktü ne de düştü. Sadece karnına doğru eğilmişti. Kurşunun bedenine isabet edip de açtığı delikten içeriye sağ işaret ve baş parmaklarını sokup, iki parmağının arasında yuvarlak kurşunu çıkararak doğruldu. Tüfeğin ateşlenmesiyle biten çığlıklar yeni baştan, bu sefer daha da kuvvetlice başladı.
“Tekrardan selamlar!” diye bağırdı kervansaraya doğru Sevdiğin Hasan. Gülümsemesi giderek genişliyor, genişledikçe tiksindirici sarı dişleri daha da ortaya çıkıyordu. Bu sırada kervansarayın kapısında İsmail az önce şahit olduğu olaydan sonra donup kalmıştı. Böyle bir şeyin olabilmesine ihtimal vermiyordu. O donakalmışken birdenbire saç diplerinden başlayarak bütün vücuduna korku ve dehşet yayıldı. Az önce gördüğünü idrak ettikçe çığlıklarının sesi de yükseliyordu. İsmail ellerinden tüfeği atmış, artık parmaklarıyla yüzünü tırmalıyordu. Hasan, Salih’in başını adamın üzerine doğru atınca istemsizce onu havada yakalayan İsmail’in çığlıkları dehşetten daha da tizleşti ve en sonunda sesini çıkaramayacağı bir noktaya gelip dayanarak kesildi. Nihayetinde de bayılıp yere düştü.
Sevdiğin Hasan, adamın üzerinden atlayarak içeriye doğru ilk adımını attı. Kervansarayın içerisi mahşer gibiydi, it oynamış yonca tarlasına benziyordu. Yaşmakları doğru düzgün bağlanmamış, başlarından ha düştü düşecek kadınlar sağa sola kaçışıyor. Çoluğunu çocuğunu arıyordu. Erkeklerse çıkınlarını bulmaya çalışıp oradan oraya atlayıp duruyordu, kimisi de tahtayla kapatılmış pencerelerden kendini dışarı atmaya çabalıyor ama başaramıyordu.
“Kıyamet gününden bir kesit.” dedi onlara bakarken eğlenen Hasan, kendisi sanki kıyametten fırlamış bir yaratık değilmiş gibi.
O eğlencesine bakarken adamın birisi görmeyen gözleriyle koşarak geldi ve kalın derili gövdesine çarptı. Hasan yerinden bile kıpırdamazken adam sertçe yerle bir oldu.
“Dur sana yardım edeyim!” dedi Hasan ve adama elini uzattı sırıtarak. Karşısındakinin kim olduğunu ayırt edemeyen adamsa bunun dostça bir yardım olduğunu zannederek elini ona doğru uzatınca Hasan adamın kolunu tek bir hamleyle çektiği gibi kökünden kopardı. Kopan kolun omuzla birleştiği yerden oluk oluk kan fışkırıp, zemini kırmızıya boyarken adam koyu çığlıklar atarak can verdi. Çığlıkların ortasında acısıyla hemen fark edilen bu çığlık diğerlerinin koşuşturmacalarının durmasına neden oldu.
Bu can pazarının orta yerinde durup bir bakınca kan gölünün içinde uzanmış boylu boyunca yatan tek kollu bir adam ve o adamın kolunu sağ elinde taşıyan bir başka adam gördüler. Beyaz cildiyle gülümsediğinde ortaya çıkan sarı dişleri tezat oluşturan bu adam sağ elindeki kolu, eli yukarı gelecek şekilde çevirerek sol eline aldı. Sonra da sırıtarak etraftakilere salladı. Sanki normal bir günde, normal bir yerde kendi eliyle onlara selam verir gibi.
“Selam.” diye ekledi sonra. “Çok bağırıyordunuz, sanırım duymadınız.” Kopardığı elle yerde cansız yatan zavallıyı işaret etti. Gözlerinde yapay bir merhamet vardı. “Az önce bu adamın kolunu kopardım.”
Bu cümlelerin idrak edilmesi birkaç saniye sürdükten sonra mahşeri cümbüş geri döndü. Herkes birbirine çarpa çarpa, ite kaka, en olmadık yerlerden yardım umarak oradan ayrılmaya çabalıyordu. Sevdiğin Hasan ise önüne geleni boğazından yakalayarak boynunu kopartıyor. Kan kesik boğazdan akarken kaldırıp bir yere atıyordu. Bütün kervansaray sakinlerinin kanı zeminde toplanınca geri dönüp rahat rahat beslenecekti. Şimdi beslenmeden önceki avlanma zamanıydı.
İlk başta bir kadına uzandı elleri, kemikli bedeni elleri arasında çırpınırken kocası olduğunu tahmin ettiği bir adam, kadını tutan elini bıçakla kesmek istedi. Ancak görünürde derisi kesilse de, koyu mavi bir sıvı kan gibi sızarak aksa da hiçbir şey olmadı. Bıçağı saplayıp geri çeken adam, Hasan’ın tepkisizliğine şaşıramadan boşta kalan el onun boğazına sarıldı. Var kuvvetiyle sıkan ele karşılık, ondan kurtulmaya iki yandan da çalışsalar da hiçbir şey olmuyordu. En sonunda ikisi de boğularak öldükten sonra Hasan, adamı bırakıp kadının önce kafasını kopardıktan sonra kadını bırakıp adamınkini kopardı. İkisini de kan gölünün içine atıp bütün kanları boşalsın diye oracıkta bırakarak ilerledi.
Bu uzun süren kervansaray katliamından artık sıkıldığını hisseden Sevdiğin Hasan tüm potansiyelini ortaya çıkarıp gösterme vaktinin geldiğine karar vererek hızlandı. Adımlarını hızlandırıyor, kollarının gücünü iyi ayarlamadan kervansarayın dört bir yanında daha kurbanı olan zavallı insancıklar ne olduğunu bile anlamadan başlarını bedenlerinden vahşice ayırarak sonraki kurbanı olan zavallıya geçiyordu.
Her yer birkaç dakika içerisinde kan gölüne dönmüş ve 62 kişiyi de tek tek öldürmüştü. Hayatta bıraktığı tek kişi kervansaraydan içeriye girerken baygın hâlde bıraktığı İsmail’di. Onun da bedenini almak için sağ bırakmıştı. Önce kervansarayın zeminine yayılan kanı iyice içine çekti. Alt katı tamamen temizlediğine emin olunca üst kata çıkarak orada da beslenmeyi unutmadı. Alt kata tekrar indiğinde İsmail ayılmış, doğrulmuş başını ovuyordu. Anlaşılan daha ne olup bittiğini tam olarak anlayamamıştı. Hasan başına yeni gelmişti.
“Uyandın mı?”
Sevdiğin Hasan, adamın başına gelmişti. Çizmeli ayaklarıyla yerdekinin başını yokladı.
“Demek kendine gelemedin. Ruhum senin bedenini ele geçirdiğinde zaten bir daha asla kendinde olmayacaksın.”
Adam görür görmez bakışlarıyla başındaki uğursuz yaratığa bakmaya çalıştı. Şaşkınlık tüm yüzüne yayılırken “Euzubillahi-” diyerek besmele çekmek istedi ama Hasan onun sözünü yarıda kesti.
“Boşuna uğraşma, o beni etkilemiyor. Ecinni değilim ben.”
Yanında getirip sakladığı böğürtlen çalısı dallarını bir koşuda, bıraktığı kapı önüne gidip alıp geldi. Üzerinde meyveleri de bulunan bu dalların tek tek meyvelerini koparıp çöktüğü yere koydu. Tek bir yerde meyveleri topladıktan sonra dalları adamın bedenine sardı. Meyvelerini iki avucuna alıp sıkarak suları parmaklarının arasından damlarken adamın üzerinde boylu boyunca gezdirdi. Adam tamamen koyu kırmızı-mavi karışımı bir renge boyanana kadar birkaç sefer böğürtlen suyuyla adamın bedenini yıkamaya devam etti. Nihayet bittiğinde adamın başına dönüp diz çöktü. Belini büküp adamın üstüne eğildi ve gözlerini kapadı. Ruhu bedeninden yükselirken önceki bedeni yana doğru düştü ve yerdeki adama nakloldu. Böğürtlen dallarının arasında hapis beden ruh bulunca önce ayaklarından başlayarak ellerine doğru hayatına kavuştu.
Gözleri yavaşça açıldı ve gücünü tamamen bulunca tüm kuvvetiyle kendisini saran böğürtlen dallarını parçalayarak ayağa kalktı. Az önceki bedenini bıraktığı yerde yana doğru yıkılmış buldu. Eski bedenin asıl benliği şimdi gün yüzüne çıkıyordu ama neredeyse ölecekti. Adam güç bela kendisini zorlayarak sağ elini Sevdiğin Hasan’a doğru kaldırdı.
“Sen…ömrümü tükettin.”
“Evet.” Sevdiğin Hasan sırıtarak karşılık verdi. “Neredeyse 250 yıl oldu, ha! Artık ölüyorsun, bana minnettar olmalısın. Hangi fani insan 250 sene yaşadı ki ama sen benimle beraber, bilinçaltım olarak 250 sene yaşadın. Aslına bakarsan ben sana uzun bir ömür bahşettim.”
Kahkaha attı. Adam elini kaldırıp bir şeyler söyleyecek oldu ama derin bir nefes aldıktan sonra bu onun son nefesi oldu ve oracıkta can verdi. Onunla beraber yeni bedeninde Sevdiğin Hasan o nefese hiç ihtiyacı olmadığı hâlde derin bir soluk aldı. Tazelenmişti.
“Şimdi, bir kez daha payitahta gitmeliyim. Sultan Osman beni bekler.”
- Sencer Tigin Destanı 3 - 1 Mayıs 2023
- Chris Hemsworth’e Tapıyoruz - 1 Kasım 2022
- Sultan Mustafa Hân’ın Hayat Ameleliği Meselesi - 1 Eylül 2022
- Ayı Postuna Büründüm Ayı Diye Göründüm - 1 Ağustos 2022
- Sencer Tigin Destanı - 1 Temmuz 2022
Sonlara doğru dehşete düşürücü. Devamını bekliyoruz @EmrecanDogan
Son kısmı hem tema için uygun olsun diye ekledim hem de korku ögesi eklemek için ama pek korku yazmadığımdan oldu mu olmadı mı bilemedim.
Devamı değil de hikayenin temeli için destan özel sayısına yazabilirim. Zaten bu hikayeler bir novella çalışmasının parçaları. Aylık Öykü Seçkisine yetiştirme bahanesine hikayeyi bitirmek üzereyim. Tabii yayınlanmayan kısımları da var.
Teşekkürler efenim.
Daha önceki öyküyle bağlantılı olduğunu söylemiştiniz. Evvela ona atladım. Genel olarak da korku-gerilim havası hakimdi zaten.Sevdiğin gizemli, dehşet verici bir karakter; burada da görmüş olduk. Alenen sergilediği dehşet sahneleri bir soğuk duş etkisi yarattı lakin fazla apaçıktı sanki. Tamamen kendi fikrim beğenmediğimden değil. Kervansaray baskını Hasan’ın bizzatihi gözünden değil de daha sonra gelip olanlara tanıklık eden birisinin gözünden nasıl olurdu acaba :? dedim.
Kapsamlı bir novel’in hikayelerinden olduğu anlaşılıyor. Tarihi bir dönemle ilintili bu kurgudan oldukça keyif aldım. Sonraki ayın teması da oldukça çarpıcı olacağa benziyor. Sabırla bekliyoruz. İyi çalışmalar dilerim efenim.
Şimdi okuyabildim, çok iyiydi. Projeni bildiğim icin de devamı için heyecanlandım. Kalemine saglik