Bataklıkta yaşayacak ama batmayacakmışız.
Aniden gündeme oturan bu haberin kaynağı Hasan Ölmez. Yeraltı isyanı olduğunu varsaysa da aslı nedir, bilmiyorum. Yakın dostum Hasan Ölmez üst sokağın başında göründü. Yine aynı süt beyaz takım elbiseyi üzerine geçirmiş kedilerden dahi imtina ederek bizim eve yaklaşıyor. Hızla ama aksayarak. Evimiz üç katlı olmasına rağmen, dünyadaki diğer tüm üç katlı evlere göre ufacık görünüyor. Yine de kentin en yüksek evinde oturuyorum. Üst katın balkonundan ta öteki sokağın girişini bile görebiliyorum. Nitekim buradan diğer evlerin bizim evden bile ufak olduğu gerçeğini anlayabiliriz. Her gün bu saatlerde, burada Hasan’ı bekliyorum. Yüzünü ayrıntılarıyla bildiğim için uzaklarda görünse de kolaylıkla tanıyor değilim. Hasan, gri cezvenin içindeki bir damla süt kadar aydınlık ve beyazdı sokakta. Asfaltlar, boz renkli binalar ve yağmur dolu bulutlar arasındaki süt rengi ışıldak.
Nihayet bizim sokağa girdi. Saçları altın gibi parlıyor, sağlıkla zıplıyor. Soluk yüzü en neşesiz gününden bile daha durgun. Gök mavisi gömleğinin düğmelerini boğazına kadar iliklemiş. Tüm kenti yürüse bile hiçbir yerini kirletmez. Yine de sokakların tozundan muzdarip. Bir elli var ya da yok, boyu yumuşak karnı. Kendi halinde düşünceleri var. Başımı derde sokacağına şüphe yok.
Beyaz köseleleri, takımından daha parlak. Bu çöplükten bozma sokaklarda gezip yarısı yenmiş farelerin bir damla kanına da mı rastlamazsın Hasan? Eve yaklaştıkça küçük başını kaldırıyor, gözlük çerçevesini kaşlarının ortasına yerleştirip beni seçmeye çalışıyor. Ben hep başka bir renkteyim. Annemin kumaşlar arasında debelenen şımarık komşularının söylemeye bayıldığı, hatta mest olduğu renklerden. Mürdüm, yavruağzı ya da kavuniçiyim. Dümdüz beyaz, gri ya da mavi annemin görmeye tahammül edebileceği bir şey değil. “Dünya” der, “gösterdiğinden fazlasını bekler senden, o sana maviyi verdiyse içine pembe katıp şunu yapmaktan mesulsün ufak şey!” Elinde sallayarak gösterdiği kumaşın renginde ne mavi vardı ne de pembe. Dünya daha çok bekler.
Hasan kapıyı çaldı. Ben merdivenleri ikişer üçer inip annemden önce yetişecekken kapıya vardığımda annem tansiyonunu yerden topluyor. “Renksizlik! Sütçünün oğlu bile utanır, giymez böyle,” diye söylene söylene kapıyı açık, Hasan’ı da kapıda bırakıp gitti. Yanımdan geçerken kapıya yetişeceğim diye merdiven korkuluğundan kayarken düşüp kanattığım dizimi görmedi. Hasan Ölmez iki yandan gerdirilmiş kadar çekik duran gözlerini üzerime dikmiş, adımlarımı kolluyor.
“Bana doğru üç adım at, gerisi bende,” dedi.
Bacaklarımı olabildiğince açarak üç adım attım. Ne büyüklükte üç adım olduğunu söylemedi. Attığım üç büyük adım beni Hasan’dan bir adım sonraya götürdü. Tek sıçramada Hasan’ın sırtına atladım. Yaralıyım. Yürüyemem. Ayağımla kıçına vurup evin içine doğru dehledim. Çingene çadırlarına benzeyen salonumuzun ucuna kadar art arda attığım tekmeler sayesinde gittik. Bir ara başım avizeye çarpmış, büyük bir gürültü kopardı. Avizenin cam parçaları birbirine çarpmış, Hasan korkunca sendelemiş, yerdeki vazoyu devirmişti. Hiçbir şeyin kırılmamasına şaşmamalı. Bu ev böyle. Ya felakete kapılır aklını oynatırsın ya da ayçiçekleri gibi güne, güneşe dönük, mis gibi yaşarsın.
Hasan beni koltuğun üstüne atıp arkasını döndü. Dizimin değdiği yer kırmızı. Hasan nihayet çilekli vanilyalı dondurmaya benzedi. Annem sevinebilir. Kahkahalar içinde yuvarlanıyorum. Yüzü kıpkırmızı kesildi. Karnım gülmekten sızlıyor. Kapıya yönelip ilerlemeye başladığını nihayet fark ettiğimde hemen atıldım. Önünü kesip dostça sarıldım. Hoş geldin karşılaması. Hasan böyle şeylere dayanamaz. Saçları neşeyle dans etmeye başladı. Ceketinin manşetlerini elleriyle çekiştirip düzleştirdi. Kemerinin tokasını sallayarak kipleştirdi. Sarılmama ancak karşılık verdi. Düşünceleri bir anlığına silindi.
Affedildiğimi gösteren kucaklaşma ve sırta pat patlama faslını geçtikten sonra Hasan Ölmez, ölü durgunluğunu cebinden çıkarıp yüzüne astı. İfadesi böylesine ani değişen birini daha tanımıyorum. Omuzlarıma yerleştirdiği elleriyle beni aşağı itiyor. Betonla ayaklarımızın soğuk temasını engelleyen kırçıl halı, her rengi taşıyor. Hasan takım elbisesine nasıl kıyıp da yere oturacaktı bilmiyorum fakat beni çoktan yerle bir etti. Hangi hayvanın tüyünden yapıldığını bilmediğim halıdan dili olsa çıkacak sesi düşünmeye koyuldum. Hasan’ın oturmasını beklerken dünyanın sırrını da çözebilirim. Kumaşta kırışıklık olmaması için öyle titiz eğiliyordu ki, o hizama indiğinde ben baston tutabilirim.
Hasan Ölmez, en sonunda yüzünü yüzüme yaklaştırmış, ziyaretinin gerginlik verici sebebini benimle paylaşmak üzereydi. Derin bir nefes aldı. Gözlerini üzerime düğümledi. Yüzüme doğru eğilip dudaklarını araladı. Ağzından çıkacak ilk harfi heyecandan bayılmak üzere bekliyorum.
“Sen… Kokuyorsun!”
Suda çok kalmış deri kadar buruşturduğu yüzü, midesinin az sonra aramıza davetsiz misafirler göndereceğinin habercisiydi. Geriye sıçrayıp eliyle ağzını, burnunu kapattı. Kumaşına ne olacağı şimdi umurunda değildi. Hiçbir şey söylemedim. Kolumu kaldırıp burnumu koltuk altıma soktum. Ne ekşi koku! Beni mest ediyor. Böyle kokmadan mutlu olmuyorum. Annem zorla yıkasa da yeniden kokuma kavuşana dek koşar, terlerim. Dilimi uzatabildiğim kadar uzatıp yalayacakken Hasan parmaklarını sonuna kadar gererek açmış, yüzüme sertçe indirdi. Dilimi ısırdım. Savrulup dahası mümkünmüş gibi iyice halıya yapıştım.
“Yarın gelecek bataklık senden temiz, kokarca kokusu!”
Kulağımda sinyal ötüyor. Tokat tiz bir ses bıraktı. Hasan’ın söylediklerini çok yanlış anlamış olmalıyım. Bataklığın gelmesi. Mantık burada sona eriyor. Hasan Ölmez, buruşmuş pantolonuyla ayaklanıp yeniden kapıya yöneldi. Giderayak söyleniyor:
“Ben de farelerle kırkayaklar, salyangozlarla solucanlar neden isyan etsin ki diyorum. Meğer mahallemizde canlarına kasteden kocaman bir kokarca yaşıyormuş.”
Kapıya kadar emekleyerek peşinden gittim. Devam ediyordu.
“Sokağa çıkamayacaksın bir daha. Seni anca elektrik telleri paklar. Birkaç dakikalığına tutuşsan mikrop falan kalmaz.”
Asıl bataklık Hasan Ölmez’in kafasındaydı.
Kapıyı çekip çıktı. Birkaç adım sonra çığlık sesi geldi. Annem, kıyafetinin rengini beğenmediği misafirlerinin ayakkabı tabanına bahçedeki gülün dikenini saklardı.
* * *
Dün nasıl bitti bilmiyorum. Hasan gittikten sona söylediklerini düşündüm. Sokak bataklık olacaktı. Evimizin neresine kadar yükselebilirdi? Kaynağını bulmalıydım. Denedim de. Hasan’ın ardından evden çıktım. Bizi bir alt mahalleden ayıran çayın üzerindeki köprüye gittim. Tam ortasına geldiğimde çayın iki ucunu görebiliyordum. Kupkuruydu. Sarı sıcak günlerde nasıl olması gerekiyorsa öyleydi. Çayın dolup taşması aylar sürerdi. Yarın uyandığımızda sokaklarının tamamını bataklığa çevirebilecek gibi değildi.
Komşunun sürekli toprağı eşeleyen kedisine bakmaya gittim. Aklıma şöyle bir senaryo geldi. Sokağımız bataklığın üstüne toprak doldurma ile oluşturulmuş. Kedi pisliğini saklamak için toprağı öyle derin kazmış ki, bataklık bulduğu ilk delikten fışkırıp sokağa dolmaya başladı. Üst düzey mühendislik bilgim beni buna inandırdı. Kel dedenin bahçesine vardım. Boyum kadar ahşap kapısına dirseğimle üç kez vurdum. Sokakla bahçeyi ayıran kısa aralıklı çitin arkasından kedinin sesi duyuldu. Ardından kapı aralandı ve devasa bir gölge üstümü kapladı. Yukarı baktığımda kaşları çatık, burnu nefes aldıkça kocaman genişleyen, dudakları kuru ve görünen dişleri sapsarı adamı gördüm. Midem ağzıma geldi. Güneş kelinden yansıyordu. Kusuyormuş gibi yapıp kaçtım. Buradan bir şey çıkmazdı. Ölene kadar kel dedenin kapısına yaklaşmayacaktım.
Hava kararmaya başladı. Annemin bağırtıları sokağın her köşesinde duyuluyor. Beni yemeğe bekliyor. Tuhaf bir hareketlilik seziyorum. Turuncuya boyanan gökyüzüne bakarken camların arasında gerilmiş kalın ipler, çarşaflar gördüm. Bütün evler birbiriyle bağlantılı görünüyor. Balkonları, pencereleri takip ede ede ilerlerdim. Yüksekten alçağa doğru kurulan yollar, bahçe katı balkonların demirlerine kadar devam ediyor. Camından ya da balkonundan yola çıkarak bu yolları izleyen herkes istediği yere gidebilir. Yukarı baka baka yürüyüp annemin daha da yükselen bağırtılarını duymamaya çalışırken sırtıma bir ağırlık bindi. İstemsiz tuttum. Bu doku… Hasan’ın takımının kumaşıydı.
“Aval aval bakar, eğilir ayak baş parmağını yalar!”
En ufak kafiye yakaladı mı en saçmasından bir tekerleme uydurmadan edemezdi.
“İn lan sırtımdan, bozuk süt kutusu,” dedim. Ağır konuştuğumu düşündüğüm için yüzüme sakallı, tespihli, benim kadar kötü kokan adamların ifadesini taktım. Onlar böyle hakaretler ederdi. Hasan Ölmez, bozulmaz değildi. Gayet alındı. Sırtımdan indi. Usulca ayağını uzattı. Ayakkabımın üstüne şöyle bir dokundurdu. Üç toz zerreciği anca gelmiştir. “İşte bunu hak ettin,” dedi.
Asıl bataklık Hasan Ölmez’in kafasındaydı.
“Ne arıyorsun burada hâlâ?”
“Kötü haber tez yayılacaksa birinin bu işe el atması gerekirdi.”
Hasan Ölmez, akıl kârı olmayan şeyler yapmanın ustasıydı. Kapı kapı dolaşıp yaklaşan bataklığı anlattığını söyledi. İnanmayanlara ikna ettiği mahallelileri getirip konuşturmuş. Böylece en sonunda inanmayanlar da kurulan havayoluna bir çarşafla bağlanmanın onlara hiçbir şey kaybettirmeyeceğini düşünmüşler. Sıkı düğümlerle sokağı dört yandan ördürmüştü yakın dostum. Anlattıklarını şaşkınlıklar içinde dinliyor, kimlerin ne tepki verdiğine katılarak gülüyordum. Evlerin sırasını aksatmadan her biriyle nasıl konuştuğunu anlatırken sıra bizim eve geldi.
“Amanın!” diye sıçradım. Birkaç saniye sonra, “Oh, mon dieu,” dedim, daha sakindim. Panikleyince bilhassa mahalledeki Fransız evin küçük kızından öğrendiğim bu ünlemi kullanır, havalı görünmeye çalışırdım. Annemin olacaklardan haberi yoktu. Mahallenin tamamı bataklığın sivri pençelerine düşmekten kurtulmuşken gökkuşağı gözlü annem evde, olanlardan bi’ haber, Hasan’ın tek renk kıyafetine beddualar okuyordu.
Tek solukta eve koştum. Asılmamla kapının açılması bir oldu. Hızımı alamayıp girişe yuvarlandım. Annem elindeki mutfak bezini hızla sırtıma, yüzüme, bacaklarıma indiriyordu. Ellerimle yüzümü kapattığımda parmak uçlarıma gelen bez darbeleri canımı iyiden iyiye yakmaya başlamıştı. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Dizlerimi karnıma çekmiş, açıkta kalan kollarımı ve bacaklarımı yangın yerinden alıp serin sulara basmanın hayalini kuruyordum. Açıkta kalan her noktamda kanlar uzun atlayışlar yapıp yeniden yere yapışıyordu. Öyle bir zonklama almıştı ki bedenimi, bezin derime yapışma seslerini bile seçemez olmuştum. Neden sonra annem beni orada bırakıp mutfağa döndü. Ocaktaki yemeğe can borçluydum.
Gece boyu orada kaldım. Annem yanımdan gelip geçerken ayağıyla denk getirdiği yerimden itiyor, yerde döndürüyordu.
Ona bataklıktan bahsedemedim. Bakkala diye çıkıp batması canımı daha fazla yakamazdı.
* * *
Dün böyle geçti. Sokağa kurulan hava taşıtı teknolojinin son harikası bir uçak motoru gibi heyecan vericiydi. Evin girişinde uyandım. Sol gözüm şişmişti. Bezin ucu havayı yırtıp gözüme indiğinde daha fenasının olacağını düşünmüştüm. Vücudum bezin genişliğindeki şeritler halinde kırmızıya boyanmıştı. Yerimden kalkmak isterken ayakkabılarımın hâlâ ayaklarımda olduğunu gördüm. Sabahın ilk ışıkları camı aşıp gözlerime girerken bağcıkları çözüp çorapsız giydiğim ayakkabıları, yapıştıkları ayak derimden söktüm. Evde hareketlilik sezmiyordum. Annem olacak çocuk haini uyanmamıştı.
Ev kapısını aralayıp dışarıda zonklayıp duran, evlere taşmak için heyecanla için için fokurdayan bataklığı evimize almak istedim. Bataklık seli eve dolacak, beni içine alacak, annemin odasına dalacak ve oradan camı kırıp bizi sokağa atacaktı. Canımın daha çok acıması öyle imkânsız geliyordu ki, değil bataklık, sümüklü böcek havuzu olsa sel olup üstüme akabilirdi.
Kalkıp camdan bakmak, çarşaf ve ip yolunu kullanarak yola çıkan insanları görmek, bataklığın yüksekliğini ve kaynağını öğrenmek istiyordum. İçeriden gelen epey iç gıcıklayıcı çığlık aklımı uçurdu. Annem camdan bakmış, camlar ve balkonlar arasındaki yolu görmüş. Yan evin penceresinden sokağa sarkan komşu kadına ne olup bittiğini sormuş. Kadın Hasan Ölmez’in haber vermesi üzerinde mahallelinin tedbir aldığını anlatınca annem çıldırmış. Sokağı henüz bataklık basmamış ama eli kulağında diyorlarmış. Kendiliğinden kurulan mantıklı bir bağlantı, sabaha dayakla başlamama sebep oldu: Hasan dün bize geldi. En yakın dostum Hasan. Tüm mahalle Hasan’dan edindiği bilgi ile bataklığa karşı tedbir almış. Benim bilmememin mümkün olmadığı gerçeği gün gibi ortada olunca, tiz çığlık kulağımın dibinde yükselmeye başladı. Bu kez oklava ile nereme denk gelirse adlı sabah asıl şimdi başlamış oldu.
“Nasıl söylemezsin bana, ha?” Sırtıma, bam! “Kumaşlarıma kastın var bilirdim de, eve kastını bilmezdim,” Sol koluma, küt! Yere devrildim. “Bir hava yolumuz bile yok,” Nereme denk geldiğini hissetmedim. Artık uyanık değildim.
Gözlerimi aralamaya yeltendim. Açılmıyorlardı. Göz kapaklarımın üstünde bir ağırlık vardı. Vücudum sarsılıyordu. Bir kıkırdama duyuyordum. Bataklığın dibinde olduğuma git gide ikna oluyordum.
Gözlerim açıldı. Annem üstlerine koyduğu çiğnenmiş ekmekleri kaldırdı. Hasan, uzandığım koltuğun ucunda, süt kutusu görüntüsüyle oturuyordu. Eliyle ağzına bastırıyor, dişleriyle iç yanağını ısırıyordu. Gülmemek için neredeyse ölecekti. Hasan Ölmez, sonumu getirmişti. Bir yandan koluna kolonya döktüğü gözüme ilişti.
Annem beni oklavayla döverken bayılttıktan yaklaşık üç saniye sonra kapı dövülmüş. Annem ayağıyla beni kenara süpürüp kapıyı açtığında Hasan kollarını ve bacaklarını iki yana açmış, gözlerini sımsıkı kapatmış, “Ta taaaaaa!” diye bağırmış. “Her zamankinden daha temizim, demiş.
Annem oklavayı Hasan’ın ceketinin içine takıp onu eve çekmiş. Neredeyse üstüme düşecekken oklavaya tutunan Hasan, annemi görünce çığlığı basmış. Dili tutulmuş gibi heceleri tekrarlamaya, tüm çabasına rağmen anlamlı bir ses çıkaramamaya başlamış. Bir iki saat böyle devam etmiş. Beni hatırlayan, betondan kaldırıp yumuşak minderlere kavuşturan olmamış. Annem Hasan’ın sorgusunu almaya niyetlendiyse de hiç kolay olmamış.
“Bataklık nerede oğlum?” diye bağırmasının ardından fısıltıyla, “Ah bu çocuk neden tek renk yarabbim,” diye iç geçirince Hasan küçüldükçe küçülüyormuş. Şapkadan tavşan çıkartmayı bilen birinin onu şapkaya sokmasını dilemiş. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmemişler. Annem Hasan’ı evdeki fare deliğinin önüne yatırmış. İnce kolunu tutup delikten sokmakla tehdit ederek her şeyi anlatmasını emretmiş. Hasan ağlamaya başlamış. Bu kısma bayıldım. Sırtüstü yatıp ağlarken gözyaşları kulaklarına sızınca bir yandan gıdıklanan Hasan, bataklık yalanını neden uydurduğunu bir bir anlatmış.
Tüm gün sokakta koşturan çocuklar, camlardan, balkonlardan silkelenen halılar ve örtüler… Sokak yükselen tozlardan nefes alınamaz, süt rengi takımla yürünemez bir hal alıyormuş. O da, Hasan Ölmez olarak, karayolunu kullanıma kapatmayı uygun görmüş. Tam olarak böyle anlattıysa annemin aynı oklavayı onun kafasında kırması gerekirdi. Ben de Hasan’ın yalancısıyım. Annem duydukları karşısında kaskatı kesilmiş. Hasan’ın kolunu bırakıp tiksinme dolu bir ifadeyle Hasan’ın yüzüne koca bir balgam fırlatmış.
Ayıldığımda ayakucumda oturan Hasan’ın koluna neden kolonya döktüğünü anlamış oldum.
Süt rengi takımı bugüne kadarki en parlak ve lekesiz haliyle karşımdaydı.
Asıl bataklık sahiden Hasan Ölmez’in kafasındaydı.
Elif Şeyda Doğan
- Boşluktur, Yutar, Fıtratında Var - 1 Mayıs 2021
- Öl, Sinek, Tavanım Yalnız Kalsın - 1 Ekim 2020
- Kuşku Dans Ediyor, Hiçbir Şey Gibi - 1 Ağustos 2020
- Ay Büyük ve Turuncuyken - 1 Temmuz 2020
- Gitmesin, Gittiği Yerde Gülmesin Büyüsü - 1 Mayıs 2020
bu güzel haşarı akıcı komik ve hüzünlü öykü için teşekkürler… çok beğendim
Merhaba,
Nazik yorumunuz için teşekkür ederim. Ne mutlu bana.
Merhabalar
Keyifli, iyi işlenmiş, su gibi akan bir öyküydü. Karakterler ve diyalogları da iyiydi. Ama ana karakterin annesini sinir bozucu bulduğumu söylemeden edemeyeceğim. Çocuğu dövdüğü kısımlardan dolayı diyorum bunu da.
Kaleminize sağlık.
Merhaba,
Sinir bozacak ölçüde gerçek geldiği için sevindim ama dövdüğü yerde ben de kızdım.
Okuduğunuz ve yorum yaptığınız için teşekkür ederim.