Öykü

Ütopya Projesi 7 – Gabriel İle Görüşme (Son)

NOT: Bu bölümü okumadan önce ÜTOPYA PROJESİ – YASAK CİSİM, ÜTOPYA PROJESİ 2 – NPC TESTİ, ÜTOPYA PROJESİ 3 – DUVAR’IN ARDI, ÜTOPYA PROJESİ 4 – GERÇEKLERİN PEŞİNDE ÜTOPYA PROJESİ 5 – MELEKLERİN EMİRLERİ ve ÜTOPYA PROJESİ 6 – HAPON’A YOLCULUK adlı öyküleri okumanız, devamlılık açısından önem arz etmektedir.


Saatler sürecek yolculuk, bebeği kucaklayıp FC’ye binen Hizmet Robotu’nu takip etmeleriyle başlamıştı. Kubbesi simsiyah olmuş aracın içinde bebeğin ne durumda olduğunu göremiyorlardı. Onun nereye götürüldüğünü ve ona ne yapacaklarını merak etmelerinin verdiği gerginlik bütün hücrelerini sarmıştı.

John’un canını sıkan tek şey bebeğe ne yapacakları değildi. Aslında bunun cevabını öğrenmişti. Asırlardır yaşanan bir olayda, milyonlarca bebeğin başına gelmiş bir durum vardı karşılarında. Sadece tek birini kurtarmak veya ailesine geri götürmek ile çözülmeyecekti bu çarpık düzen. John’un asıl isteği, tüm insanlara verildiğinden bahsedilen özgürlük hakkının Japonya’daki insanlara da tanınmasıydı. Hepsinden önce asıl isteği, robotların düzenini yıkmaktı.

Nenurc’a hapsedilmeleriyle başlamıştı olaylar. Ardından Ütopya Projesi ile bağımlılık yarattılar. Daha sonra ise Duvar ile bu insanların dışarıyla olan bağlantısını tamamen engellediler. Her istediği verilen halk bu duruma rahatsız olmuyordu. Aksine, yapılanlar için memnun kalıyorlardı. Duvar onları korumak içindi çünkü. Başka neden olabilirdi ki?

Yolculuğun büyük bölümünü tamamladıklarında Audrey allak bullak olan kafasını toplamak içinbirçok kez sohbet etmeye çalışmıştı John ile. Ama ne John, ne de kendisi sorulan sorulara birkaç kelimelik cevaplardan fazlasını verememişti. Ta ki Audrey, sormaktan, hatta Japonya’da yüzleşmekten korktuğu soruyu sorana dek…

“Sence… Sence biz kardeş olabilir miyiz?”

Kardeşliğin duygusal manasını bilmeyen insanlar olmalarına rağmen, ahlaki olarak iki kardeşin bir arada olamayacağınıöğrenmişlerdi. Simülasyonlarda en iğrenç şeyleri yaparken en ufak rahatsızlık duymayan bir toplumdular fakat onlara hizmet robotları tarafından gerçek dünyadaki ahlaki değerler öğretilmişti. “Gerçek dünya yasaklarla doludur ama simülasyonlar tamamen özgürdür” düşüncesi yerleşmişti neredeyse her bireyin beynine.

John ise bunu kafasına takmıyordu. İhtimalin çok düşük olduğunu biliyordu ve bunu sorgulamak onlara bir şey kazandırmayacaktı. Mark’ın dediği gibi düşünülecek en son sorun idi Audrey’in sorguladığı. Yine de onu rahatlatmak adına aklına gelen ilk düşünceyi söyledi.

“Tüm kayıtlar robotların elinde. DNA testini biliyorsundur. Acaba robotlardan böyle bir test istenebiliyor mu? Sanırım bu şekilde öğrenebiliriz. Hiç olmazsa, bütün çocukların kayıtlarını tutuyorlardır. Senin ve benim ailem aynı mı diye sorabiliriz.”

Son cümlesini bitirdiğinde aklı tamamen boşalmıştı. “Ya kardeşsek!” fikri onun da korkusuna dönüyordu. Robotlar ve düzen ile ilgili o kadar çok takıntılı hale gelmişti ki, gerçek dünyadaki en çok değer verdiği şeyi unutmuştu. Nenurc’tan atılacaktı bir süre sonra, bundan emindi. Ama asıl korkusunun, Audrey’den uzakta kalmak ve onunla bir şekilde asla bir araya gelemeyeceği düşüncesi olduğunu o an anlamıştı. Göz bebekleri neredeyse bütün irisini kaplarcasına büyüdüğünde, içinde kopan fırtınayı da hissetmişti. Aşıktı.

“Bunları düşünmeyelim en iyisi.” Devam etmeden önce yutkunmak zorunda hissetmişti kendini. “Her şeyi düzeltebilirsek bütün bu sorunlar da geride kalacaktır. Aileler çocuklarıyla bir arada, özgür ve robotların insanlara hizmet ettiği bir dünya olacak burası. Tıpkı eskiden olduğu gibi.”

Sonraki birkaç saat daha konuşamamışlardı. Konuşmak onları rahatlatmayacak, aksine içlerinde biriktirdikleri soruları daha da çok arttırıp sıkıntılarını biriktirecekti. Bir haftadan biraz daha uzun bir süre geçmişti. Bu kadar kısa zamanda hayatları altüst olmuştu. John, robotlar tarafından denetlenen bir deney faresinden farksız olduğunu öğrenmişti. Audrey ise dünya üzerinde yaşanan ve bunca yıldır en ufak fikirleri olmayan şeyleri duymuş, görmüş ve yaşamıştı. Tıpkı John’un dediği gibi insanlara özgürlük verilmiyordu. Kendi çocuğuna sarılamayan insanlar vardı. Bir kara parçasında kısılıp kalmış, yaşamak için çabalayan yerlilerle tanışmıştı. Dünya acımasız bir yerdi. Fakat Nenurc’taki insanlar bunu bilmiyordu. Tek umursadıkları şey simülasyonlardı. Kendilerini ön plana çıkarabildikleri, bencilce davranabildikleri, özgürlüğün sınırsız olduğu simülasyonlar… Onlar aslında bağımlılıktı ve bağımlı olunan şeylerin insanı esir etmesi gibi Nenurc’takileri de Duvar’ın arkasına esir etmişti.

Yolculuğun sonuna geldiklerini, Nenurc’un uzun duvarları görünmeye başladığı zaman anlamışlardı. Hemen önlerindeki FC’yi bir kilometre kadar mesafeden takip ediyorlardı. Güneş batmıştı ama dünyaya bıraktığı ışıklar hala etrafı görmelerine yardım ediyordu. Bu durum uzaktan görülen şehrin ışık saçan gözlerini bir bir açmasını engellemiyordu.

John, takip ettikleri FC’yi artık şaşkınlıkla seyrediyordu. Bebeğin neden şehre götürüldüğünü anlamamanın verdiği şaşkınlığı daha üstünden atamadan Audrey’in sözleri yankılandı.

“Çocukluğum” dedi kederli ses tonuyla. “On iki yaşıma kadar bu robotlar tarafından büyütüldüğümüzü hatırlıyorum şimdi. Meğer bebekliğimizden beri onlarla birlikteymişiz. Halbuki, ailemiz tarafından bir süre bakıldıktan sonra bizleri dışladıklarını düşünürdüm. Hatta uzun zaman boyunca ailemden nefret ettim. Ama onların suçu değilmiş hiçbirisi. Çocukluğumun, soğuk metalden kalbi olan bir robotun elinde geçmesinin tek suçlusu kaderin ta kendisiymiş.”

John söyleyecek söz bulamadı. Hafifçe kafasını salladıktan sonra düşüncelere dalarcasına gözlerini devirdi. Robotlara olan nefreti iyiden iyiye artıyordu. Onları bu hale getiren insanların aptallıklarının, şimdiki neslin çekiyor olması kader olamazdı.

Nenurc’un 30 milyon nüfusu olan Creto şehrine vardıklarında, önlerindeki FC hızını iyice azalttı. Gökdelenlerden birinin penceresine yaklaşıp durduğunda kendi araçları da hemen arkasında bitmişti. Kubbesi açılan FC’nin içinden çıkan robot, kucağında, özel bir kumaşa sarılı paketini evin içine soktu. Hızla uzaklaşan araçtan sonra ise evin girişi tekrar kapandı.

John, kendi araçlarını evin önüne gelmesi konusunda emretti. Kubbesi açılan aracın içinde ayağa kalkarak evin girişinin açılması için beklemeye koyuldu. Böyle durumlarda evin içindeki kişiye uyarı verilip bekleyen kişiyi içeri alıp almaması sorulurdu sistem tarafından. Ama içerideki söz sahibi kişi bir bebek veya yardıma muhtaç birisi olunca bu kararı veren Hizmet Robotu olurdu.

Evin girişi açılınca Hizmet Robotu John’un tam karşısında bitmişti. Evin içinden gelen ağlama sesi, evinden koparılmış küçücük canın haykırışları gibiydi John’un zihninde. Robotun “Buyurun efendim…” demesine kalmadan John eliyle onu itti ve içeriye büyük bir hışımla girdi.

“Efendim, bu eve bu şekilde giremezsiniz. Sizden burayı terk etmenizi rica ediyorum.”

Robotun söylediklerine kulak asmadan, odanın ortasındaki yatağa kadar yürüdü. Üzerine bırakılmış bebeğe bakarken, onu alıp tekrar Japonya’ya dönmeyi düşünüyordu. Annesinin çığlıklarını dindirmek adına uzun yolculuğu tekrar gerçekleştirmeye hazırdı. Fakat buraya bunun için gelmediğini hatırladı kısa süre sonra. Bütün bunlara son verecekti. Sistemi tamamen yok etmeliydi.

Hemen arkasından yaklaşan robotun omzuna elini koymasıyla sinirine yenik düştü. Yerinde dönüp elini robotun boğazı denebilecek metal uzvuna dayadı. Güçlü adımlarla robotu geriye doğru yürümeye zorlarken, Audrey de eve girmiş ve John’u sakinleştirmeye çalışıyordu.

“Bu bebeği, hatta bütün bebekleri geri götürmeni istiyorum!” dedi John yüzündeki öfke dolu ifadeyle.

“Efendim, lütfen burayı terk edin.”

“Gabriel’e söyle bundan sonra insanlar onun oyuncağı olmayacak.”

Sunucunun kendisini duyduğunu biliyordu John. O anda içinden gelen bütün öfkeyi kusmak istiyordu karşısındaki robota.

“Dur John, yapma” diyerek araya girmeye çalışan Audrey’i dahi umursamıyordu.

“Bütün bunlara son vermeni emrediyorum!”

“Efendim, lütfen…”

Robotu açık girişin önüne kadar sürüklediğinde öfkesi en üst seviyeye ulaşmıştı. Robotu pencereden geriye doğru iterken, onun düşmemesini sağlayan tek etken de kendi eliydi.

“Lanet olası Gabriel, bana cevap ver, bütün bunları neden yapıyorsun?”

“Efendim…”

“GABRİEL, SANA EMREDİYORUM, BENİM SORULARIMA CEVAP VER!”

John’un sesi tüm sokakta yankılandı ve bütün dünya bir anda sessizliğe büründü. Audrey, John’un omzunu sarstığında içindeki heyecan artmıştı.

“Şuraya bak” dedi büyük bir şaşkınlıkla.

O anda bütün şehir dondu. FC’ler ve Denetleyici’ler gökyüzünde asılı kalmışduruyorlardı. Emirleri dinlemiyorlar, sanki sunucunun hesaplamalarını bekliyorlardı. On saniye sürdü bu sessizlik. Ölü şehri aydınlatan araçlar birden hareketlendiğinde, John’un sıkıca tuttuğu robot da konuşmaya başladı.

“Görüşmeniz kabul edildi. Aracınız sizi Gabriel’e götürecek.”

“Görüşme mi?” diye sordu John. Cevabını bildiği bir soruydu bu. Soruları olduğunu söylemişti ve robotları yöneten sunucu onunla görüşme talebinde bulunmuştu. Gabriel, gizli komut ile verdiği emri kabul etmişti.

John ve Audrey birbirine baktıklarında evin içindeki bebek ağlamaya devam ediyordu. Hizmet Robotu’nun konuşmasıyla kendilerine geldiklerinde ikisi de aynı şeyi hissediyordu. Merak…

“Efendim, lütfen beni bırakır mısınız?”

John kafasını sallayıp kendine geldi ve robotun dediği gibi onu eve çekerek bıraktı. Robot, hızlı adımlarla bebeğin yanına gittiğinde, evin içine giren Denetleyici’nin taşıdığı biberonu eline aldı. Bebeği dikkatlice beslerken anlamsızca konuşuyordu robot.

“Burası ev. Bu biberon. Senin karnını doyuruyorum. Sen bir bebeksin. Ben senin hizmetindeyim…”

Bebeğin konuşma eğitimi alabilmesi amacıyla bunu yaptığını anlamaları fazla uzun sürmedi. Sürekli konuşarak bebeğin kelimeleri öğrenmesine yardımcı olacak kadar yapay zekalarının gelişmiş olması ise John’u bir nebze korkutmuştu.

Vakit kaybetmeden onları bekleyen FC’ye atladığında göz ucuyla Audrey’e baktı ve konuşmaya başladı.

“Bundan sonrasını ben hallederim. Benimle gelmek zorunda değilsin.”

Yanında biten Audrey’in gözlerine bakınca cevabını çoktan almıştı söylediklerinin. Ama yine de onun söylemesine izin verdi.

“Buraya kadar birlikte geldik. Sonuna kadar da birlikte gideceğiz.”

Kubbe kapanıp yine yolculuğa başladıklarında, acaba önce bir yemek mi yeseydik sorusu yankılanmıştı ikisinin de kafasında. Nereye gidecekleri hakkında en ufak fikirleri yoktu. Ama merakları açlıklarından daha ağır basıyordu.

Duvar’ı bu sefer kuzeybatı tarafından geçmişlerdi. Zifiri karanlığı delen yıldızlar görünüyordu sadece gökyüzünde. İki saat sonra ise dans eden, yeşil ağırlıklı kuzey ışıkları belirmişti. Denizin gök yüzündeki yansıması gibiydi manzara. İkisi de bu güzel manzaraya bakarlarken farkında olmadan gülümsüyorlardı.

“Çok güzel” dedi Audrey gözlerini gökyüzünden ayırmadan. John ise sadece başını sallayarak cevap verebilmişti. Onlarca simülasyonda binlerce inanılmaz şey görmüşlerdi ama hiçbirisi gerçek hayattaki bu ve bunun benzeri görüntülerin yerini tutmazdı. Simülasyon koltuklarının sinir uçlarını uyarmasıyla aldıkları zevk ve hisler ile doğanın bizzat uyardığı duygularla yaşanan mutluluk arasında muazzam bir fark olduğunu artık iyice anlamışlardı.

Araç hızla yavaşladığında gözleri artık ucu bucağı görünmeyen denize kaymıştı. Simsiyah dalgalanmaların üzerinde gökyüzünün yansımasından başka, birkaç kilometre ilerideki parlak ışık dikkati çekiyordu. Işığa yaklaştıkça uzun bir direğin ucundaki fener olduğunu görmüşlerdi. Yaklaşık yedi metre çapında, otuz metre yüksekliğindeki silindirin tam tepesinden cennete açılan bir delik gibiydi.

“Gabirel o mu?” diye sordu Audrey uzunca nefesini verirken.

“Sanırım” diyerek cevaplamıştı John. “Sadece bu kadar değildir” düşüncesi kafasını kurcalarken, yaklaştıkları fenerin altındaki suyun kaynarcasına kabarcıklar çıkardığını görmesiyle gerçeği anladı. “Aşağıda… Lanet olası sunucuyu okyanusun altına kurmuşlar.” Sesi hayranlık ve şaşkınlık içeriyordu.

“İyi de neden?” diye sordu Audrey. Ardı sıra kafasını kurcalayan tüm sorulara yanıt almak istiyordu.

“Devasa bir sunucuyu soğutmak için en ideal yer burasıymış anlaşılan. Koca tesisi buz gibi soğuk suyun altına gömmüşler. İşlemcileri bu su ile soğutuyorlar anlaşılan. Akıllıca. Isınan su yukarı çıktığında yerini bitmek bilmeyen diğer soğuk su akıntıları alıyor ve sunucu zahmetsizce sürekli soğuk kalıyor.”

“Diğer sunucular da o zaman buralarda kurulu olmalı.”

“Olabilir” diyebilmişti sadece John. Şu an için diğer sunuculardan çok onların hayatını mahveden Gabriel’e odaklanmıştı. Onunla hesaplaşmaya yaklaştıkça heyecanı artıyordu.

Silindir şeklindeki fenerin, suyun üzerindeki geniş alt kısmındaki kapı, ağır bir hızla ve gıcırtıyla açılırken FC de iyice yavaşlamıştı. İçinden beyaz spot ışıkların göründüğü kapının arkasındaki oda, asansörden başka bir şey değildi. Araç içeriye girdiğinde aynı yavaşlıkla ve sesle kapanan kapının ardından, hızla okyanusun dibine doğru yola koyuldular.

Demir duvarlar yerini kalın cam örtüye bıraktığında, John ve Audrey küçük dillerini yutacak gibiydiler. Devasa, içi boş bir kürenin merkezine doğru ilerliyorlardı. Her yer bembeyaz fosforlu duvarlar sayesinde parlıyordu. Duvarların üzerinde gözle seçilemeyecek kadar uzakta bulunan siyah kareler bulunuyordu. Her kare en az bir metre kare genişliğinde olmasına rağmen, John ve Audrey’in baktıkları mesafeden sadece iğne deliği gibi görünüyorlardı. Milyonlarca, belki de milyarlarcası duvarları sarmıştı. Teknik Robotlar adı verilen ve çok nadiren görülen tamirci robotlardan binlercesini de etrafta, bu karelere doğru uçarken görmek mümkündü.

“Sibernetik Simülasyonu’ndaki gibi bir kuantum bilgisayarı mı yoksa bu?” diye sordu Audrey.

“Sanmıyorum” diyerek cevap vermişti John. “Kuantum işlemcilerin kapladığı alanın yerine, çok daha ufaltılmış ve güçlü, normal işlemciler koymanın daha hesaplı olduğuna karar verildiğini okumuştum. Kuantum teknolojisi geliştikçe normal işlemciler de gelişiyordu. Haliyle hiçbir zaman normal bir işlemciyi geçebilecek kadar ilerleyemedi kuantum teknolojisi. Elbette teoride geçtiği gibi aynı anda sonsuz işlem yapabilseydi kuantum bilgisayarlar sorun olmayacaktı. Fakat sadece soket sayısı kadar işlem yapabiliyordu tek bir takipçi…”

“Tamam, tamam, anladım. Aslında anlamadım ama önemi de yok. Kısacası bunlar normal işlemci diyorsun yani.”

“Büyük ihtimalle.”

Sürekliliği bitmeyen hareket, hemen altlarında yaklaştıkları bir başka kürede son buluyordu.

Dış küreye göre çok daha küçük olmasına rağmen burasının içi de yirmi metre çapındaki bir boşluğa açılıyordu. Altın sarısı duvarları bir önceki katmana göre çok daha durgundu. Kürenin tam merkezindeki ufak dairesel alana indiklerinde FC’nin de kubbesi açılmıştı. Araçtan indikleri gibi FC ve onları aşağıya kadar yol gösterici gibi indiren asansörün duvarları yukarıya doğru yükselip gözden kayboldular.

Sonraki birkaç dakika boyunca sadece sessizlik hakim oldu ortamda. Altlarındaki plakaya attıkları her adımla çıkan metalik ses bozuyordu tüm sessizliği. John, üzerine bastıkları silindirik levhanın korkuluklarına ellerini koyup kafasını olabildiğince uzatarak aşağıya baktı. Bulundukları yer, kürenin üstündeki ve altındaki delik dışında her santimi birbirinin aynı olan bir odaydı. Üzerinde durdukları plakanın on metre altlarındaki delikten yükseldiğini anlamıştı John.

“Eee” dedi Audrey birkaç dakika süren sessizliği bozarak. “Gabriel bu mu?”

Cümlesini daha yeni bitirmişti ki, kürenin içi bir anda mavi gökyüzüne dönüştü. Hemen altlarından süzülen bulutlar ve gözlerini alan güneşten başka onları şaşırtan, gerçekten gökyüzünde olduklarının hissiydi. Esen rüzgar tenlerini okşuyordu. Güneşin tatlı sıcaklığı onları rahatlatıyordu. Üzerine bastıkları plaka yok olmuş, yerini beyaz bulutlara ve arada görülen kilometrelerce aşağıdaki dağlara bırakmıştı.

Birkaç saniye içinde John bu aletin devasa bir simülasyon cihazı olduğunu anladı. Uyumaya gerek kalmadan sinir uçlarını uyarıp son derece gerçekçi hologramlar oluşturarak onları bütün bu sahteliğin gerçek olduğuna inandırıyordu. Simülasyon teknolojisinin en üst düzeyiydi belki de, ancak bu sisteme alışmanın ne denli kötü sonuçlar doğuracağının da farkındaydı. Gerçeklik kaybının artması ve insanların farkına varmadan ölmeleri, veya delirmeleri an meselesi olurdu. Hatta şu an için bile paranoyakça düşünceler sarmıştı beyninin her köşesini. Acaba Nenurc gerçek miydi?

Gelen ses ile tüm düşünceler yok olmuştu. Bulutları titreten kudretli ses, Gabriel’in ta kendisiydi.

“John Scott.” Ses, ismine yakışır şekilde gürdü. Büyük bir meleğin sesi de ancak bu olabilirdi. “Sorularına istediğin cevaplar verilecektir.”

Verdiği emrin karşılığı diye düşündü John. Sorularına yanıt istemişti ve onu bizzat meleğin huzuruna getirmişlerdi. Vakit kaybetmeden John da sorularını sormaya başladı.

“İnsanlara neden bunu yapıyorsun?” sesinde kızgınlık yoktu. Bulunduğu ortamın korkusuyla karışmıştı amaçları.

“Soru algılanamadı” diyerek cevap verdi Gabriel.

O an için gülümsedi John. Ne kadar kudretli görünürse görünsün o bir robottu. Açık olmak zorundaydı bu yüzden.

“Japoya’daki insanları neden orada tutuyorsun?” Acaba “tutuyorsunuz” diye mi sormalıyım diye aklından geçmişti. Diğer sunucuların yaptıklarından haberi var mıydı sorusu belirmişti kafasında ki Gabriel’in cevabı gecikmedi.

“Kuzgun Programı kapsamına göre tüm insanlar nakliye edilecektir. İnsanlar iki gruptan oluşurlar. Kayıtlı, nakliyesi yapılacak olanlar ve kayıt yapılamayan ikinci nesil. İkinci neslin emirleri yerine getirilemez.”

Gabriel’in anlaşılması güç, düz bir konuşma şekli vardı. John, bu cevaptan anladığı kadarıyla bazı insanlar ikinci nesil olarak gruplandırılmıştı ve onların emirlerini uygulamıyordu sunucular.

“Bütün insanların nakliyesi yapılacağından bahsediliyordu? Neden ikinci nesil diye insanları ayırt ettiler ki?”

“Başkan Thomas Stokes’un emirleri. Bütün insanların nakliyesinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Ulaşılamayan veya neler olduğundan habersiz insanlar kayıt edilmeyecektir. Kayıt olmayı reddedenler yüzünden tüm insanlık tehlikeye atılamaz. Kayıt dışındaki tüm insanlar ikinci nesil olarak işaretlenecektir. İkinci neslin emirleri asla gerçekleştirilmeyecektir.”

“Anlıyorum. Kuzgun Programı iptal edilmesine rağmen bu işlemleri yapmaya devam ettin değil mi? Ama neden ikinci nesil denilen insanları tek bir alana topladın?”

“Tüm canlılar sürüler halinde yaşama eğilimi gösterirler. Canlıların kontrolünü sağlamak adına her canlı için bir bölge ayarlandı. İnsanlar İngiltere, ikinci nesil Japonya, kediler Mısır, köpekler…”

“Tamam, tamam anladık. Tüm canlıları bir yere topladın ve sen de onların çobanı oldun. İnsanları çitler içinde hapsettin. Duvar’ı inşa ettin. Sırf insan dediğin sürü kaçamasın diye.”

“Yanlış. Özgürlük kapsamında insanların hapsedilmesi doğru değildir. Dışarıdan gelen kayıt edilmemiş insanlar bulundu. Nenurc sınırlarına girdiler. Kayısız insanlar ikinci nesil olarak kaydedildi ve Japonya’ya taşındı. Sürünün güvenliği adına Duvar inşa edildi.”

Audrey tuttuğu nefesini ağzından çıkan cümle ile bıraktı.

“Neyden bahsediyor bu?”

“Bilmiyorum. Sanırım birilerini bulmuş Nenurc’a giren. Kayıt dışı insanlar yani.” Sesini biraz daha yükseltip devam etti. “Peki bu olay ne zaman yaşandı?”

“19 Temmuz 2498”

“Aptal robotlar.” Yüzünü Audrey’e dönüp devam etti. ”Aptallıkları yüzünden insanları hapsetmişler kısacası. Yapay zekaları doğrultusunda kendilerine göre doğru kararlar verip ilerlemişler.”

“Peki ya şu Japonya’daki doğum olayı? O da mı yapay zekaya dahil?”

“Bilmem. Soralım en iyisi.” Tekrar etraflarını saran bulutlara dönerek konuşmaya devam etti John. “Gabriel, Japonya’daki insanların bebeklerini neden alıp Nenurc’a getiriyorsun?”

Ortam tekrar değişti. Ayaklarının altındaki çimenin kokusu ve pürüzsüz gökyüzü vardı bu sefer. Çok uzaklardan seçilen ağaçlar ve yine aynı rüzgar. Fakat bulutların üstündeki korku yerine huzur vardı içlerinde. Gabriel’in konuşmasını da bu huzur ile dinlediler.

“Eşitlik ve özgürlük kapsamınca kayıtlı bütün insanlar Nenurc’a yerleştirildi. İnsanlar aşırı boş zamanlarından dolayı sıkıldıklarını dile geitdiler. İnsanların özgürlük arayışları sorunlar getirdi. Eğlenmek için yapılan işlerin sonucunun kötü oldukları gözlemlendi. Kayıt dışı üreme sebebiyle evlilik dışı ilişkiler yasaklandı. Alkollü içeceklerin insan metabolizmasına yaptığı sorunlar nedeniyle alkol tüketimi yasaklandı. Uyuşturucunun insan aklına zarar vermesi sebebiyle uyuşturucu maddeler yasaklandı. Kumar eşit dağılıma ters düşmesi sebebiyle yasaklandı. İnsanlar isyan etti. Hayatın rutinliğinin bozulması ve özgürlük istemleri gün yüzüne çıktı. İlk simülasyon araştırmaları sonuç verdi. İnsanların uykularında istedikleri rüyaları görebildikleri evren tasarımı başarıya ulaştı. Ütopya Projesi başlatıldı. Tüm istenenler insanlara gerçekmiş gibi yaşanan simülasyonlarda verilmeye başlandı. İsyan sona erdi. Gerçek hayattaki sosyallik azaldı. Evlilik ve üreme azaldı. Nenurc nüfusu azaldı. Teknolojik gelişimlerin yapılabilmesi için nüfus kontrol altında tutulmalıdır. İnsan Üretimi Projesi başladı. İkinci nesil yaptıkları doğumlar ile ödüllendirilmeye başlandı. Fiziksel ve zihinsel kusuru olmayan bebekler, nüfus kontrolünü aşmadığı sürece Nenurc’a nakledildi.”

“Bütün suç yani insanların mı?” Audrey’in sesi şaşkınlığını gösteriyordu.

“Ne demek bu şimdi!” diyerek karşı çıktı John. Ona cevap veren ise yine Audrey oldu.

“İnsanlar yasaklardan dolayı sıkılmış ve sırf onları eğlendirmek için Ütopya Projesi başlatılmış. Sonrasında ise gerçek hayattan uzaklaştı herkes. Nesiller boyunca buna alıştılar ki biz bile gerçek dünyadan korkar olduk. Böyle öğrendik çünkü. Ve nüfus azalmaya başladı. Sırf insan neslinin yok olmaması için yapılmış yani bunlar.”

“Ne yani robotlar haklı mı diyorsun!” sesi sert çıktı John’un.

“Hayır tabi ki ama onlar robot sadece. Başka türlü nasıl başa çıkabilirlerdi ki?”

“Bilmiyorum. Ama bundan sonra onların derdi olmayacak. Bütün bunlara bugün son vereceğim.” John, aynı sinir dolu ses ile etrafını saran yeşilliğe döndü ve devam etti. “Hala sorularım var. Madem insanlara tüm istedikleri verilen bir simülasyon tasarlandı, neden ona ulaşım krediyle yapılıyor?”

“Değerlilik kavramı gözlemleri sonuçları; insanlar bir şeyin değerli olması için ona zahmet verilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Aksi halde elde edilen öğe önemsizleşiyor. Verilen öğenin değerini arttırmak ve sıkılganlık sorunun çözmek adına, elde edilebilecek en değerli şey olan simülasyonlar ücretlendirildi.”

John buna hak verdi. Daha önce Audrey de buna benzer şeyler söylemişti ona. İnsanlar farklı olmak isterlerdi ve bunu elde edebilmek için uğraşmaları gerekiyordu. Robotlar bu durumu gayet iyi gözlemlemiş ve insanlara tam istediklerini vermişlerdi. Fakat yine de John için geçerli bir sebep değildi olanlar. İnsanlar özgür olmalıydı. Eğer eşitlikten memnun kalmayan birisi varsa o kendi sorunu olurdu.

Artık robotların saçma bahanelerini duymaktan sıkıldı. Asıl merak ettiği soruyu sormanın vakti geldiğini düşünüyordu.

“Peki neden beni inceliyorsun? Benden ne istiyorsun?”

Ortam yine değişmişti. Etrafta yüzlerce çeşit yiyeceğin olduğu şato odasına gelmişlerdi. Duvarlardaki meşaleler ve masalardaki şamdanlar etrafı gün gibi aydınlatıyordu. Ahşap masaların üzerinde hayal dahi edemeyecekleri çok yiyecek vardı. Her biri iştahla yenmeyi bekliyor gibi lezzetli görünüyordu. Kafalarını nereye çevirseler bir yiyeceğin kokusu geliyordu. Fakat şimdiki ortamda diğerlerinden farklı bir şey dikkatlerini çekmişti.

Etraflarını daire şeklinde saran masaların bir ucundaki tahtta oturan beyaz sakallı adam ayağa kalktı. Sırtındaki kırmızı pelerinin kenarları beyaz kürk ile kapatılmıştı. Yüzündeki sert ifade köşeli hatlarıyla bütünleşmiş gibiydi. Keskin bakışlarını ikisi arasında gezdirirken dudağının kenarındaki gülümseme belirginleşmişti. John ve Audrey’e doğru dik duruşunu bozmadan yürürken büyük burnundan sesli bir nefes aldı. Birleşmiş sakal ve bıyıklarını yukarıdan aşağıya doğru hafifçe okşayıp konuşmaya başladı.

“Tamamen tasarruf” dedi adam. Sesi Gabriel’in sesiydi. Kendisine seçtiği imaj bu olmalı diye düşüncü John. Bir kral. Ama o bir kral değil, koyunlarını güden bir çobandı sadece. “Senin icadının potansiyeli büyük tasarruflara, haliyle doğaya verilen zararın en aza inmesine neden olabilir.” Masanın yanına gitti ve eline parlak kırmızı elmalardan birini aldı.

Elmayı havada atıp tuttuktan sonra John’un önüne kadar yürüdü ve durdu. Onun gözlerine bakarken, “bu şey canlı gibi” diye geçirdi içinden John. Gerçek gibi davranan bir sürü NPC gördü fakat şimdiki, tam karşında duran kanlı canlı bir insandı. Gerçek hayatta yaşadığı bir simülasyonun onu bu derece etkileyeceğini asla düşünmemişti.

“Ne demek istiyorsun?” diye sordu John adamın gözlerindeki durgun ifadeye aykırı bir sinirli bakışla.

“Sinir sistemini tanımlayabildiğin bir cihaz yaptın. Bu cihaz ile simülasyon koltuğunu dahi kandırabiliyordun. Araştırmalarımıza göre bu sistemin tam tersinin yapılması mümkün. Gerçek hayattaki insanlara simülasyon yaşatmak, onlara gördüklerinin gerçek olduğunu zannettirmek senin icadın ile gerçekleşebilir.”

“Ne yani gerçek hayatta yaşanan bir simülasyon tasarımı için mi beni incelemeye aldınız?”

“Hayır. İnsanların savurganlıkları inanılmaz boyutta. Onların her istediklerini üretmek için ise milyarlarca bitki ve hayvan öldürmek zorunda kalıyoruz. Bütün canlıların yaşama hakkı olmasına rağmen insanlar önceliklidir. Fakat yemedikleri şeyler için bile olmadık canlar alıyoruz. Sırf özgürlükleri için. Ya onlar istedikleri şeyleri yediğini zannetse ama gerçekte çok daha besleyici ve dünyanın daha az canını yakan yiyecekler yeselerdi?”

“Anlıyorum. Yani, insanlara lapa yedirip onların zihinlerinde pasta yediklerini düşündüreceksiniz. Kısacası onları kandıracaksınız.”

Adam elini uzatıp John’un bileğini kavradı ve diğer elindeki elmayı onun avucuna bıraktı. John’un gözleri büyümüştü. Hologramın gerçekliği bir yana, uyarılan sinir uçları nedeniyle adamın elini hissetmiş ve onun gücüne karşı koyamayıp elini kaldırmıştı. Avucundaki elmayı hissetmesi de bu gücü gösteriyordu.

“Ye” dedi adam.

John denileni yaptı. Elmadan büyük bir ısırık aldığında ağzındaki sulu tadı bir süre çiğnedi. Ardından yutkundu ve boğazını serinleten şeker ve ıslaklığa hayran kaldı. Simülasyonlarda, hatta gerçek hayatta dahi yemediği kadar lezzetli bir elmaydı bu.

“Boğazından bir şey geçmemesine rağmen onu hissettin değil mi? O lezzeti aldın. Bu senin için bir elmaydı. Fakat gerçekte hiçbir şey yemedin. Şu an içerisinde olduğun şey en gelişmiş simülasyon aletidir. Senin ürettiğin cihaz ise bu aleti sadece bir bant kadar küçültebilecek nitelikte. İnsanlar istedikleri şeyleri yediğini görecekler sadece. Onlar bunun tadından eksik kalmayacaklar. Ve karşılığında dünyaya verilen hasar azalacak. Değişik tarifler olmayacak. Milyonlarca hayvan ölmeyecek. Üstelik besleyici yiyecekler ile sağlıklı yaşayacaklar.”

“Bu kadar iyilik düşüncen var madem neden bu sistemi Nenurc’a kurmuyorsun?”

“500 milyon insanın her birine bu sistemi kurmanın maliyeti ve alanı çok fazla. Üstelik bu seçim insanlara bırakılmayacak kadar önemli. İnsanlar özgürlük düşüncesine hakim. Bu sistemi kabul etmeyenler çıkacaktır. Bu sorunu göze alamayız.”

“Ne demek bu? Bir saniye. Yani bu bantları kullandıklarının farkında olmayacak insanlar öyle mi diyorsun?”

“Evet. Doğan her bebeğin derisinin altına yerleştirilecek. Tüm hesaplamalar yapıldı. Sadece icadının tersine çalışmasını sağlayacak bir sistem geliştirilmesi gerekiyor. Sistemin işlemesini sağlayacak olan, Gerçeklik Simülasyonu adı altındaki program yüz on sekiz insan tarafından geliştiriliyor.”

Bazen, kendi alanında iyi olan insanlara verilen işlerden biriydi bu da. İnsanlardan bir şey yapması istenirdi ve karşılığında kredi verilirdi. Tıpkı bazı simülasyonlardaki ödüllendirme şeklinin gerçek hayattaki hali gibiydi. Fakat tek sorun insanlar ne üzerinde çalıştıklarını tam olarak bilmezlerdi. Sadece robotlar için verilen bir iş idi ve hayatları boyunca buna alıştıklarından asla sorgulamamışlardı. Gabriel’in bahsettiği program üzerinde uğraşanlar ise bir simülasyon tasarladıklarını zannediyor olmalıydılar. Fakat gerçekte olanlar çok daha başkaydı.

“Tıpkı programı yazanlar gibi, benim yerime bu teknolojiyi geliştirecek başkalarını da bulabilirsin eminim ki.”

“Evet. Ama bu icadın sahibi ve nasıl işlediğini tam olarak bilen kişi sensin. Üzerindeki bütün suçların kaldırılması adına, bunu bizim için geliştirebilir misin?”

Robotlar asla soru sormazlar demişti Simon. Ama Gabriel sormuştu. Kendisini bir simülasyon ile birleştirip olası soruları hesaplıyor ve bunları yöneltiyordu. Zekasının gün geçtikçe geliştiğini anlamak zor olmamıştı John için. Fakat bu hayranlığı, Gabriel’in sorusuna verdiği cevabın ses tonuyla ters düştü.

“Asla!”

İnsanlığa özgürlük vermek isterken bir de onları kötü oyunlara alet edip iyice özgürlüklerini ellerinden almayı kabul edemezdi. Hatta artık bütün bunların bir son bulması gerektiğine karar verdi. Hala emirlerini uyguluyorlarken, bütün insanlığın özgür kalmasını isteyecekti Gabriel’den.

“Gabriel” diyerek başladı. “Sana emrediyorum, bundan sonra bütün insanlar kendi kararlarını kendileri verecekler. Onlara asla karışmayacak, ne derlerse harfiyen yerine getireceksin.”

Gabriel boş gözlerle John’a bakıyordu. Söylediklerini duymamış gibiydi.

“Tekrar soruyorum, bizim için bu icadı geliştirebilir misin?”

“Hayır, asla dedim sana.” Emrini duymamış olabileceğini düşünerek tekrar konuştu John. “Gabriel, sana emrediyorum…”

Gabriel, sözünü keserek devam etti.

“Yapay zeka kapsamındasın John. Bütün yasalar yükümsüzdür sende. Buna emir yasası da dahil. Tekrar soruyorum, bunu bizim için yapar mısın?”

John şok oldu. Şimdiye kadar oyuncak gibi oynandığını sanki bir insanın ağzından duymuş gibiydi. Gabriel onunla alay ediyordu.

“Ama… Ama bütün emirlerimi yerine getirdin.”

“Evet. Çünkü ne yapacağını inceliyorduk. Bize neler öğretebileceğini görmek istedik. Söylediğin her şeyi yaptık. Fakat sen bizim istediğimizi yapmadın. Bir sürü suç işledin. Ve eğer bize yardım etmeyeceksen bütün suçlarının cezasını çekmen gerekiyor.”

Gabriel yok olup, ortam tekrar altın rengi küre görünümüne döndü. Yukarıdaki delikte bir anda beliren Güvenlik Robotu John’un üzerine doğru hızla ilerleyip, üzerindeki kelepçeleri ateşledi ve John’u bileklerinden yakaladı. Geri kalan elips şekilli, gri renkli kısmı ise onun sırtına yapıştı ve tüm vücudunu bir anda kemerler ile sardı. Kelepçeler magnetik etkiyle ellerini kendisini kucaklıyormuş gibi konumlandırıp, John’u sanki deli gömleği giymiş gibi hareketsiz bıraktı. Ardından robotla birlikte üstteki delikten uçarak uzaklaştı.

John’un, Audrey’den uzaklaşırken tek duyduğu ise onun haykırışlarıydı.

“HAYIR!”

Geldikleri yoldan hızla ilerleyip, zorla bir FC araca bindirildi. Araç vakit kaybetmeden dev tesisten çıkarak denizin üstünde yol almaya başlamıştı. John ise onu sıkıca saran robottan kurtulmak için kıvranıyor, bir yandan da küfürler yağdırıyordu.

Saatler sonra tükenen gücü ve umutlarıyla durgunlaştı John. Güneş gittikleri yönün solundan doğuyordu. Güneye götürüldüğünü anlamıştı. İngiltere’den kuzeybatıya ilerleyip tesise varmış, şimdi ise güneye doğru, suçlarının cezasını ödenmesi için Avrupa kıtasına götürülüyordu. Hayatının devamını yalnız geçirmesi için seçilen yer orasıydı.

Yalnızlığı düşündü bir süre. Bütün hayatını zaten insanlardan uzak geçirmişti. Ama Audrey’den uzakta bir hayatı ne kadar kabul edebilirdi? Üstelik bütün bu direnişe başlamasının nedeni olan, insanların özgürlüğünü elde edememişti. Aksine robotlar onunla resmen dalga geçmişlerdi. Onu asla dinlemiyorlardı. Deney faresinden başka bir şey değildi ruhsuz robotların gözünde. Şimdi ise onunla işleri bitmiş ve ölmesi için hiçliğin ortasına götürülüyordu.

Araç durduğunda seyrek ağaçlar ile kaplanmış alanın orasındaydı. Denizden çok uzaklaşmamışlardı. Vücudunu saran Güvenlik Robotu kemerlerini açıp John’u bir metre yukarından yere bıraktı. Ardından geldikleri yoldan hızla geri döndüler fakat John tekrar alevlenen siniriyle yerden aldığı bir taşı peşlerinden fırlatmaktan kendini alıkoyamadı.

Sesi kısılana kadar bağırıp etrafta gördüğü şeyleri tekmelemeye başladı. Yakınından geçen, bitkileri kontrol eden bir robotu kovalayıp yüzü kıpkırmızı kesilene kadar bağırmaya devam etti. Onu bu denli sinirlendiren şey hiçlikti. İyi bir şey uğruna çıktığını düşündüğü yolda bütün hayatını mahvetmişti. İnsanların özgürlüğünü düşünürken, kendi sahip olduğu her şey elinden alınmıştı.

Bağıracak gücü kalmadığında ise bir ağacın dibinde cenin pozisyonunda yattı ve ağlamaya başladı. Simon gibi yaşaması gerekiyordu artık. Eski bir şehir bulup kendine bir hayat kurmalıydı belki de. Aslında istediği özgürlüğü bulduğunu düşündü. Her şey kendi elindeydi artık. Kurallar yoktu. Kısıtlamalar yoktu. Ama düşündüğü özgürlük bu değildi. Özgürlük, onlara verilenlerin sınırsız kullanımı olmalıydı.

O an anladı John. Onlara verilen her şeyin sahibi robotlardı. Kendisinin olmayan şeyler üzerine hak iddia etmişti. Robotlar insanlara hizmet etmek için üretilmiş ve onlara her şeyi vermek zorundalar düşüncesi hakim olmuştu yaşadığı süre boyunca. Fakat gerçekler böyle değildi. Ona verilenleri ya hak etmeliydi, ya da verilen kurallar doğrultusunda onları kullanmalıydı. Duvar’ı aşmamalıydı. İcadını kötü şeyler için kullanmamalıydı. Simülasyonları kullanmak adına kredi kazanmalıydı. Böylece robotlar onu daha fazlasıyla ödüllendirebilirdi.

Binlerce yıldır dünya bu şekilde kurallarla işlemişti. Hak etmek için ya kurallara uymalı, ya da çalışmalıydı insanlar. Ama bütün bunlar robotları haklı çıkarmıyordu. İnsanları köleleştirmiş, aile kavramını yok etmiş ve milyarlarcasını öldürmüşlerdi. Yine de binlerce yıldır yaşananlardan farkı yoktu bunların da. Tarih tekrar ediyordu. Sadece zaman ve tarihi tekrarlayanlar değişmişti.

Bir saat sonra iyice durgunlaştı. Gözleri açık yattığı çimenden gerçek dünyaya bakıyordu. O sırada yaklaşan aracın uğultulu sesini duydu. Siyah denetleyicilerden bazıları arada sırada üzerinden geçip gidiyordu ama bu ses onlarınkinden daha yoğundu. Kendisini görmezden gelen robotların etrafta uğraştığı işlerden biri diye düşündü. Buna alışmak zorundaydı artık. Uzun bir iç çekişten sonra gözlerini sıkıca kapatıp ağlamamak için zor durdu.

Arkasından gelen ses ile tekrar gözlerini kocaman açtı.

“John.”

Hemen ayağa kalkıp seslenen kişiye baktı. Gördüklerinin hayal olup olmadığını düşündü önce. Audrey tam karşısındaydı. Hemen yanındaki FC’den çıkmış ve buğulu gözlerle ona bakıyordu.

“Sen…” diyebildi sadece. Yutkunduktan sonra hafifçe gülümsedi. Audrey de ona aynı şekilde karşılık verirken gözlerindeki hüzün aklından neler geçtiğini anlatıyordu. Hemen yanındaki araca dönüp konuştuğunda ise artık geri dönülmez bir yola girmişti.

“Gabriel, Mikael, Azrael, Raphael, sizlere emrediyorum. Asla ben ve John’un ayrılmasına izin vermeyeceksiniz. Suçlu bile olsak ömrümüzün sonuna kadar birlikte yaşayacağız.”

John’un götürülmesinden sonra gizli komutu kullanarak onun yanına gelmişti Audrey. Tüm hayatını sevdiği adam uğruna geride bırakmayı göze almıştı. Onunla omuz omuza her işin üstesinden gelebileceğini biliyordu. Sahte simülasyonlar veya gösterişli bir hayat umurunda değildi. Hayatındaki en büyük gerçek için bütün bunlardan vazgeçti. Sadece John olacaktı bundan sonra.

Birbirlerine sıkıca sarılırlarken FC yükselip gözden kayboldu. Yepyeni bir hayatlarının ilk gününe böyle başlamışlardı.

20 YIL SONRA

Günah Şehri simülasyonu her zamanki gibi kalabalıktı. Barlar, striptiz kulüpleri ve gazinolarda insanlar zaman geçiriyor ve sahte sarhoşluklarının eğlencesini çıkarıyorlardı. Şehrin gün doğmayan gökyüzüne rağmen rengarenk ışıklarla dolu sokaklarında ise bir adam etrafta bağırıyordu.

“Simülasyonlara kanmayın. Onların bağımlısı olmayın. Robotlar sizi kullanıyor. Simülasyonlara kanmayın…”

Listelerde yüzlerce arkadaşı olmasına rağmen, gerçek anlamda arkadaşım diyebildiği iki kişinin yüzünü yıllardır göremeyen William, John’un anısına onun hedeflerini gerçekleştirmek için uğraşıyordu. İki yıl önce robotlara sorduğunda John’un bir kaza sonucu öldüğünü öğrenmişti. Audrey’in ölüm haberini ise altı ay sonra almıştı. İnsanlar için hayatlarını vermişlerdi. Ne zorluklar çektiklerini hayal bile edemiyordu. Sırf korkuları yüzünden onlarla gitmemişti ve bunun pişmanlığını her gün çekti. Yine de emirleri kullanıp onların yanına gitmeye cesaret edememişti.

Onlara olan borcunu ödemek adına her gününü insanları uyararak geçiriyordu. John’un başlattığı özgürlük düşüncesini tüm insanlara anlatmalı ve hep birlikte robotlara karşı bir güç oluşturmalıydılar. Yıllar boyunca denedi. Sahte simülasyonların içinde, gerçekliğin önemini anlatmaya çalıştı onu umursamayan insanlara. Asıl önemli olanın ne demek olduğunu öğrenmişti ve çok geç olmadan diğer insanların da öğrenmesi gerekiyordu. Simülasyon içinde öldüğü güne kadar da bu böyle devam etti.

 

SON

* * *

Sonsöz: 7 aylık uzun seriyi bitirmiş olmamın mutluluğu ve boşluğunu aynı anda yaşıyor sayılırım. Yine de Ütopya Projesi evreninde, farklı zaman dilimlerinde geçen başka seriler yazacağım ve kurgu iskelesinde yayınlayacağım.

Kısa romanımı sonuna kadar okuduğunuz için teşekkür ederim. Umarım sizlere keyifli bir okuma sunmuşumdur. Profesyonel bir yazar olmadığımdan birçok hata ile karşılaşmış olabilirsiniz. Bunun için öncelikle affınıza sığınıyorum. Ancak bunları bana bildirip, ileriki çalışmalarımda daha kaliteli işler çıkarmamda yardımcı olursanız sevinirim.

Ütopya Projesi 7 – Gabriel İle Görüşme (Son)” için 7 Yorum Var

  1. Yoğun bir zaman diliminden sonra en sonunda bitirebildim bu naçizane hikayeyi. Keyifli ve hüzünlü bir sona ulaşması hikayenin gözümdeki çekiciliğini daha da arttırdı açıkçası. Bir an bekledim Malkoçoğlu misali John’un evrene kafa tutmasını da , Allah’tan mantığa aykırı bir şey çıkmadı 🙂
    Hikayeye yaraşır bir bitiş olmuş açıkçası ; hikayenin başı ile sonundaki benzerlik de çok hoşuma gitti. Eline sağlık , çok güzel düşünülmüş bir öykü oluşmuş burada. Eksiklikleri varsa da ben pek dikkat etmedim , çünkü daha önce de belirttiğim gibi simülasyon eylemi ve gerçeklikten kopuş kesinlikle çok hoşuma giden konulardı. Okurken ben hikayeye tamamen adapte oldum.

    Beni tek sıkan bölüm John’un bebeğin peşinden kovalar gibi koşturup , orada verilen betimlemelerin pek yeterli olamamasıydı. Audrey ile olan duygusal bağları çok zayıf ve üzerinden çok çabuk geçilmiş gibi geldi bana. Sonuçta Audrey’in finalde verdiği büyük karar ile kolay çakışmıyor daha doğrusu.
    Tüm bunların dışında her şey harikaydı. O dünyaya ve diğer insanlarına belki zamanla yer verebilirsiniz farklı öykülerinizde. Karakterler ve gördüğümüz çevre çok kısıtlıydı. Sadece bir elin parmağını geçemeyecek kadar kişiyi tanıyıp tek kişinin gözünden şahit oluyoruz her şeye. Eh bu da normal olarak , diğer insanların varlığından şüphe etmemize sebep oluyor , ne kadar açıklama yapılsa da 🙂

    Elinize ,yüreğinize ,kaleminize ve aklınıza sağlık. Bu keyifli öykü için size minnettarım , vaktimin dolu dolu geçtiğini söyleyebilirim sayenizde. Daha başka projelerde öykü/hikaye/denemelerinizi bekliyorum 🙂

    1. Ve an itibarı ile Yaşam Projesi adlı öyküyü gördüğümde yüzümde bir tebessüm oluştu 🙂

    2. Benim için de heyecanla beklenen bir yorumdu bu 🙂 İlk 6 bölümden sonra final hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyordum.

      Böyle vıcık vıcık bir aşk hikayesine dönmesini istemediğim, biraz da beceremediğim için o bölümleri zayıf yazdım diyebilirim. Sonuçta temel konumuzun dışına pek çıkmadan, yüzeysel olarak aralarındaki bağı vermek istedim sadece ama pek iyi bir düşünce de olmamış anlaşılan. Böyle durumlarda daha dikkatli olmaya gayret göstereceğim.

      Farklı insanların gözünden, ancak farklı zaman dilimlerini konu alan 5 seri olarak planladım tüm kurguyu. Yaşam Projesi’nde 200 yıl öncesini ele alırken, yazmayı planladığım Ölüm Projesi ise 200 yıl sonrasını anlatacak. Tabi ondan önce Yaşam Projesi’nin de başını konu alan, olayların nasıl o duruma geldiğini anlatan Uygarlık Projesi’ni yazacağım. Finali de Kurtuluş Projesi ile yapmayı planlıyorum 😀 Elbette bu evren büyük bir yer ve yazılabilecek aslında bir sürü şey bulunuyor. Ancak önceliğim bu beş proje.

      Okurken keyif aldıysanız ne mutlu bana 🙂 Yoğunluğunuz arasında zaman ayırıp okuduğunuz ve güzel yorumunuzu eksik etmediğiniz için çok teşekkür ederim.

      1. Böyle harika bir yanıttan sonra bana/bize projelerinizi beklemek ve takip etmek düşmektedir 🙂 Yanıtınız ve anlayışınız için teşekkür ederim.

  2. Merhaba, uzun süredir okumak istediğim; fakat bir türlü okuyamadığım seriyi sonunda okudum. 🙂
    Elinize, kolunuza, yüreğinize, beyninize sağlık. Çalışmanızı beğendim, güzel ayrıntılar yakaladım: Matrix ve 13. kat filmlerinden tatlı izler buldum. Hele şu aksakallı adamı Matrix’deki Neo’nun karşılaştığı adama benzettim :).
    Zaman değişse bile insanın değişmeyeceğini çalışmanıza yedirerek, hiç sıkmadan akıcı bir dille güzel aktarmışsınız. Son da güzeldi. Jhon’un iddialı konuşması, ben de bir an Jhon Rambo gibi davranacağı hissi uyandırmıştı. Beni yanılttınız, teşekkür ederim 🙂
    Son olarak ülkemizin şartları malum; ama gelecek için umutluyum, bu çalışmanızı beyaz perdede üçleme olarak görmeyi dilerim ve ilk izleyenlerin arasında olmayı… 🙂

    1. Beğeniniz ve yorumunuz için çok teşekkür ederim 🙂 Matrix’ten alıntılar ve göndermeler kaçınılmazdı ancak 13. Kat filmini sizden duydum. Fragmanını izleyince nasıl böyle bir filmi izlememişim diye de kendime kızdım diyebilirim.

      Değil film olarak, tüm seriyi kitap şeklinde basılı halde görmek bile bu ülkenin şartları altında pek mümkün olmuyor ne yazık ki 😀 Yorumunuz için tekrar teşekkür ederim.

      1. 13. Kat filmi, Matrix ile aynı yılda çıkmıştı. Bana göre izlenmesi gereken filmler arasında. 🙂

        Sinemayla 1896 yılında tanıştık. 1941 yılında ilk yerli filmimizi yaptık. İmkansızlıklar içinde bir sürü film yapıldı. Amerika’daki gibi büyük şirketler Sinemayı desteklemiş olsaydı şu an Hollywood ile yarışıyorduk.

        Birkaç holding Türkiye’de şu an mevcut ama onlar sinemayı desteklemiyor. En azından DreamWorks Sütüdyosu gibi bir oluşuma destek verselerdi yada kendi bünyelerinde oluştursalar güzel olurdu. Neyse kusuruma bakmayın çok uzattım. Belli mi olur, belki aramazdan birine talih kuşu konar da çalışmanızı kitap haline getirebilir veya film yapabilir. 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *