“Mızrakla öldürülmüş” diye fısıldadı. Ağzından saçılan tükürükler kulağımı, sağ yanağımı ıslattı. Belli etmeden silmeye çalıştım. “Saçmalama dedim ne mızrağı? Bu zamanda hem de…” Etrafına bakındı. Ne zaman önemli bir şey söyleyecek olsa bu hareketi yapardı, tilki gibi sivri kulaklarını diker, çevresini kolaçan ederdi. “Vallahi doğru söylüyorum. Gördüm fotoğraflarını.” “Bak bu kez de beni tufaya getirirsen,” dedim biraz sinirle. Eline sıkıştırdığım parayı cebine koymaya çalışırken, “Bir bira daha,” dedi barmene. Barmen sadece birayla geceyi geçiren ve benim gibi maden suyunu bir de limonlu isteyen adamlara yani bize kızgınlıkla baktı. Biraz oyalandıktan sonra önümüze doğru itti bardağı. “Kaç kere tufaya getirdim ki seni abi ya yapma kancık mıyım ben?O geçen seferkini söylüyorsan cinayet masası bile şişmişti davada, ben ne yapayım. Bu seferki tam bomba. Mızrak diyorum sana. Mız-rak.” İnanmakta güçlük çekiyordum. Cinayet masasının kulağı delik çaycısı Tilki Nuri bir değil birkaç kez beni ters köşeye yatırmıştı. Yine de gizemli olayları bana taşıdığı için onun haber kaynaklığından vazgeçemiyordum. “Yalnız şöyle bir durum var. Acayip bir şey. Tam senlik. İnan bana bunu duyduğunda verdiğin paraya değecek.” Elini uzatmış tekrar para istiyordu. “Bence sen yeteri kadar içtin, ben de yeteri kadar ödedim.” Blöf yapıyordum o da blöf yaptığımı anlamıştı. “Eh iyi o zaman sen bilirsin,” dedi. Birasını içmeye devam etti. Son kitabımın satışından elime geçenler suyunu çekmişti. Yine rehberlik işine dönmem gerekecekti. Tilki Nuri’nin gözlerindeki ışıltı yüzünden son kalan paramı da sıkıştırdım eline. “Bak eğer verdiğin bilgi işe yaramazsa bozuşuruz. Seninkiler beni sevmez zaten, bir de seninle…” Seninkiler dediğim cinayet masasının şefi ve polisleriydi. İşin başında yani ilk kitabımı yazarken kuyruk gibi peşlerinde dolaşan delikanlıyla çok eğlenirlerdi. Bir sürü işlerini yaptırmışlar, getir götür işlerine bile koşturmuşlardı. Yine de gece gündüz yanlarında öğreniyordum her şeyi. Sokakları, balistiği, delil toplamayı. Sonraları kitaplarımın sayısı arttıkça rahatsız oldular benden. Onlar tüm eziyeti çekiyor, ben de nemalanıyordum. Öyle demişti Şef. Oysa bu zamanda “büyük(!)” olmayan yazarlar ancak ikinci bir işle geçinebiliyordu benim gibi. Ayrıca onlara çok desteğim olduğu kaçınılmazdı. Bazen kör olurlar, burunların uçlarındaki delilleri görmezlerdi. O zaman ben ortaya birkaç laf atar, akışı değiştiriverirdim. O günler geride kaldı. Benim kadın komiser karakterimle dört kitap yazınca yanlarına yaklaştırmadılar beni. Ben de Tilki Nuri’yle malzeme toplamak zorunda kaldım. Nuri iyice yaklaştı kulağıma. “Şu mızrak var ya hani adamın sırtından girip göğsünden çıktığını söylediğim mızrak, öyle sıradan falan bir şey değilmiş. Geçmişle mi ne ilgiliymiş. İngiliz konsolosluğundan adamlar geldi. Bilmem kaçıncı yüzyıl işi bu, bilgi gizli kalmalı demişler.” Bu kadarını yazıyor diye düşündüm. Koca mızrak cinayette kullanılacak, bilmem kaçıncı yüzyıl olacak, kimsenin ruhu duymayacak, basında yer almayacak. Haber ne kadar büyükse para da o kadar çoğaldığından inanasım gelmiyordu. Tilki Nuri pek inanmadığımı görünce, “Yaklaş,” dedi bana. Zaten yanında oturuyordum ama artık kucak kucağa gelmiştik. “İnanmıyorsan al şunu. Kendin gör. Sakın burada bakma, evinde aç. Adamın adı da yazıyor altında ha!” Buruşturulmuş A4 kağıdını sıkıştırdı elime. “Hadi bana eyvallah. İnceledikten sonra yok et onu. Ne olur ne olmaz.” dedi. Bu kadar gizem benim kitaplarımda bile yoktu. Tilki Nuri yakasını kaldırdı. Boynunu içine çekti. Şapkasını takıp kamburunu çıkartarak uzaklaştı. Cebimdeki kâğıtta ne olduğunu merak ediyordum doğal olarak. Hemen tuvalete gittim. Kâğıdı açtım. Bir fotoğraf çıktısıydı. Üzerine kahve dökülmüştü. Herhalde onun için çöpe atmışlar, Tilki de kapmıştı. Dediği gibi,mızrağın kanlı ucu adamın göğsünü yararak çıkmış, sapı da toprağa saplanmıştı. Birini öldürmek için çok zahmetli iş dedim kendi kendime. Bu sefer getirdiği cinayet haberi dediği gibi benlikti. Öldürülen takım elbiseli, beyaz saçlı adamın-ki hemen ayakkabılarına baktım, zenginlik yoksulluk ayakkabıdan anlaşılırdı- ayakkabıları gıcır gıcır ve rugandı. Türk erkekleri rugan ayakkabıyı damatlık dışında pek giymezdi ya da en azından ben hiç görmedim. Bu adam, göğsündeki beyaz gömleğin üzerindeki kırmızı lekeyi saymazsak (giyinirken bunu düşünmediğine eminim) son derece şık giyinmiş ellili yaşlarda biriydi. Şimdi bu ipucunu takip etmek için başlayacağım nokta tabii ki mızrağın nasıl bir şey olduğunu çözmek olacaktı. İlk işim Fantastik Remzi’yi bulmak oldu. Adam tüm fantastik korku, mitoloji ne varsa yutarcasına okurdu. Mızrak hakkında en iyi bilgiyi verecek oydu, öyle de oldu. Remzi benim ilkokul arkadaşımdı. Yıllar geçtikçe ve işim düştükçe görüşür olmuştuk. Yabancı filmlere alt yazı çevirisi yapıyordu. Özel ilgi alanına temas eden her şeyin onu heyecanlandırdığını bildiğimden gece geç de olsa çaldım kapısını. Gecelerin adamı Fantastik kapıyı açtığında fotoğrafı gözüne yaklaştırdım. “Sana telefonda dediğim işte bu mızrak.” Fantastik Remzi elimden aç kurt gibi kaptı fotoğrafı. “Vay be!” tepkisinden sonra hemen kitaplığına saldırdı. Remzi genç olmasına rağmen vasiyetini yazmış ve kitaplarını bir bilim kurgu kütüphanesine bağışlanacağını söylemişti. Onun kitaplarıyla aslında bir kütüphane daha açılırdı. Elini şaklatarak kafasını kaşıyarak dolandığı kitaplığının üst tarafından ince bir kitap çıkardı. “Bir yerde gördüğümü biliyordum. İşte bu, tahmin ettiğim gibi bu mızrak çok özel Özkan, bak görüyor musun ucunu. Bu Traka’nın kayıp mızrağı.” Ne dediğini anlamam için bana yüz elli yıl önce Kundarin’lerin Britanya krallığının askerleriyle yaptığı, ateşli silahlara karşı mızrak savaşını anlattı. Tarihin en vahşi savaşlarından biriymiş. Tam bir katliam yaşamış Kundarin halkı. Trakayani şefleri öldürüldüğünde elinde mızrağı varmış. Öyle sıkı tutmuş ki onu vuran İngiliz elini keserek mızrağı almış. Kitapta bunun bir de fotoğrafı vardı. On kadar İngiliz yerde yatan Traka’nın üzerine basmış, kestikleri eliyle birlikte mızrağı kaldırıp gülerek poz vermişler. Şefleri ölen Kundarinlilerse ardı ardına teslim olmuş. Çok azı kaçıp ormanda kaybolmuş, birçoğu köle olarak satılmış. Bunları anlattıktan sonra Fantastik Remzi odada iki tur attı. “Öldürülen kimmiş, adı ne?” dedi. Öldürülenin İngiliz olduğundan başka bir şey bilmediğimi söyledim. İnternette adam hakkında en ufak bir bilgi yoktu. “Bu bence tarihi hesaplaşma. Kundarin intikamı. Görürsün bak. Of be nihayet! Kıl oluyordum şu İngilizlere abi, adamları ateşli silahlarla küt küt öldür, savaş mı yani bu şimdi. Hem intikamın bir gün bir Kundarinli tarafından alınacağının kehaneti yazıyordu ama nerede yazıyordu aklıma gelmiyor, hem de İngiltere kraliyetinin sonu gelecek deniyordu. Acaba adamın İstanbul’da ne işi vardı?” “Onu ben de bilmiyorum. Daha araştıracağım. Biliyorsun bu cinayet yok gibi davranıldı. Basında çıkmadı. Onun için sen de ağzını sıkı tut dostum.” dedim. Bunu söylememe gerek yoktu aslında zira Fantastik Remzi’nin benim dışında konuştuğu kimse yoktu. Biraz bozulduğunu hissettim uyarıma ama yine de olur dedi. Oradan çıktığımda sabah olmak üzereydi. Birkaç saat uyuyup araştırmaya devam etmeye karar verdim. Rüyamda tamtamlar çaldı, beni kazana attılar, sonra ben mızrakla dans ettim. Uyandığımda kan ter içinde kalmıştım. İngiliz ile ilgili hiçbir yerde bilgi yoktu, sanki adam yoktu. Sonunda İngiltere’de yaşayan üvey kardeşime sormak zorunda kaldım. Kardeşimle neredeyse yıllardır görüşmüyorduk. Konsoloslukta çalışan çok başarılı biriydi. Ondan hiç hoşlanmıyordum ve açıkçası başarılarını da kıskanıyordum. Bana hep tepeden bakardı. Ailenin cici çocuğuydu. Babamın her zaman takdir ettiği pırlantası. Arayınca şaşırdı, kötü bir haber vereceğimi sandı, ben de ihtiyacım olan bilginin ne kadar önemli olduğunu söyledim. Ona minnet duymak istemesem de yarım saat arayıp bilgileri verince -istemeden de olsa- sevindiğimi ve şükran duyduğumu söyledim. O da benim kitaplarımı okuduğunu ve yaşamıma özendiğini söyleyiverdi. İşi öyle monotonmuş ki, keşke benim yerimde olsaymış. Hoppala, dedim, yıllarca boş yere mi bu adamı kıskanmışım. Sonunda birbirimize başarılar dileyerek kapattık. Belki İngiltere’ye bile giderim onu görmeye. Verdiği bilgiler benim çok işime yaradı. Adam meğerse paralı askermiş, birçok yerde çarpışmış ve sonra ortadan yok olmuş ta ki İstanbul’da mızrağın ucuna asılı bulununcaya kadar. İşler iyice çetrefilleşiyordu. Aslında yazmam için bu kadar veri bile yeterliydi zira ben polisiye kurgu yazan biriydim. Yine de olay beni içine çekmişti. Tekrar Fantastik’in evine gittim. Öğrendiklerimi onunla paylaştım. Bana tekrar elimdeki A4 çıktısını göstermemi istedi. Şu meşhur kitaptaki o iğrenç fotoğrafı açtı. Hepsinin yüzüne tek tek baktık. Tabii fotoğraftakiler çok gençti. Bir tanesinin çok benzediğine kanaat getirdik. Belki de öldürülen İngiliz o savaşanlardan birinin torunuydu. Yine dönüp dolaşıp aynı soruya gelmiştik, İstanbul’da ne işi vardı? O mızrak nasıl cinayet aleti olmuştu? Kim getirmişti? Kafamızda onlarca soru dolaşırken ben yazmaya başladım. Fantastik ne buluyorsa beni arıyor, hemen not ettiriyordu. Önemli olan mızrağın izini sürebilmekti. Tilki Remzinin telefonu geldiğinde ben tıkanmış ne yazsam diye dolanıyordum. Hemen buluşma teklifini kabul ettim. Vereceği bilgi kilidi açacaktı, ona inanıyordum. Buluştuğumuzda her zamankinden fazla para istemesine şaşırmadım. “Umarım buna değer vereceğin bilgi,” dedim. “Bence değer,” dedi birasını içerken. “Bak şimdi dün garip bir olay oldu. Duyduğuma göre saraydan yani İngiltere sarayından birisi bu işi kapatmak için yukarıyı sıkıştırmış. Cesedin İngiltere’ye gönderilmesini istemiş.Biz çözeriz siz karışmayın falan demiş.” “Allah Allah, peki ne demiş bizimkiler?” Bir anda milliyetçi duygularım kabarıp bizimkilere bağlamıştım. “Eh kem küm etmişler olurdu olmazdı derken kabul etmişler. Yani senin anlayacağın dosya kapandı.” “Yok artık!” diye bağırdım. “Olur mu ya, bu iş geçmişin hesaplaşması, hem belki de kan davası gibi bir şey. Yıllardır sürüyor olabilir.” “Orasını bilemem, kan davasıysa da onların kanı bize ne! Uğraşsın dursunlar. Hem sen polis misin ki davayı takip edeceksin? Sana bir romanlık malzeme verdim.” Tilki’ye bak sen, dedim içimden adam resmen doğru söylüyordu. Fantastik’in tüm heyecanı yarım kalacaktı bunu biliyordum ama polisin bıraktığı işi ben mi çözecektim. Tilki’yle vedalaştık. Kafamda kurguyu sürekli değiştirerek eve gittim. Başladığım, hikâyeye devam ettim.
- İtiraf Odası - 1 Aralık 2022
- Düşsüz Adam - 1 Temmuz 2021
- Gergedan Sami, Zargana Hamdi ve Ben - 1 Şubat 2021
- Gölgesiz Kadınlar - 1 Kasım 2020
- Çekmeceler - 1 Temmuz 2020
merhaba, polisiyeye göz kırpmışsın, iyi de olmuş. Konu olarak uzatılmaya ve detaylandırılmaya müsait ama kısa ve öz haliyle de gayet iyi. Tek sıkıntı, öykünün bir paragraftan oluşması. Belki onda bir düzenlemeye gidersin. Onun haricinde temayı iyi kullanmışsın, diyaloglar ve final de iyiydi. Kalemine sağlık
Merhaba;
Bu arada polisiyeye daldım, ondandır:) Sanırım bütün olarak göz korkutucu göründü bu şekilde yazmam. Aslında akıcılığı kırmamak için bir deneme yapmıştım. Çok teşekkürler okuyup değerlendirdiğin için:)
Selamlar,
Öykü polisiye olunca dikkatimi çekti. Öncelikle elinize sağlık sürükleyici, güzel bir öykü olmuş. Ancak öykü keşke tek paragraf olmasaymış. Sonu da biraz muğlak kalmış bana göre. Aşağıda aktaracaklarım biraz ayrıntı olacak ama izninizle paylaşmak istedim:
-Benim kadın komiser karakterimle dört kitap yazınca yanlarına yaklaştırmadılar beni. Bu cümle biraz sorunlu geldi bana. Baştaki kelime (benim) çıkarılırsa daha düzgün olabilir.
-Türk erkekleri rugan ayakkabıyı damatlık dışında pek giymezdi ya da en azından ben hiç görmedim. Her ne kadar ana karakter erkek olsa da, bu cümleyle yazarın kadın olduğu anlaşılıyor bana göre.
-Adam tüm fantastik korku, mitoloji ne varsa yutarcasına okurdu. Burada tüm kelimesi bana fazla geldi.
Son olarak çok olmasa da bazı cümlelerde kelime tekrarları mevcut.
Elinize ve kaleminize sağlık…
Görüşmek üzere, bol selamlar…
Merhaba;
Öncelikle yorum için teşekkür ederim. Bir şey merak ettim yanıt bulabilirsem çok sevinirim. Okurken tek paragraf olması akıcılığı engelliyor mu?
Sonu bence de muğlak kaldı. Yazmaya başladığımda bir yerlerde durmayacak gibiydi ben de orada nokta koydum. ileride belki genişler bilemiyorum.
Düzeltilerinizi doğru buldum biri dışında. Rugan ayakkabının giyildiğini damatlık dışında erkeklerde görmemiş olabilir. Sonuçta bu adam ayakkabıya bakarak değerlendirme yapan bir adam. Diğerleri konusunda haklısınız.
İlginize tekrar teşekkürler
Selamlar,
Evet, bana göre öykünün tek paragraf oluşu okuyucuyu yorup akıcılığı sekteye uğratıyor…
İyi akşamlar diliyorum…