Öykü

Kalbi Dışarıda Doğan Kızla, Kırk Yıldır Öfkesi Dinmeyen Adamın Hikâyesi

Herkes yalnızdır ve her yalnızlığın bir hikâyesi vardır.

Belki bir masal olacak ya da sonuna doğru gerçekliğinden şüphe etmeyeceğin bir hayat hikâyesi. İki toplu iğne başı büyüklüğü kadar önemi olmayan iki uzak diyardan bahsediyorum:

Gece saat 00.00’da karanlık bir evin küçük soğuk odasında, 25 yaşındaki Emanet doğum sancısı çekiyordu. Yıl 2019 aylardan Aralık. İstanbul’un -ismi lazım olmayan- gecekondu semtlerinden birinde, bu koca şehre büyük umutlarla gelmiş Emanet’in inadı acısına gem vuruyordu. “Bağarmacam, ne olursa olsun ağlamacam.” Komşu kadın ara sıra ter içinde kalmış alnını temiz bir bezle siliyor, kapı dışında tırnaklarını umutsuzca yiyen Surhan, “Allah Ya Rab, n’olur yavrumu bağışla bana, Emanet’imi de benden alma,” diye dua üstüne dua ediyordu.

O sırada taa Sur dolaylarında başka bir evde, 40 yaşındaki Ahzen kanlı elleriyle yavaşça tütün kâğıdına uzandı, kubarlı bir rulo sardı. Sağ cebinden acele etmeden on beş yaşından beri yanından ayırmadığı baba yadigârı çakmağını çıkardı, sardığı sigarayı yaktı. Elinden bulaşan kanın ıslattığı kâğıda sardığı sigaradan, kanın paslı tadını aldı. Dumanını, alevi sönmeyen ciğerlerine çekti, çekti ve sonra yeniden parlayan öfkesini bastırır gibi, sigarayı, ayağının dibinde yatan daha biraz önce doğradığı cansız bedenlerin üzerine bastırdı. Bir daha yaktı, bir daha bastırdı. Yirmi beş yıldır dinmeyen öfkesini bu kez de dindiremedi. Burnundan soluyarak, evden dışarı çıktı ve karanlıkta kayboldu.

Bir çığlık, iki çığlık olup buna bebek ağlaması, ebe ağlaması, bağrışmalar ve haykırışlar da karışınca, Surhan dayanamayıp koşarak doğum odasına girdi. Emanet kucağında ağlayan çıplak bebeğe bakakalmış, sanki donmuştu. Donmak da değildi bu, şaşkınlığının yüze vuran en tuhaf ifadesiydi. Gözleri bebeğin göğsüne kitlenmiş, kirpikleri kapanmaya korkar, nefesi ağzından çıkmayı unutmuş bir haldeydi. Surhan yatağa doğru bakıyor, Emanet’in yüzünden ve bebeğin ona doğru dönmüş sırtından başka bir şey görmüyordu. Ebe ve komşular duvarın dibine sinmiş, Surhan’ın da odaya girmesiyle çığlıklarını ağızlarına kapatmış, bir sonraki sahnede neler olacağını bekler bir halde yan yana dizilmişlerdi. Surhan anlam vermedi tüm bu olanlara:

“Emanet’im badem gözlüm iyi misin, neler oluyor, bebeğimiz nasıl?” diye usul sesiyle sordu.

Odada sadece Surhan’ın sesi ve bebeğin ağlaması duyuluyordu. Yabancı bir ses duyan bebeğin ağlaması kesildi. Surhan Emanet’e doğru ilerledi, yanına ilişti. Elini sırtına koyup, başını kadının kucağındaki bebeğe yavaşça döndürdü…

Olan basitti aslında. Zekiye ile Fuat’ın üç oğlundan biriydi Ahzen. Anası ilkokul mezunu. Varı yoğu oğulları, evi, kocası. Doğu’nun ismi olmayan bir köyünden. Köyün dışına çıkmamış, başka bir diyar görmemiş, yufka açar, yemek yapar, koyun güder. Tek derdi evlatları okusun, adam olsun. Köyü boşaltmadıkları sürece sorun yok. Babası, orada burada yevmiyeli çalışan bir işçi. Allah’ı var çalışkan adam. Öyle de sakin, sessiz, etliye sütlüye karışmaz. Hayatları zor ama zaten orada tüm hayatlar zor. Oğullar dağa çıkmamış, en azından henüz. E ne yapsın ana baba, sevinir çok. “Okuyun adam olun oğlum, bu dağlardan size fayda yok. Devlet komaz kimseyi cezasız.” Bir gün, şafak sökerken, Zekiye ile Fuat’ın tek göz evlerine baskın yapılır, halen kimler ya da söylenen şekliyle –hangi taraf – olduğunu bugün bile bilmez Ahzen. Dinmeyen öfkesi biraz da bunun için. Kimin yaptığını bilse, öbür tarafa diş bileyecek. Ama yok bilmez. O yüzden de karşısına kim çıksa ezer geçer. O sabah, anasını babasını yattıkları yerde daha ne oluyor demeye fırsat bırakmadan, abdestsiz, adetli, oracıkta oğullarının gözleri önünde öldürmüşler. Bir de dayanıklı çıkmış mı ana baba, vurmuşlar vurmuşlar beyinleri sıçramış ortalığa, çocukların yüzüne yüzüne. Ahzen kardeşlerine yetişemeden saklanmış. Ölüm korkusu, kardeşlerini kurtarmaya ağır basmış. Ya onlarla birlikte ölecek ya da saklanacak. Saklanmış, kardeşlerinin çığlıklarını dinleye dinleye susmuş. Herkes gittiğinde, ortaya çıkmış Ahzen, kan gölünün ortasında ne yapacağını bilememiş. 15 yaşında.

Bebek, çipil mavi gözlerini kocaman açmış babasına bakıyordu. Surhan’ın ilk dikkatini çeken bu oldu. Masmavi gözler. Neden sonra, gözleri bebeğin çıplak göğsüne kaydı. Orada tam göğsünün üzerinde bir kasılıp bir gevşeyen pembe küçük bir et parçası gördü. Bebeğin gözleri pür dikkat Surhan’ı seyrederken, Surhan gözlerini, düşüncelerini bu manzaradan alamıyordu. “Bu kalp, dışarıda atan kalp, bebeğin dışında atan kalp.” Kalbin dışarıda olması dışında ortada hiçbir garip durum yoktu. Bebek seğirme gibi bir gülücük bile atmıştı babaya. Ne yapacağını bilmez halde Surhan yatağın kenarından kalktı, ebenin yanına gitti.

“Ebe nedir bu, sen hiç böyle bir şey gördün mü?”

“Yok, beyim biz ilk defa böyle bir şey görüyoruz. Bir zamanlar bir sakallı bebek furyası çıkmıştı ama onun da sonradan yalan olduğu ortaya çıktı.”

Döndü tekrar baktı dışarıda atan kalbe, diyecek bir şey bulamadı.

“Hemen hazırlanın doktora gidiyoruz.”

Zaman akıp gitti. Giderken de önüne çıkan ne varsa alıp götürdü Surhan’dan ve Emine’den ve Ahzen’den. Maviş gözlü kız bir anomaliyle doğmuştu. Doktorların dediği buydu. Ameliyatı mümkün değildi. Yaşamını böyle sürdürecekti. “Yarından tezi yok kalbi toza toprağa dış etkenlere karşı korumak için bir kılıf, bir muhafaza lazım. Ne gerekiyorsa yapalım.” Önden fermuarlı, çıkartıldığında yıkanabilen, su geçirmez, nefes alan bir kalp torbası yaptılar Maviş’e. Evet adını da Maviş koydular kalbi dışarıda doğan kızın. Hayat Maviş’le biraz daha uzamıştı Surhan ve Emine için. Ama insanoğlu bu, açken avucunda sadece toprak kalsa, onu yemeye alışır. Onlar da Maviş’in bu durumuna alıştılar. Önceleri temkinli çıktılar sokağa, geceleri uzun uzun kızlarının kalbini seyrettiler, nefes alıp verişini dinlediler, her saat başı kontrol ettiler. Sonraları bu anomali normal gelmeye başladı. Gündelik hayatı sürdürmenin de yolunu bulmuşlardı. Maviş’e korunaklı içlik giydirip, çarşıya, pazara, konuya komşuya öyle çıkardılar. Maviş büyüyordu. Önceleri kendi kendineyken, anne babasının korunaklı yuvasındayken, farklı olduğunu fark etmedi. Sonra yavaş yavaş aklı başına gelip de sorgulayan gözleri daha bir mavi bakmaya başlayınca, aslında -belki de- dünyada tek olduğunu öğrendi. Önceleri çok anlam veremedi buna. Kendini farklı hissetmiyordu. Anne babası gibi uyuyor, yiyip içiyor, gülüyor ağlıyordu. Sonra komşu çocuklarıyla oynamaya başladı, göğsündeki şişkinlik diğer kızlarda yoktu. Çok önemsemedi. Ama sonra yaz geldi. Pikniğe gidildi. Denize girildi. Ama o giremedi. Diğer çocuklar yüzerken, o evde kalıp uzaktan onları seyretti. Seyrederken, asla onlar gibi olamayacağını fark etti. Annesi “çipil gözlü kızım zarar görmenden, seni kırmalarından, alay etmelerinden korkuyorum,” demişti. Böylece Maviş tam orada, kalbinin kendisine zarar verebileceğini, alay edilecek bir uzuv olduğunu ve aslında göğsünde bir yük taşıdığını öğrendi. İşte ilk sızıyı hissettiği an o andı. Maviş’in kalbine küçük minik ince nereden çıktığını bilmediği bir mızrak başı saplandı. Dibe kadar yol aldı. Tam içine oturdu.

Sonraları Maviş de yüzmek istemedi. Okul çağı geldi. Arkadaşlarıyla oynamak da istemedi. Kitap okumayı tercih etti. Sessizleşti, derinleşti, bir derin mavi oldu.

O sırada hayatın başka bir gerçekliğinde Ahzen sahnedeydi. Uzaktan Doğu’dan, otobüse atladı. Dindiremediği öfkesiyle verdiği soluğunu İstanbul’da aldı. İstanbul kazan sokaklar kepçe oldu Ahzen’e, karıştırdı durdu yıllarca belki hayat denen tek perdeli oyundan intikamını alabilir bir gün diye. Bir sürü can aldı da bir intikamını alamadı:

“Kafe önü, duvarlar yeni boyanmış, tiner kokusu burnumu yakıyor, karnımı acıktırıyor. Köprü altı geliyor aklıma. Bizim köydeki. Tren köprüsünün altı. Torba içindeki bali. Nefes al nefes ver sakinleş. Köy doktoru böyle önerdi; hareket aynı ama bu sefer kese kâğıdı, balisiz. Öfkeni böyle kontrol et. Kafede genç çocuk karşısında cici bici bir genç kız. Belli yeni arkadaş oluyorlar. Çocuk hoşlanıyor kızdan. Elini beceriksizce kızın eline dokunduruyor, çekiyor, üstüne koyuyor, çekiyor. Koy – çek. Cebimden hızla sustalıyı çekiyorum ben de. Tam çocuğun eli kızın üzerindeyken. Çaaat yapıştırıyorum, saplıyorum sustalıyı. ‘Tut lan elini orada, çekme.’ Nefes al nefes ver. Arkalarındaki yazı dikkatimi çekiyor, dikkatim dağılıyor. “Gerçek et Gerçek burger.” Lan sen etin kilosu kaça haberin var mı? Nefes alıp veriyorum. Nefessiz kalıyorum. Ter içinde kalıyorum. Oradan uzaklaşırken geride kalan genç çocuğa bakıyorum. Hâlâ aynı, koy çek koy çek. Elim cebimde, sustalıyı okşuyorum. Koy çek koy çek.

Oğlum Ahzen, yürü buradan uzaklaş. Geç karşı kaldırıma. Dinmeyen öfkeni sal bakalım şu yoldaki ciğeri beş para etmez gavatlara.

Çocuk parkının içinden geçiyorum. Saat akşam 20.00. Pis sakallı, pis suratlı bir dilenci. Pis bakışlarıyla Kur’an satıyor, hem de o saatte. Çocuğu salıncakta sallanan bir kadına yaklaştı. “Askerden geldim, abim damdan düştü, beyin kanaması geçirdi. Al abla nolur.” Kadın, “Yok istemiyorum,”’ dedi. Elindeki mısırdan koca bir ısırık aldı. Dilenci, tinerci kadına baktı, cellat gözleriyle. Çatallı boğazından bir hırlama çıktı. “Yanlış anlama da abla,” dedi kelimeleri karışarak, “burnunda mısır var.” Kadın irkildi, utandı, mısırı temizledi. Adam dedi ki, “Abla dostunu düşmanını bil, biriken kanı boğazında tutma tükür.” Sapladı bıçağı tam boğazına, kadın yere yığıldı ağzında bir tomar kan. Gözümü açıp kapadım. Nefes al nefes ver. Dilenci uzaklaştı. Kadın çocuğuna bağırdı “Dilek hadi kızım geç oldu gidiyoruz, garip garip tiplerin parkta ne işi var canım, Allah Allah!

Köşeyi döndüm, köşeyi dönen dilenciyle göz göze geldik. Cebine davrandı, tek vuruşla ses tellerini kopardım. Kur’an’ı cebinden çıkartamadan ayağımın dibine yığıldı. Öfkemi alamadı, yüreğimi soğutamadı.”

Maviş büyürken, her aldığı darbeyle dışarıda atan yüreğine küçük bir mızrak saplandı durdu. İlk geçilen dalga, ilk hoşlandığı çocuk, çocuğun yüzüne bakmaması, ilk reddediliş, ilk adet, tomurcuklanamayan memesi, ilk dışlanış… On beş yaşına bastığında kalbine saplanan mızrak sayısı, ruhunun kaldıracağından kat kat fazlaydı.

Maviş bir gün, tahmin edildiği gibi, geri dönmemek üzere evden çıktı. Her zaman yürüdüğü mezarlık yolundan geçti, sıkıldığında hava almak için gezindiği parka doğru ilerledi. Köşeyi döndüğünde uzakta bir adam gördü; elinde parıldayan keskin bir bıçak, pis bir adamı boğazlayan bir adam. Pis adamın öylece yere yığıldığına şahit oldu. Boğazı kesik, kanları oluk. Bıçağın parlaklığı, kendine doğru yavaşça döndü. Maviş’in kalbi hızla gümbürdemeye başladı. Çıkan ses sokakta yankılandı, duvarlara çarptı adamın kulağına ulaştı.

Şimdi sokağın bir başında Maviş, diğerinde Ahzen zamanı durdurmuşlardı. Ne ileri ne geri gidebildiler. Ahzen bağırdı, “Hey hey!” Maviş ses çıkartmadı. Kaçmadı da. Gözleri o keskin parlaklığa takıldı. Soğuk çeliğin kokusunu duydu kalbinde. Son bir sızı, saplanan tüm mızraklardan kurtarabilirdi kalbini. O an karar verdi ve adama doğru yürüdü.

Adam kendine yaklaşanı gördü, dinmeyen öfkesiyle bir yanardağ gibi kükredi, “Yak-Laş-Ma!” Kız yaklaştıkça, kulaklarını zonklatan bir bas davul beyninde çalıyordu sanki. “Gelme dedim. Git buradan uzaklaş!” Kız üstüne yürüdükçe sesten başı döndü. Kız tam önünde durdu ceketini açtı. Adam kızın kalbini gördü. O kısacık anda, 40 yıldır olmayan bir şey daha oldu. Adamın öfkesi beş saniyeliğine mızrakların arasında kayboldu. 40 yıldır sırtında taşıdığı yükün kısa bir süreliğine kalkmasıyla dengesini kaybetti, hafifleyip yere baygın düştü.

Gözünü açtığında, parkın istinat duvarına yaslanmış yerde oturuyordu, kız da yanı başında. Belli ki kız taşımıştı yaşlı bedenini oraya. Elini tutan bir çift mavi göz, yorgun yüzüne bakıyordu. Nefes nefese kalan kızın maviş gözlerinden yaşlar akıyordu. 55 yaşındaki Ahzen ile on beş yaşındaki Maviş bir süre hiç konuşmadan oturdular. Ay üzerilerine daha bir telaşsız aktı. Ağaçlar, saklansınlar diye dallarını ödünç verdiler bu iki insanoğluna. İlk hamleyi Maviş yaptı, adama bıçağını uzattı, “haydi” dedi “vakit geldi.” Adam, Maviş’in mızraklarla dolu yaralı kalbine baktı. Umut gördü. Keskin bıçağıyla, tek tek çıkarttı mızrakları kalbinden. Mızraklar çıktıkça Ahzen’in öfkesi Maviş’in de sızısı azaldı. Kırkıncı mızrak da çıktığında Maviş yere yığıldı. Ahzen kıza baktı, son bir darbeyle kendi öfkesini de dindirdi. Nihayet Maviş sızılarından Ahzen öfkesinden kurtuldu.

Polisler sabah parkta birbirine sarılmış iki ceset buldular. Ahzen ile Maviş’in bedenleri çoktan soğumuş, geriye bir bıçak ve kırk küçük mızrak kalmıştı.

Merhametli kişi bıçak kullanır,
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur”
Reading Zindanı Balladı – Oscar Wilde.

Müge Koçak

Uzun zamandır yazıyor, yazmaya çalışıyor, devam etmeye çalışıyor. Zaman değişiyor, dengeler değişiyor, hayat değişiyor, yazı kalıyor, o hala yazıyor. Deneme, yanılma, oradan, buradan, şuradan. Bir gün - büyüdüğünde - yazı projelerini gerçekleştirmeyi umuyor. Ziyaretçi sayısı parmakların sayısını geçmeyen iki blogu var. Bu kadar yazan, çizen, onca tanınmış, tanınmamış insan arasında kendisine nasıl bir pay düşer bilmiyor, çok da umursamıyor. Ne önemi var ki! Altı üstü hep birlikte eğleniyoruz canım..

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Selam @Muge_Kocak

    Yalnızlığı çok güzel anlatıyorsun ikidir. :sweat_smile: Bu öyküde öfke ve tükenmişlik de destek olmuş. Hüzünlü, anlamlı, memlekete uzaktan bakar gibi, bu mikro evrende kozmik şeyler anlatır gibi… Yine çok başarılı, yine çok gerçek. Üslubun gitgide gerçeküstü, masalsı bir dile kayıyor ama daha ciddi, daha ayakları yere basan alt metinleri anlatıyorsun. Çok güzel yapıyorsun. :+1: Kalemine sağlık. Görüşürüz. :pray:

  2. @Muge_Kocak Size içten bir merhaba,

    Bu ayki öykünüzün başlangıç cümlesi bana Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi kitabı girişindeki efsane cümlesini anımsattı. Böyle hem spoiler içeren hem hikayenin içine balıklama girebilmenize neden olacak başlangıçları çok severim.

    Öyküde geçen konular, iki ayrı ve acılı yüreğin yollarının kesişmesi çok etkileyici olmuş, tüm öyküyü sürüklenerek okudum ve bir itirafta bulunmam gerekirse, bazı öyküler devam ederken sona ne zaman bağlanacak diye beklememe rağmen, sizinki hiç bitmesin istedim. @ulu.kasvet nun yorumuna da bakınca, yalnızlık teması derya deniz ve hepimiz başımızı yastığımıza koyduğumuz her an yalnız değil miyiz? Daha çok öyküler doğacaktır eminim. Kaleminize, yüreğinize ve yaratıcılığınıza sağlık. Ayrıca diğer öykülere yaptığınız yorumlarınızı da takip ediyorum. Doğrudan söylemlerinizi kendime çok yakın buluyorum. Hep böyle gelişerek kalın,

    Sevgiler

  3. Bir de öykünüzü okurken aklımdan çok çocukça bir şey geçti, paylaşmak isterim: keşke herkesin kalbi dışarda olsa, kiminki temiz, kiminki kara anlayabilsek :slight_smile:

  4. Ya ne güzel şeyler yazmışsın. Çok mu yalnız hissettim kendimi acaba :slight_smile:

    Bu öyküyü yazma maceram ve esinim / esinlerim çok ilginçti. Bir ara anlatırım :slight_smile: Ama beklemediğim kadar duygusal oldu.

    Öyküyü bitirip yolladıktan sonra, umarım okuyucuya sevgiyi ve umudu hissettirebilmişimdir dedim. Ne tuhaf değil mi?

    Okuyup yorumladığın için çok teşekkürler. İyi ki tanıdım dediğim yazarlardan birisin.

    Görüşürüz :wave:

  5. @Sercesahin içten selamınıza içten bir merhaba da benden :slight_smile:

    Çok mutlu etti beni yazdıklarınız. Kalbi dışarıda olan insanlarla tanışırız umarım hep. Anlatmak istediğimin kalbine inmeniz de ayrıca beni mutlu etti.

    Genelde öyle olmuyor ama itiraf edeyim bu öykümü özellikle de mavişi çok sevdim. Kırgınlıklarla büyüttüğümüz yaşamlarımız bizi yalnızlığa sürüklüyor olsa da umarım hepimizin hayatından en az bir tane maviş kadar saflık olur :pray:t2:

    Yorumlarımı sade bir okuyucu olarak olabildiğince yapıcı yapmaya çalışıyorum. Umarım kimseyi gücendirmiyorumdur.

    Görüşmek üzere :heart:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

22 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for gayekcelik Avatar for merveriii Avatar for MuratBarisSari Avatar for ebuka Avatar for Muge_Kocak Avatar for ulu.kasvet Avatar for nyphe Avatar for Sercesahin Avatar for Arokan Avatar for Haluk_Cevik Avatar for Nurdan_Atay Avatar for kucukrengeyigi