Öykü

Hep ve Tek Umut

Yazarın Notu: Lineer olmayan öykülerden oluşan bu materyal ve evreni ile ilgilenirseniz sırasıyla burada, burada ve buradaki öykülere de göz atabilirsiniz. Bununla birlikte öyküler tekil olarak kendi bağımsız konularına sahiptirler. Keyifli bir zaman geçirmeniz dileğiyle…

 

Yıldızlar sanki yere değecek gibi gözlerinin önünde pırıl pırıl parlarken, sağ gözünden bir yaş taşıp yavaş yavaş yanağına oradan da yanağını yara yara boynuna indi. Gözyaşı kuma düştüğünde, o yaştan yükselecek bir çiçek hayal etti Canwr, sarı taç yapraklarının ortasında kızıl ovülü kendisine gülümseyerek bakan bir çiçek. Kısa boylu, incecik ve narin, Canwr’un kızıl saçlarını “Bal arım benim.” diye okşayan bir çiçek… Ama söyledikleri ve sesi, düşüncelerinden tamamen farklıydı.

“Bu kadar sıcak bir yer nasıl oluyor da gece bu kadar soğuyabiliyor?”

“Yıldızları seyretmek için ateş yaktırmayan sendin Canwr.” dedi, beyaz ihramı içindeki keşiş.

Canwr gülümsedi, keşişin zaman zaman bile olsa, kendisine çöl ikliminden, dünyanın coğrafyasından veya tezatların maddeyi meydana getirmesinden bahsetmemesi adamı Canwr’un gözünde özel kılıyordu. Manastırlarda dünyanın ilim mirasını koruyan adamlar için bu kadar anda olmak özel bir şeydi de gerçekten. Ama uzun sürmezdi, yine anlatacaktı, biliyordu…

“Kaç yıl oldu, Huubu?”

“Dört yıl oldu Canwr.”

“İlk karşılaşmamızdan bu yana diyorum Huubu, karşıma çıkıp -Huubu Alkadah, Alemlerin İlahı’nın sadık kulu ve keşişi. Alexandrosia’nın kütüphanesinde eğitim gördüm ve şimdi Salimas’ta mütevazı bir keşişim.- dediğin günden bu yana kaç yıl geçti?”

“Kaç yıl geçtiğini biliyorsun.”

“Biraz keşiş olsana, elin ayağın seğiriyor olmamak için çabalarken…”

“Yirmi sekiz yıl, on ay, dört gün geçti.” diye cevapladı onu keşiş, gülümsemesine eşlik eden sevimli bir sesle.

“Aha,” dedi bu sefer Canwr neşelenerek, “ilk sorduğumda hesap yapıyordun.”

Mahcup ve zarif bir edayla gülümsedi keşiş bu sefer. Bir şey demedi ama. Sonra bir sessizlik oldu, en sonunda da keşiş hızla kalkıp daha önce hazırladığı ıslak çalıları tutuşturdu. “Kalk artık oradan,” dedi Canwr’a, ve devam etti “kum, fazladan üşütür seni. Daha birkaç gece buradayız. Yine seyredersin yıldızları. Onlar çok yavaş hareket ederler. Dünya aceleci bir çocuktur onlar için.”

Canwr ikiletmeden dikeldi ve ateşe yaklaştı. Kumlara uzanmadan önce altına serdiği örtüyü şimdi sırtına almıştı, mucizevi bir şekilde ve bir anda ısındığını hissetti. Ama o bunları düşünürken fark etmediği şeyi, nihayet kafasını kaldırıp gözlerini arkadaşına çevirdiğinde fark etti. Huubu dikkatle yüzüne bakıyordu. Konuyu değiştirmek için konuştu.

“Dünya aceleci bir çocuk derken ne demek istedin?”

Ateşin üzerine metal bir düzenek yerleştiren Huubu, minik denebilecek bir semaveri düzeneğin üzerine koyarken dudaklarını büzdü.

“Hiç!” dedi, “Geçtiğimiz günlerde Kilikya’dan bir serseri ile yazışıyorduk da oraya gitti aklım.”

“Serseri?”

“Göt.”

Canwr kesik bir kahkaha attı. “Doğru ya,” dedi “lavtanın tellerini çalarken parçalayan ve sonrasında iyice azıp lavtayı yerlere vurarak kırmaya çalışan bir keşişle konuşuyorum.”

“Haşiş ve şarap seven bir keşiş.” Ama bir anda gülümsemesi dondu keşişin, bu sefer Canwr onu dikkatli gözlerle izliyordu. Huubu sakin ve dingin bir tonla devam etti. “Yaşlanmış ve bilgeleşmiş ama egosu daha da şişmiş bir keşiş…”

“E, ne diyordu bu göt?”

“Evrenin sonlu ya da sonsuz olması ile ilgili bir tartışmada, yıldızların yerlerinin en eski gözlemlerle aynı olduğunu söylüyordu.”

“Sence sonsuz mu?”

“Bence bir başlangıcı var ve bir de sonu…”

“Yıldızların konu ile alakası ne?”

“Yıldızlara, Synodos Ippikou ve hatta öncesinde de ilahi varlıklar olarak bakılırdı. Oysa onlar hareketli ve dünya ile aynı maddelerden oluşan şeyler.”

“Hımm,” dedi Canwr, “senin düşüncen, evreninin hareketinden ziyade yıldızların tanımını üzerinden kurallı bir sistem. Ve bu sisteme dayanarak iddianı dile getiriyorsun.”

“Kesinlikle. Zaten asıl derdim şu Kilikyalı göt değil. O sistem dediğin şeye fizik deniyor. Ve bunun kuramı yine bir Synodos Ippikou felsefecisi tarafından ortaya atıldı. Hatta büyük imparatorları Skendrox’un hocasıydı bu adam.”

“Sanırım sen ona katılmıyorsun.”

Keşiş, göz kırptı. “Bir çölde simyanın sırlarını arayan bir gezgin ozanın yanında çay pişiren, mütevazı bir manastır keşişinin, dünya felsefesine ve bilimine yön veren bir imparator hocasını eleştirmesinin komik olduğunun farkındayım. Ancak, o bin yıl önce yaşadı ve çok tanrılı bir düşünce dünyasından geliyordu.”

“Sen ise Alemlerin İlahı’nın kurduğu bir düzene inanıyorsun.”

“Evet. Ancak…”

“Ancak?”

Keşiş ciddileşti ve konuşmanın başından beri ilk kez heyecanla ve tezini savunan insanların iştahını gösteren saf gözlerle cevapladı. “Ben deney de yapıyorum…”

Canwr sessiz kalınca, devam etti keşiş. “Bak,” dedi ve hızla ayağa kalktı, heyecanla yerde bir şeyler aradı ve Canwr’a ait ahşap bir toka ile tahtasından ayırdığı metal bir ok başını, elleri ile kaldırabildiği kadar yukarı kaldırdı. O kadar ki, ayak uçlarında duruyordu.

“Dikkatli bak lütfen,” dedi ve aynı anda Canwr daha hazırlanamadan ellerindekileri aynı anda bıraktı. Kuma düşen iki eşya mini bir toklukla kumu şekillendirince de parlayan gözlerle sordu,

“Gördün mü?”

Canwr görememişti ama diyemedi de. Kafasını belli belirsiz salladı.

“Aah,” diye sabırsızca eğildi keşiş ve hızlı hareketlerle tekrar iki eşyayı aynı şekilde havaya kaldırdı. “Üçe kadar sayıp bunları yere atacağım. YÜZÜME BAKMA YERE BAK!”

“Tamam tamam, sinirlenme Huubu.”

“Üç, iki, bir…”

Ve keşiş ellerini açtı. Daha doğrusu açmış olmalıydı ki, iki eşya da yine aynı şekilde kuma gömüldü.

Canwr da, adını koyamasa da algıladığı şeyi keşişten aynı anda duydu.

“Aynı anda!..”

“Aynı anda düştüler evet.”

“Anladın mı?”

“Neyi?”

“Bak, Elettrodomos yani şu büyük filozof, hareketin maddelerin ağırlığı ile ilgili olduğunu söylüyordu. Sürtünmeyi de hesaba katıyor hakkını yemeyeyim. Ama hareketi verenle ilgili hiçbir şey yok felsefesinde. Bu yüzden boşlukta hareket olmaz diyor. Oysa görüyorsun ki, ahşap ile metal farklı ağırlıkta olmalarına rağmen aynı anda yere düştüler. Çünkü onlara dış bir etken farklı güçte bir etki uyguladı.”

Canwr anlamaz gözlerle bakınca, birden heyecanla ama aynı anda kısık bir sesle inledi Huubu, “Bütün teorisi çöktü anlıyor musun? Aynı adam fırlatılan herhangi bir cismin olduğu yere geri dönme eğilimi olduğunu da söylüyordu. Yıldızları ve statülerini hatırla… Ama dönmüyorlar. Bir taş atarsın uzağa gider orada düşer. Geri dönmez.”

“Evet.”

“Evet, Elettrodomos’a göre bunun sebebi, ona bunu yapanın hava olması. Oysa biraz önce hareketin tek kaynağının maddenin ağırlığı olduğunu söylüyor ve havayı, bırak hareket ettiren bir güç saymayı, hareketi yavaşlatan bir etken olarak tanımlıyordu.”

“Kimse mükemmel değildir.”

“Ama o tarih yazan bir imparator hocası, tarih yazan imparatorun hocası değil, tarih yazan bir imparator hocası.”

Canwr gülümseyerek cevapladı “Anladım, anladım. Ve sen bir çölde benim gibi bir dallamayla titreyerek sabahlayan bir manastır faresisin.”

Ellerini açtı gülümseme sırası kendisine geçen Huubu ve Canwr sataştı ona.

“Alemlerin İlahı’nın takdiri…”

“Zaman farklı işliyor…” dedi keşiş ciddiyetle, “Zaman herkese ve her şeye göre farklı akıyor. Hatta akmıyor. Yok bile!..”

“Ne?”

“Bunu da mı bilmiyorsun Canwr? O zaman ilk maddenin uzamlardan oluşan soyut sınırlar içinde bir boyut nüvesi olduğunu ve tam da bu sebepten yani sınırları bağımsız olarak belirlenmiş olduğu için, yine her şeyi birbirinin sınırını belirleyen maddeler olarak gören Elettrodomos’un tersine boşluk diye bir şeyin olduğunu da anlatamam ki sana. Ki, bunu söyleyen adamın boşlukta hareket olamaz gibi garip bir fikri de var!.. Hangi boşluk be adam???”

Canwr parmaklarını şıklattı ve “Bunu anladım lan!” dedi. Sonra da “Lan?” diye tekrar eden keşişin sorusunu es geçerek “Olmadığını iddia ettiği bir şey ile ilgili bir teori atmış ortaya adam…” diye açıkladı ne anladığını.

Huubu’nun bakışları da sesi de müşfikleşti. “Her ne kadar maddenin sınırlarını anlamasan da Canwr, “dedi “paradoksu iyi çözdün. Ne de olsa gözyaşına ortak dilde “yaran” diyen bir toplumun retorik duygusallığını taşıyorsun sen…”

* * *

“Huubu?”

Girdikleri vadide ikindi vakti olmasına rağmen, sıcaktan oflaya puflaya kayalara doğru açılarla basmaya çalışan keşiş dalgın cevapladı Canwr’u.

“Hı?”

“Dua mı ediyordun?”

“Tesbih. Sen sor.”

“Qita’dan haber var mı?”

“Yok ama…”

“Ama?”

“Sanırım kuzeyde bir yerdedir. Ağaçlar beni çağırıyor deyip duruyordu.”

Canwr bir an daldı. Aklına Qita ile tanışmaları geldi. Gülümsedi, sonra Sağır Sultan’ın sarayında olanlara gitti aklı. Gözleri anın dehşet ile kapandı ama söyledikleri psikolojik durumundan bağımsızdı.

“Elka kızı Qita… Elf kanı çağırıyor olmalı onu ağaçlara.”

“Muhtemelen.” Keşişin aklı hâlâ dua etmekte ve ayağını burkmamaktaydı.

“Efsanevi Elf diyarlarından ne haber peki, oralara gitmiş olmasın?”

Keşiş bu sefer tık nefes cevapladı Canwr’u “Gidebilen var mı ki oralara?”

“Efsaneler de bir şeylerden doğar değil mi?”

“Eh, çevremizdeki okyanusta belki vardır bilinmez karalar ama baş aşağı duramayacaklarına göre…”

Canwr, durdu ve hiç bitmeyecek gibi görünen vadinin birkaç fersah ötedeki birleşen çatısına baktı. “Huubu!” dedi, “Her şeyin yerine dönme eğilimi var ya?”

“Evet.”

“Baş aşağı duran adamlar için de geçerli olabilir mi bu?”

Huubu şaşırmamıştı “Bu dedi aslında olabilir evet. Ama bildiğimiz her şeyin farklı olması demek. Yani tokayla ok başı var ya?..”

“Evet.”

“Ona fırlatılan şeylerin dış etken kaynaklı geri dönememelerini ekle.”

“Evet, yani?”

“Yani, belki o toka ve ok başı aşağı doğru itilmiyor, bilakis aşağıdan çekiliyor olabilir.”

“Bu mümkün mü?”

“Bugüne kadar ki tüm teorileri alt üst etmekle birlikte, maddenin içkin gücünü zayıflatan ve havaya ek bir faktör olarak…”

“Evet?”

“Yani bunu açıklayacak bir done yok ama teorik olarak olabilir evet.”

“Ve dolayısıyla aşağıdaki baş aşağı adamlar da varolabilir ve kadınlar da…”

“Elka da orada olabilir doğru.” Bir an durdu keşiş ve “ Evet şaşılacak şey. Bir efsanenin böyle bir altyapısı olabileceğini düşünmezdim.” dedi tekrar. Gülümsedi “Şaşılacak şey…” diye diye gülümseyerek yürümeye devam etti.

* * *

Yaktıkları ateş de, içinde bulundukları vadinin güneşin ısısını depolayan kayaları da, gece kampını çöldekilerden daha konforlu kılmıştı ikili için. Geçmişten, ortak tanıdıklarından, bilimden ve felsefeden konuşuyorlardı sürekli ama bir türlü neden tekrar buluştuklarından bahsetmiyorlardı.

Çölde, ulaşmayı planladıkları menzilden önceki son gecelerinde, Canwr konuyu açtı.

“Bu mümkün mü gerçekten Huubu?”

Huubu ikiletmemişti, bir yandan ateşi karıştırırken cevapladı. “Bu sadece bir madde ile ilgili değil, bir inanç ve felsefe konu başlığı aynı zamanda. Her şey bir midir, kaynağını bir yerden mi alır. İlk madde nedir? Maddeler nelerden meydana gelir? Eskilerden, Ippikou’dan da eskilerden, maddelerin temel parçalardan meydana geldiğini düşünenler vardı. Hakkını yiyemeyeceğim bir konu daha var Elettrodomos’un. O da bu fikre yakın. Ki çok da mantıklı aslında.

“Sen neredesin?”

“Aslında bu konuda benim ne düşündüğüm çok önemli değil. Ben sonraki simyacılar gibi, sıcak, soğuk, nem ve kuruluk veya çinko, bakır ve sülfür –burada elini geçiştirme hareketi yaparak boraks, tuz vesaire şeyler de var diye şimşek hızında bir şeyler mırıldandı keşiş ve tekrar tane tane konuşarak sesini yükseltti- gibi daha büyük çaplı yapı taşlarına dayanan tek maddeye yakınım. Ben bir keşişim ve her şeyin birliğine dair bir yatkınlığım var. Bununla birlikte…”

“Evet?”

“Deneye zaafım olduğunu da söylemiştim. Damıtma ile gerçekten de maddeler farklı fazlara geçirilebiliyor. Yani bir başka deyişle, temel yapı taşları fikrini teoride daha bilimsel bulmakla birlikte, fikri kendi başına adı üstünde teorik buluyorum.”

“Öte yandan herhangi bir maddeyi altına çevirmek gibi daha efsanevi bir uygulamaya örnek olabilecek, deneysel bulgular var?..”

Parmaklarını şıklattı keşiş ve hemen ardından işaret parmağını Canwr’a gösterdi. “Sonuçta,” dedi “hayatın ve öğelerinin zıtlıklardan en azından anlam kazandığı veya nasıl desem tanımlandığına dair köklü bir düşünce var. Özellikle eğitim gördüğüm ünlü Alexandrosia okulunda çok tutuln bir görüştü bu. Tabi bu biraz çok tanrılı dönem fikirlerine benzediği için İmparator orayı kapattı, aslında çok despot bir davranış gibi görünebilir ama entelektüel bazda aslında o kadar da sebebsiz sayılmazdı. Kaldı ki…”

“Huubu!”

“Falan filan işte, çok dağıldım farkındayım. Demek istediğimi anladığını sanıyorum.”

“Evet, bir şeyi karşıtıyla tanımlamak gibi…”

“Evet. Bu teorilerin hepsi de yoruma göre farklı değerlendirilen tek ve aynı gerçeği gösteriyor olabilir. Altın konusunda olmayabilir belki ama felsefik olarak aşağı yukarı düşünce budur. Zaten gittiğimiz mağarayla ilgili efsane de odur ki, aradığımız o zümrüt tablet de, bunu anlatırmış.”

“Ama, bize gerekli şeyin bir formül olduğunu düşünürsek ve buna orada yazan şeyleri şu anda da aramızda konuştuğumuzu eklersek…”

“O zaman çölde güzel bir macera yaşamış olursun sevgili sanatçı cüce. Zaten…”

Canwr, keşişin ne söyleyeceğini biliyordu ama duymak istemişti. “Zaten?”

“Zaten, bir efsane peşindesin değil mi? Efsane bir savaş, efsane bir ittifak, efsane bir kurtuluş… Eğer efsane gerçekse, tablet de gerçektir. Eğer efsane gerçek değilse savaş için aradığın kaynağa da ihtiyacın yoktur.”

Canwr gülümsedi, “Sonuçta, büyü var değil mi? Sen, ben ve Qita bile, son karşılaşmamızda büyüden oluşan bir ejderhayı yenmiştik… Hı?”

Ağzını cazip bir kıvançla çarpıtan keşiş “Onu ben yendim Canwr!” dedi. “Az kalsın Qita’yı da onunla birlikte öldürüyordum. Ama kibre kapılmak günahtır. Özetle Canwr, büyü de açıklanabilir. Biz açıklayamıyoruz başka. Dolayısıyla teneke de altına dönüşebilir, yaşanmasından korktuğumuz istila da yaşanmadan önce yaşanmış olduğu için bilinebilir. Ve fakat bütün bu açıklamalar ve açıklayamamalar veya bilmeler ve bilememeler olmadan da hepsi yaşanabilir.”

“Umut…”

“Açıklanma ihtimali olan sebepler dolayısıyla umut. Hadi biraz da uyuyalım. Yarın mağaraya ulaşırız. Dinç olmak önemli…”

Canwr bir şey demedi. Üzerindense ağır bir yük kalktığını hissediyordu. Huubu, iyi bir dosttu. Kabul ettiği bazı şeyler vardı ve hayatın genel akışına uyuyordu bu kabuller. Uyumluydu, belki de olması gereken buydu. Uymak, uyuşmak. Her iki fiili de beğenmedi. “Uyumlu olmak” dedi kendi kendine. Bu edebi sorunu aşınca konuya döndü. Değiştirmek için bir sebep olmayan şeyleri değiştirmek için çabalamamak. Ama bir canavar istilası düşüncesi karşısında uyumlu olmak? Canwr, fasit bir daire çizerken, sanki düşüncelerini dinliyormuş gibi konuştu keşiş.

“Sonuçta ya başaracağız, ya da istila hiç olmayacak Canwr. İnan…” Sonra da hiçbir şey olmamış gibi üstünü örtüp arkasını döndü ve uzanıp neredeyse aynı anda uyudu.

* * *

Mağaranın girişindeki resim tıpkı anlatıldığı gibiydi, bir farkla… Rüya gören bir adamın rüyasının tasvirinde karşıtları temsil eden semboller birbiri ile ters duran bir Zümrüdüanka kuşunun arasında yer alıyorlardı. Zıtların birliğine dair bu tasvirin, keşişlerce bilinen versiyondan tek farkı Zümrüdüanka kuşuydu!..

“Başka bir şeydi,” dedi Huubu sıkıntılı bir tavırla, “o hayvan başka bir şeydi ama hatırlamıyorum. Biliyordum oysa…”

Canwr gülümsüyordu “İyi haber bu Huubu,” dedi bu sefer o, tersine keyifli bir tavırla.

“İYİ HABERLER BU KADAR DEĞİL. ANCAK NE OLDUYSA HEP O OLDU, TEK O OLDU”

Duydukları metalik, tiz ve aynı ölçüde yüksek ses, keşişin göğsündeki muskayı avuçlayıp gözlerinin akını ortaya çıkartmasına sebep oldu. Canwr’un tepkisi daha geç geldi ancak karşıdan gören birisi için daha tehditkardı; Torrwr Ilofrudd, elinde siyah bir elmas gibi donuk donuk parlıyordu şimdi. Tir Glo çeliği her şeyi keserdi. Ama alevi değil!..

Mağaranın yüksek tavanından aşağı bir ateş şimşeği düştü ve zemini titretip, tavandan bazı taşları da yanına çağırdı. Ateş, sebep olduğu devasa patlamadan hemen sonra söndü ve uçuşan küllere dönüştü. Canwr baltasını sırtına geri asarken, muskasını bırakan Huubu da gözlerini tekrar görünür kılmıştı.

Küllerin gölge ile dansı yatıştığında, zeminden tamamen altından meydana gelen bir kuş yükseldi.

“SAVUNMANIZI İNDİRMENİZDEN BENİ TANIDIĞINIZI VARSAYIYORUM. HEP OLDUĞU GİBİ TEK OLDUĞU GİBİ” dedi kuş, o çok zor tanımlanan sesiyle.

“Al finiq…” dedi Huubu. Canwr klişeleri sevmezdi, ne kendi dilinde kuşun ismini söyledi, ne de bu ismin kendi dilindeki karşılığına son derece benzeyen Alexandrosia versiyonu hakkında yorum yaptı. Ama büyülü kuş bu isim bahsini kapatmamıştı.

“BEN KÖPRÜDE AÇTIM GÖZLERİMİ. ADIM O DİLDEDİR. TABLETİ DE BEN YAZDIM. HEP YAZDIM. YA DA TEK YAZDIM. AYNI VE FARKLI”

“Ama…” diye başladı Huubu, “ama” devamını getiremedi.

“O İSİM BİR EFSANE KEŞİŞ. BEN DE ÖYLEYİM. GERİSİNİ SEN TAMAMLA. HEP TAMAMLA TEK TAMAMLA.”

“O zaman, istila gerçek?..” dedi Canwr. “Sen de öyle. Ve tabletin de…” Kuş dinliyordu. “Yardım edeceksin…”

“HER ZAMAN VE TEK BİR ZAMAN… LAKİN SONUÇ DA HER ZAMAN VEYA TEK BİR ZAMANDIR. HEP VE TEK…”

“Hep yek” dedi Huubu, Spaknios Kumu’nda konuşup, Canwr’u şaşırtarak. Bu olay karşısında meraklı bir din adamı ve alimin dili tutulmalıyken, bu keşiş kelimenin tam anlamıyla geyik yapıyordu çünkü. Sonra aklına parçalanmaktan son anda kurtardığı lavtası geldi. Bununla birlikte bu sefer olan şey, keşişin içindeki çılgın ruhla ilgili değildi. Sorusu bunu kanıtlıyordu.

“O zaman farklı olanın, gerçekleşme ihtimali var mı?”

“HER ŞEY MÜMKÜN AMA HİÇ OLMADI. HEP OLMADI.”

“Öncekiler ne yaptı?” Canwr pratikle ilgiliydi.

“SAVAŞTILAR. HEP VE TEK”

Keşiş ise teoriyle… “Eğer biz kazanırsak, hep ve tek arasındaki bağ kalacak mı?”

“HER ŞEY MÜMKÜN AMA HİÇ OLMADI. HEP OLMADI.”

“Ne?” Canwr bir çeşit panikle sordu.

Ve Huubu, ona tezat bir sakinlikle cevapladı.

“Hep ve tek her ne kadar farklı görünseler de, bir durumu işaret ediyorlar Canwr. Eğer istila durdurulursa ilk kez de olsa, bu bahsettiğimiz bir durumun –bir durum, derken elleriyle kesme işareti yapmıştı keşiş- karşıtı olarak ve bu durumun tanımlayıcısı olarak pekala mümkün olabilir diyor.”

“Peki şimdi karşıt ağırlık ne? Ne tanımlıyor hep ve tek olanı?”

“UMUT. HEP VE TEK OLDUĞU GİBİ. SAVAŞTA YANINIZDA OLACAĞIM. HEP VE TEK OLDUĞU GİBİ.” dedi kuş ve geri geri mağaranın karanlığında kayboldu.

“Eh,” dedi “Canwr, omuzlarını silkerek, “altınla besleyebileceğimiz askerden fazlası eder herhalde bu hep yek kuşu…”

“Yaşayan her tür, her gördüğüne hemen alışır bir tek bunu biliyorum Canwr.” diye cevapladı onu keşiş. “Minik evren efsanesinin ne olduğunu sanırım anlamaya başlıyorum.”

“Evet, sanırım her şeye alışıyoruz ama… Huubu! Bugün olsun efsane veya felsefeden azat et beni olur mu?.. Alışmak da bir enerji gerektiriyor.”

“Doğru…”

“Sen en iyisi hatta yaz bunları. Hem sen bir keşişsin, bilginin muhafızı ve aktarıcısısın.” Canwr bunları söyledikten sonra, bir önceki söylediklerinin kötü anlaşılmaması için keşişin sol kolunu, dirseğinin üstünden sıktı.

“Alınmadım.” dedi keşiş “Merak etme. Ve inan bu bir haftayı, bütün detaylarıyla yazacağım. Tabletteki yaratığın mahiyetini hatırlayamayacak olsam da…”

Canwr kesik bir kahkaha atınca da dikkat kesilip, gözlerini ona dikti.

“Yazarken kısa kes Huubu Alkadah,” dedi gülmesi, müşfik bir gülümsemeye dönerken Canwr, “çektiğin zahmeti uzun yazarsan kimse zahmet edip okumaz çünkü. Yeni nesil hele hiç…”

“Aslında, “dedi bu sefer Huubu, “Nesiller arası çatışma hep…”

Canwr elinin ayasını gösterip anında sözünü kesti onun “Vazgeçtim tamam, hep ve tek Huubu… Sen hep ve tek, uzun uzun yazacak, kütüphanelerde yüzyıllar sonra, bugünü aydınlatan bir mum olmanın peşinde olacaksın.”

“Mum dedin de o nasıl bir patlamaydı gördün mü?” derken keşişin amacı, sadece anın ağırlığını ve aldığı övgünün kendisindeki etkisini azaltmaktı. Yoksa alevin simya açısından açıklamasına girmeyecekti. Yani girmek istemiyordu, daha doğrusu girmemeliydi. Aslında hepsi, güneş yıldızlar ve hepsi –ki daha önce de bahsetmişti bundan- dünyada da bulunan aynı maddelerden meydana geliyordu, dolayısıyla bu aynı maddelerin ve çok açık ki havanın tepkimesiyle…

Murat Barış Sarı

Selam, ben Murat Barış Sarı. Evli ve bir çocuk sahibiyim. Sade bir kalemim olduğunu sanıyorum. Genel olarak bilinç akışı anlatımını ve bilimkurgu fantastik edebiyat alanında cyberpunk alt türünü seviyorum. Diyaloglarım fena değildir, tasvirlerim fena. Farklı tarzlarda bir antoloji oluşturmaya çalışıyorum. Daha eskilerden; kısa filmlerim ve iki arkadaşımla yürüttüğümüz bir internet sitemiz de vardı. Tarihten de ayrıca hoşlandığımı belirtmeliyim, birinci şahıs anlatıcıyı daha çok sevdiğimi de… Kendimi şöyle tanımlıyorum: “Jack of all trades, master of none!..”