Saat 02.10 – 26 Nisan 2009
İntihar etmeye karar veren biri için belirli bir sebep olması gerekmez. Onlar için yaşamı sonlandırmak bir çeşit protestodur. Yaşamlarını çekilmez hale getiren, omuzlarına güçlerinden fazlasını yükleyen mesleklerinden istifa etmektir. Daha iyi standartlara kavuşmayı umursamazlar. Çarkın dişlilerinden biri olmaktansa o dişliler arasına sıkışan bir taş olmak, çarkın çalışmasını engelleyemeseler bile en azından yavaşlamasını sağlamak onlar için yeğdir. Belki geride bıraktığı yakınları hariç onun eksikliğinin farkına varan olmayacaktır; ama bir gün intihar mektuplarından bir seçki yapılacak olsa, o kitap çarkı ezmeye başlayacaktır işte!
İç dünyasında karmaşalar yaşayan birini, sanılanın aksine ilk bakışta anlayamazsınız. Onlar konuşmaktan, iletişim kurmaktan korkmazlar, daha doğrusu korkmuyormuş gibi yaparlar ve bunu büyük bir ustalıkla gerçekleştirirler. Kişisel sorunlarını insanlara yansıtmak onlara göre değildir. Zira eğer bunu yapsalardı intihar etmeye gerek duymazlardı. Mızmızlanarak çözülen sorunlardansa sessiz sedasız çul altına süpürülen bir hayat onlar için daha insanidir.
İntihar etmek için benim de nedenlerim var. Ama neden intihara sürüklendiğimi uzun uzadıya anlatmayacağım. Genellemelerin tanrısal açıklayıcılığına başvurup söyleyebilirim ki bu kararı almamdaki en büyük etken aşk! Tali sorunlarsa insanların sandığı gibi hayatı katlanır kılan ufak yaşam mücadeleleri değil, birike birike seni boğan asit yağmuru damlalarıdır bana göre. Aşk ve diğer sebepler birleşince ise hiç kimsenin anlamlandıramadığı ama herkesin hayatında bir kez olsun düşündüğü o eylemi gerçekleştirmek çok küçük bir azınlığın cesaretine kalmış bir reçetedir diyebilirim.
İntihar etmek bir cesaret meselesi de değil aslında. Çünkü ne kadar büyük kazık yemiş olursa olsun, nasıl büyük bir sarsıntının dehlizlerinde kaybolursa olsun hiç kimse yaşamaktan vazgeçmez. Hayatta kalmak bir çeşit içgüdüdür çünkü… Dedim ya, kendi hayatını sonlandırmaya karar vermiş kişiler için bu bir çeşit ilaçtır. Kaçış, kurtuluş, son çare vs. değil. Bunların tamamı umudunu yitirenler için geçerli. En azından benim için bir ‘umudunu kaybetmek’ söz konusu değil.
Yazdıklarımı ‘geç kalmış bir intihar mektubu’ olarak görebilirsiniz. Bunları yazarken 23 yaşımın ortalarındayım ve saat sabaha karşı 01.58’i gösteriyor. Tam olarak ne zaman âşık olduğumu hatırlayamayacak kadar uzun süredir aynı kişiye aşığım ve uslanmaz bir malihulya bütün bedenimi kaplamış durumda. Zaman zaman başka kadınlara âşık olmayı denedim. Başka bedenlerin içinde kaybolursam kendimi tekrar o karanlık sokağın yolunu bulamayacağıma inandırdım; ancak her seferinde aynı yöntemi gerçekleştirmekten usanmayan geri zekâlı bir mucit gibiydim. Defalarca âşık olmaya çalıştım, geceler boyu fahişelerin ya da ‘tek gecelik aşk’ arayan kadınların yatağında uyandım; ancak gün ışığı bedenime vurduğunda, tarlada unutulmuş bir katır gibi ezberlediğim yoldan ahırıma geri döndüm. Aynı şekilde, intihar etmeye ilk ne zaman karar verdiğimi de hatırlamıyorum.
Günlük ya da ajanda tutan biri olsam, sanırım defterin yüzde altmışını, aldığım ama her defasında ertelediğim kararlar oluştururdu. Bu kararlar sırasıyla, ‘sabah ilk iş aşkımı itiraf etmek’ ve ‘ertesi gün ilk iş canımı almak’tan ibaretti. Her iki sözümü de sabah uyandığımda unutmuş olurdum. Ve o zamanlar hiç aklıma gelmemişti; ama şimdi nispeten daha olgunum ve aklıma takılıyor, itiraf etmek, olumsuz durumlar için kullanılan bir tabir değil miydi?
Saat 03.45 – 26 Nisan 2009
Düşünmek sorgulamaya neden olur, sorgulayan insan en tutucu fikirlerini bile çöpe atabilir. Sanırım o yüzden düşünmeye ara veriyorum ve ajandamın son sayfasını kapatıp bir sigara yakıyorum. Montumu üzerime geçiriyorum; bilincimin açık ya da kapalı olduğu önemli değil, önemli olan yanıma aldığım diğer nesne. Kuru sıkı olmadığını bildiğim silahlardan birini montun cebine yerleştirdiğimde üzerime binen tonlarca ağırlık ya da tabancanın vücudumu kaplayan soğukluğunu hissetmiyorum. Esasında o anlarda hissettiğim pek bir şey olduğunu bile söyleyemem.
Zihnimi ilk defa tamamen susturduğumu fark edemiyorum. Küçük bir şehirde yaşamanın avantajlarından biri bu saatlerde dışarıda bir tek insanın bile olmaması. Bu yüzden kendimi tamamen yalnız hissediyorum ve bu iyi bir şey. Kalabalığın arasında kaybolmak için kulaklıkla müzik dinlememe gerek yok.
Yürümeyi bıraktığımda kendimi göl kenarında buluyorum. Cep telefonum, saatin 03.26 olduğunu gösteriyor. Ayın yansımasının aydınlattığı gölün sularını izlerken, bir anlığına ailem geliyor aklıma ve ölüm haberimi aldıklarında nasıl hissedeceklerini düşünmeye çalışıyorum. Ve aynı anda bu düşüncelerden sıyrılıyorum. Kararımı etkileyebilecek her şeyden uzak duruyorum ki bunlara; başarılı ve çoksatar bir yazar olabilme ihtimalim, zengin bir hayat sürme olasılığım ve aşkımı söyledikten sonra ondan karşılık bulmak da dâhil.
Hava hala soğuk. Ancak üşümüyorum. Üzerime geçirdiğim ince montun bununla bir ilgisi yok. Üşümek bir yana alnımdan ve burnumdan damlalar halinde ter aktığını hissediyorum. Birkaç dakika ya da birkaç saat sonra kendini öldürecek ya da lise yıllarını geçirdiği göl kenarını izleyip anılarını tazeledikten sonra intihardan yine ve yine vazgeçecek olan her insan biraz olsun terler sanırım. Etrafıma bakınıyorum, büyükçe bir kaya ya da oturulabilecek bir bank arıyorum ancak sahilde kum ve çamurdan başka bir şey yok. Üzerimin kirlenmesini önemsememin bir anlamı olmadığını fark edince olduğum yere bağdaş kuruyorum.
Bu işi ne kadar hızlı yaparsam o kadar iyi olacağının farkındayım; ama yine de biraz daha yaşamak istiyorum. Çok zor ağlayan biriyimdir. Nedenini bilmiyorum; ama doğduktan sonra hastane odasında annemin yanında uyurken onu çok kokutmuşum. Ağlamadığım için öldüğümü düşünmüş bir an, sonra uyandığımda derin bir nefes almış. Sanırım ölürken hayatın gözlerinin önünden film şeridi gibi geçmesi dedikleri şey bu. Bir sürü alakasız anıyı hatırlıyorsun, ismini unuttuğun arkadaşlarının yüzlerini görüyorsun, ilk içtiğin sigaranın seni nasıl öksürttüğünü hatırlıyorsun ve saire ve saire… Ama şimdi çamurdan biraz daha katı şu sahilde otururken yanaklarımın ıslandığı doğrudur. Öyle ya insan ölürken ağlayamayacak da ne zaman ağlayacak?
Saat 05.45 – Nisan 2009
Bir işle uğraşırken ya da mutlu olduğunuz anlarda zaman çok hızlı akar hani. Benim için zaman, yazarken daha hızlı akardı. Şimdi ne mutlu olduğum söylenebilir ne de öykü yazıyorum. Ama yine de saatlerin nasıl geçtiğinin farkına varamamışım. Telefonumun saati 05.47’yi gösteriyor. Güneş birazdan doğar. Onun için yapmam gereken şeyi artık yapmalıyım diye düşünüyorum.
Montumun iç cebindeki tabancanın kabzasını tutuyorum. Silah tutmaya alışık olmayan biri için bu an çok farklı olabilir; ama benim için öyle değil. Hayatım tabanca ve tüfeklerin arasında geçti. O yüzden demirin soğukluğuna, kabzanın şekline, tetiğe, horoza alışığım. Alışık olmadığım tek şey hedefim. Önceden şişelere ya da kendi çizdiğimiz hedeflere nişan alırdım, şimdi menzilim oldukça yakın. Silahı alnıma doğrultuyorum.
Birçok dine göre intihar etmek günah sayılır. Neyse ki dinsizim ve kafamı cehenneme gitme korkusuyla meşgul etmiyorum bir de. Bana kalırsa kendi isteğimiz dışında sahip olduğumuz hayatı sonlandırırken birilerinin emir-yasak ya da iznine bağlı kalmamalıyız.
Namluyu sağ şakağıma dayadığım ilk an, içime bir titreme oturdu. Sonrası sırtımdan ve alnımdan akan terler, terlere karışan birkaç damla gözyaşı; garip, tarif edemeyeceğim bir his… Anlatmaya çalışsam bile intihar etmemiş ya da buna girişmemiş kişiler anlayamazdı sanırım. Bu duygunun ilginç olduğunu söyleyebilirim. Hayatını, zaten öleceğini bilerek geçiren insanlar bunun ne zaman olacağını da bildiğinde her şey değişiyor. Birkaç ay ömrü kaldığını öğrenen kanser hastasıyla benim durumumun aynı olduğunu söyleyebilirim; ama sanırım kanser hastası benden daha mutlu hissederdir. Benimse o anda hissettiğim tek şey karanlık oldu.
2013 -Tarih ya da Saatin Önemi Yok-
Göl kenarındaki intiharımın üzerinden uzun zaman geçti. Şimdi, o günlerde hissettiğim birçok şeyi duyumsayamıyorum. Güneşin ısısı ya da rüzgârın serinleticiliği derime vurmuyor, üzüldüğüm bir şey olduğu zaman ağlamayı bırakın mimiklerim bile kıpırdamıyor. En sevdiğim yemek olan kuru fasulyenin tadını unutalı ya da şöyle doya doya su içmeyeli çok uzun zaman oldu! Dokunmanın ne kadar büyülü bir şey olduğunu öğrendim mesela dört senede; çünkü bunca zaman hiçbir şeye dokunup onu hissedemedim. Şimdiki halimde; yani hayalet olan bende sevdiğim birkaç özellik varsa onlar da istediğim yere istediğim anda gidebiliyor ya da duvarların beni engelleyemiyor oluşudur.
Evet, dört sene önce bu zamanlar göl kenarında başıma dayadığım tabancanın horozunu kaldırıp tetiği çekmeye cesaret edebildim. Hatırladığım en son şey bu oldu ve sonra uzun zaman boyunca karanlıkta kaldım. Kör birini karanlık ve ses sızdırmayan odada, hiç hareket edemeyeceği bir kutunun içine koyduğunuz zaman o adam nasıl hissedecekse daha fazlası benim için geçerliydi. Tıpkı tanrının hikâyesinde anlatıldığı gibi… En başta sadece karanlık ve sonsuz boşluk vardı.
Kulaklarım çınladı. Gözlerim kamaştı. Ve kendi sonsuz karanlığım nihayete kavuştu. Cesedimin başında dikilirken buldum kendimi. Bana sonsuz gibi gelen karanlık ve hiçlik hissi, ölmem ve ruhumun serbest kalması arasındaki zaman kadarmış meğer. Gölün suyunu kızıla boyayarak doğan güneşin ışınlarının aydınlattığı cesedimi net olarak göremedim en başta. Ağır ağır alıştım ışığa ve kafası parçalanmış cesedi gördüğümde hissedebildiğim bir şey yoktu içimde. Ne korku ne pişmanlık… Ne üzüntü ne heyecan! Sadece görüyordum.
Hayaletliğimi uzunca bir süre öldüğüm yerde geçirdim. Güneşin doğuşunu ve batışını, pikniğe gelenleri, direksiyon talimi yapanları, ağaç kenarlarında sevişen öğrencileri, ilk sigarasını içen çömezleri, yelkenlileri, kayıkları, dikkuyrukları, leylekleri izledim. Hiç uyumadan geçirdiğim aylar boyunca sıkıldığımı, bunaldığımı hissetmedim. Sadece özlem vardı içimde. Ailemi özlüyordum, arkadaşlarımı, kitap okumayı, yazmayı özlüyordum. Kendimi öldürdüğüm günün ortalarına doğru cesedimi bulduklarında başımda toplanan insan kalabalığı arasında ailemden birilerini görmemek için uzun zaman sonra ilk defa dua etmiştim.
Sonra sahilden ayrıldım ve hayaletliğimi daha eğlenceli geçirebileceğim uğraşlar aradım. Burdur’un yollarında girmediğim sokak arası kalmadı. Çıkışta kavga için sözleşen öğrencilerin kavgalarının arasına karışıp yumruklara ve tekmelere kendimi hedef yaptım. İçimden geçip giden yumrukları görmek eğlenceliydi ancak bir süre sonra bunun, benim gibi biri için çok sağlıksız olduğunu öğrendim. Artık etten bir beden değil, saf enerjiden oluşan bir ideydim ve bedenimi oluşturan enerji temasa maruz kaldığında dağılmaya başlıyordu. Hoşuma giden, beni eğlendiren; vücudumun, ebru teknesindeki boyalar gibi dağılması, yok olup havaya karışmama neden olabilecek kadar tehlikeliymiş.
El altından esrar ve uyuşturucu satışı yapanları gördüm mesela. Hayatım boyunca birçok şeyi denemek istemiş olmama rağmen esrarın tadını hiç merak etmemiştim. Âlem yapan gençlerin gözaltlarının nasıl mor renk aldığını ve hareketlerindeki saçma sapanlığı gördükçe bu işlere bulaşmamış olmakla iyi yaptığıma karar verdim.
Sonsuza kadar sürecek hayaletliğimin üç yılını bu şekilde -ergen ruh- olarak geçirdikten sonra özlediğim şeyler benliğimi sarmaya tekrar başladı. İlk zamanlardan beri yapmak istiyor olsam da nesnelere dokunamıyor olmak bu fikirden -dokunma fikrinden- kısa sürede vazgeçmeme neden olmuştu ancak bedenimin ölmüş olması cesedimle birlikte hayal gücümü de çürütmemişti. Aksine artık kafamda dönüp duran kurgular daha orijinal, daha yaratıcı şeylerdi. Kurgularımı yazamıyor olmak, bir bedene sahipken olduğu gibi, içimin sıkılmasına, ruhumun daralmasına neden oluyordu. Hayattayken en nefret ettiğim şeylerden biriydi yazamamak. Bazen bilgisayar ekranının karşısında saatlerce kalır, yine de tek satır yazamazdım. İşte böyle zamanlarda ateşli hastalık geçiriyormuş gibi, bedenimin ısısı artar, ruhum sıkılır, sinirden dişlerimi sıkardım.
Anlattığım duygulara son birkaç aydır kapılıyordum. Yazamıyor oluşumun sıkıntısını giderecek uğraşlar ararken, bir yerden bir yere ışınlanırken yaptığımız ‘hayalet yolculuğunu’ kendi yarattığım yerlerden biri için denedim ve başarısız oldum. Bir hayaletseniz yürümenize gerek kalmıyor. Olmak istediğiniz yeri gözlerinizde canlandırmanız yeterli; ama sonsuz zamana sahip olmak, yürümek için bile zaman harcamamak; bir yandan da hiçbir şey yapamamak en basit tabiriyle çıldırtıcı. Hayaletliğimin ilk zamanlarında ışınlanmayı bilmiyordum. Ara sokaklarda boş boş yürürken karşılaştığım bir hayaletten öğrenmiştim bunu.
Yaşamını; Ankara’da geçirip yine lüks evlerindeki büyük odasında sonlandırmış olan Ulaş’tan öğrendiğim bir başka şey daha vardı ki hayatımı, daha doğrusu ölümümü değiştirdi. Söylediğine göre nesneleri hareket ettirebilmemiz mümkündü; ama bunun için çok fazla çalışmamız ve odaklanmamız gerekliymiş. Odaklanma konusunda da çalışma konusunda da berbattım ancak en çok istediğim şey üç seneden sonra yine kalem tutabilmek ya da en azından klavye tuşlarına basabilmekti.
Ulaş, dünya seyahatine devam etmek için benden ayrıldıktan sonra söylediklerini yapmaya başladım. Çalışmalarım için kendime Halk Kütüphanesi’ni seçmiştim. Gündüzleri bile neredeyse tamamen ıssız olan kütüphanede kıpırdatmaya çalışabileceğim birçok şey vardı. İlk önce, Ulaş’ın söylediği gibi hafif ve küçük şeylerle denedim. Küçük not yaprakları, ataşlar, iğneler… Neredeyse üç hafta boyunca kütüphaneden hiç çıkmadım ve günümün tamamına yakınını odaklanmaya ve önümdeki kâğıt parçasına dokunmaya çalışarak geçirdim. Ancak üç hafta boyunca aldığım yol arpa boyu kadar bile değildi. Başaramadıkça sinir krizi geçiriyor, öfkeleniyordum. Öfkemi dindirmek için, kütüphane görevlisinin açık unuttuğu bir kitabı ya da dergiyi okumaya başlıyor, merakımı cezp eden bir şeyse okumaya devam edemediğim için daha da sinirleniyordum.
Dokunma çalışmalarıma, -sanırım- yirmi yedinci gününde Süreli Yayınlar Salonundaki masalardan birinde devam ediyordum. Sabah güneşi ortalığı aydınlatmaya başladığından beri önümdeki kâğıt parçasına dokunmaya çalışıyordum. Kütüphane görevlileri öğle yemeği molası verdikten sonra ben de bir molayı hak ettiğimi düşünerek kütüphane içinde dolanmaya başladım ve görevlilerden birinin, masasında bir dergiyi açık unuttuğunu gördüm. Bir edebiyat dergisiydi bu ve açık unutulan sayfada bit öykü vardı. Üstelik iki sayfalık öykünün tamamını okuyabilecektim!
Açıkta kalan öyküyü bitirdiğimde uzun zamandır kendimi hiç o kadar rahat hissetmemiştim. Aylardır ilk defa bir yazıyı tamamen okuyabilmiştim. Öyküyü okumayı bitirip bir nebze olsun motivasyonumu geri kazandığımda ‘dokunma’ çalışmalarıma geri döndüm. Kendimi öyle rahatlamış ve huzurlu hissediyordum ki o kağıt parçasına dokunmaya çalışırken zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım bile. Ta ki kütüphane görevlilerinin sinir bozucu dedikodularının hala başlamadığını fark edene kadar!
Süreli Yayınlar Salonunun giriş kapısının üzerindeki duvarda asılı duran saat 15.00’ı gösterdiği halde hala kütüphaneye gelip giden olmamıştı. Neler olduğunu merak edip kütüphanede dolaşmaya başladım. Ana giriş kapısının önüne vardığımda uzun zamandır ilk defa şaşkınlıkla donup kalmıştım.
Giriş kapısının dışında Burdur’dan çok farklı bir dünya görünüyordu. Kapının tam karşısında, bembeyaz kumlardan oluşan büyük bir sahil ve çarşaf gibi bir deniz uzanıyordu. Daha garibiyse tıpkı biraz önce okuduğum öyküdeki gibi, ufuk çizgisinin arkasından yükselen uydulardı! Biri Ay diğeri Venüs büyüklüğünde iki uydu görülüyordu. Ay büyüklüğündeki batarken diğeri yeni doğuyor, yerini batan güneşe ve diğer uyduya bırakıyordu.
Kapının karşı tarafında olduğumu hayal ettiğimde yeni ve farklı bir dünyaya adım atmış oldum. Güneş batıyor olmasına rağmen onun yerine doğan uydu ortalığı aydınlatmaya devam ediyordu. Kütüphanenin bahçe kapısından çıktım. Yumuşak olduğunu düşündüğüm kumula adımlayıp etrafımı gözlemeye başladım. Uçsuz bucaksız kumsal ve denizden başka bir şey göremiyordum. Ancak bir süre yürüdükten sonra iki yüz metre kadar ileride bir şeyler fark ettim ve kendimi oraya ışınladım.
Karaltının yanına vardığımda onun bir liman olduğunu gördüm. Tamamen ahşaptan yapılmış liman ve yine ahşaptan dört gulet vardı. Ancak guletler kıyıda değil, denizin 20 metre kadar içinde demirliydi. Oraya vardığımda sahilde üç kişinin olduğunu gördüm. Üçü de sahilde bekliyor ve denize bakarken bir yandan da konuşuyorlardı. Önce her zaman yaptığım gibi onları görmezden gelip kendi yolumda devam etmek istedim. Beni kimse görmediğinden, bu bir çeşit refleks olmuştu artık. Ancak içinde bulunduğum durumun yaşayan insanlara göre olmadığını ayırt ettiğimde yanlarına gidip selam verdim.
“Siz de hayalet misiniz?” diye sordum ortaya. Sesimde şaşırmış ya da korkmuş bir titreşim yoktu. Daha çok merakla sormuştum bunu.
“Ya da ruh! Galiba sen de öylesin,” dedi kafasının sadece yan taraflarında saç kalmış ihtiyar bir adam.
“Burası neresi, nasıl geldim ben buraya?” diye, gizemli bir şey olduğunda sorulan klasik soruları sıraladım sonra.
“Bizim de bir fikrimiz yok. Neler olduğunu anlamaya çalışıyoruz,” diye lafa katıldı kızıl saçlı, yüzünde birkaç çil olan, otuzlu yaşlarının ortasındaki güzel kadın.
“Bence bizi buraya getiren Kharon,” bu sefer konuşan, 17-18 yaşlarında genç bir delikanlıydı. Üzerinde okul kıyafeti olduğunu tahmin ettiğim takım elbise vardı. Çocuğun söylediklerini duymazdan gelmiş gibi yaparak kadın konuşmaya başladı yine;
“Buraya nasıl geldiğini hatırlıyor musun?”
“Evet, kütüphanede çalışırken oldu. Bir şeyleri hareket ettirmeye çalışıyordum. Sonra masalardan birinde açık unutulmuş bir dergi gördüm. Dergideki öyküyü okudum en son. Birkaç saat geçmiş olmasına rağmen kütüphane görevlileri gelmeyince merak edip dışarı çıktım ve kendimi burada buldum,” diye anlattım hikâyemi.
“Bu hikâye de neyin nesi?” diye kızgın bir şekilde yüksek sesle ortaya bir soru attı kadın. Bense kadının tepkisinden ürkmüş, bağırmaya başlayınca bir adım geriye atmıştım kendimi.
“Korkma evlat,” diye yanıma geldi ihtiyar adam. “Sana bağırmadı Gülay. Hepimiz aynı şekilde bulduk kendimizi burada.”
“Nasıl yani? Siz de mi öykü okuduktan sonra kendinizi burada buldunuz?”
“Evet,” diye yanıtladıktan sonra açıklama devam etti. “Hepimizin başına aynı şey gelmiş. Gülay, evinde dolaşırken orta sehpada açık kalmış bir dergi görmüş. Baran da aynı şekilde ama o aynı dergiyi yaşarken okuduğu okulda bulmuş.”
“Peki, ya sen?” diye sordum merakla.
“Ben de öyle,” diye açıkladı. “Bu arada adım Ramazan. Sen kimsin?” diye sordu ve tanışmış olduk.
Tanışma faslından sonra denize doğru yürüyüp guletlere ulaşmaya çalışarak ‘Onlar da neyin nesi?’ diye sordum ancak Baran arkamdan bağırınca nasıl durduğumu anlayamadım. Benim yapmak üzere olduğumu onlar, ben kütüphanede kâğıt oynatmaya çalışırken denemiş ve neredeyse duman olup havaya karışıyorlarmış. Suya adım attıkları anda enerjileri sigara dumanının savrulması gibi savrulmaya ve kendilerini güçsüz hissetmeye başlamışlar.
Kızıl renkli gezegen yükselip en tepeye gelene kadar sahilde beklemeye devam ettik. Hepimizin ortak noktası; o iki sayfalık garip öyküyü okuduktan sonra buraya gelmiş olmamız ve intihar ederek yaşamlarımızı sonlandırmamızdı.
Kızıl gezegen etrafı kendi rengine boyadıktan sonra guletlerden birinden bir takım sesler gelmeye başladı. En baştaki gulet, demir alıyor ve yavaş yavaş limana doğru geliyordu.
Gulet kıyıya tamamen yanaştı ve durdu. Hepimiz şaşkınlıkla tekneye bakıyor ve içinden birilerinin inmesini bekliyorduk ancak kimse görülmedi. Bir sürelik sessizlikten sonra Baran kendi fikrini açıkladı:
“Her bir gemi birimiz için olduğuna göre bu da içimizden birinin binmesi gereken gemi. Bence gemiden birinin gelmesini beklemek yerine biz binmeliyiz.”
“Neden binmek zorunda olalım ki?” diye itiraz ettim. “Ne olduğunu bilmediğim bir halta adım atmam!”
“Başka şansımız mı var evlat, etrafına baksana, uçsuz bucaksız deniz ve kumsaldan başka bir şey yok!” Ramazan haklı olabilirdi ancak yine de neler olacağı hakkında bir fikrimin olmadığı bir şeye bulaşmak pek âdetim değildi.
“Gulet bizi ya cehenneme falan götürürse?” dedim ancak niye böyle bir laf ettiğimi bilmiyorum. Sanırım dört yıldan sonra ilk defa korktuğumu hissettim.
“Orasını ancak Allah bilir; ama bundan da kaçış yok oğlum.” Adam konuşmasına devam ederken Baran ceplerini yokluyordu;
“Bizi buraya kadar getirdiler ama kayıkçıya verecek drahmimiz yok ki. Ya bizi karşı tarafa götürmezlerse?
“Saçmalamayı bırak artık Baran, onlar sadece mitoloji!”
“Beş bin yıl önce mitoloji değillerdi güzelim. Hem beş bin yıl sonra bizim şimdi inandığımız dinler için de mitoloji derlerse ya?” Baran, dinsizliğini en klasik şekilde ifade ettikten sonra Ramazan, konuşmayı bölerek lafı aldı:
“İçimizden birinin o gulete binmesi gerek. Buraya ilk gelen kimdi?” diye sordu ve Gülay öne atılarak elini hafifçe kaldırdı.
Kadın, üçümüzün karşısında durup bir süre bize baktı ve ‘hoşça kalın’ diyerek gulete yöneldi. Gülay bindiği anda gulet hareket etmeye ve denizde ilerlemeye başladı. Her bir metreden sonra gulet siliniyor, adeta buharlaşıyordu. Birkaç dakika sonra ise tamamen gözden kayboldu. O anda kadının akıbetini gerçekten merak ettim. Gulet gözden tamamen kaybolduktan sonra diğeri kıyıya yanaştı ve Ramazan, buraya ikinci gelenin kendisi olduğunu açıklayarak yolculuğuna hazırlandı.
Ramazan da denizin bilinmezliğine kendini bıraktıktan sonra Baran ve ben kaldık sadece. Çocuk; tanıdığım şu birkaç saatte ne kadar umursuz olduğunu ziyadesiyle kanıtlamıştı. Onun guleti de kıyıya yanaştığında;
“Cehennemde görüşürüz dostum, eğer öyle bir yer varsa,” diyerek ayrıldı. Çocuğa kanım öyle ısınmıştı ki bir an ona sarılmak istedim ancak enerjiden bir bedeniniz varsa en son isteyeceğiniz şey onu başka enerjilerle kaynaştırmak olurdu.
Sonunda limanda yalnız kaldığımda guletimin gelmesini beklemek bana bir ömür kadar daha uzun geldi. Hayatım ve ölümüm boyunca böyle bir yalnızlık hissettiğimi hatırlamıyorum. Baranınki gözden kaybolup benim guletim gelmeye başladığında nereye gideceğim ve orada neler yapacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu ancak sonunda benim taşıyıcım da geldi ve yolculuğuma başladım.
Kayıp ruhların rıhtımından kalkan gulete bindiğimde kendimi yine kütüphanede, bir bilgisayarın başında buldum. Bu sefer klavye tuşlarına dokunabiliyor ve dahası yazabiliyordum. Okuduğunuz bu satırları yazmayı bitirdiğimde kim bilir daha neler yaşayacağım; ya da bir ölü için, ‘yaşamak’ fiilinin karşılığı her neyse, bilmiyorum. Ama size büyük bir haberim var; ölümüm boyunca tanrı ya da melekleriyle karşılaşmadım…
- Güneş Tohumu - 1 Ağustos 2021
- Honor Heshima - 15 Haziran 2017
- Göl Festivali - 15 Ekim 2016
- Adamcıl Kurt - 15 Aralık 2015
- Gulyabani’nin Asası – 2 - 15 Temmuz 2014
Selamlar,
Gayet uzun, zaman zaman ilginçleşen ama – yanlış anlamayın, tamamen şahsi kanaatimi dile getiriyorum – maalesef klişelerle dolu bir hikayeydi. Hikayenin başından sonuna kadar karakterimizin bir sonraki adımda ne yapacağını tahmin etmek çok kolaydı, çünkü ünlü Ghost filmi başta olmak üzere bu konu aynı güzergahı izleyerek pek çok kez işlendi – intihar edip hayalet olmak, nesnelere dokunamamak, işin püf noktasını başka hayaletten öğrenmek ve denemek.
Ayrıca giriş kısmını gereğinden biraz fazla uzun tuttuğunuzu düşünüyorum. Onun dışında uzun uzadıya bahsettiğiniz vazgeçilmez aşkını tek bir kurşunla unutması, hayalet olduktan sonra her şeye özlem duyup da sevgilisini bir kez olsun düşünmemesi bana pek mantıklı gelmedi.
Bunun dışında karakterimizin bizim gibi bir yazar olması, hikaye yazmadığı zaman aşağı yukarı aynı sıkıntıları paylaşmamız ve Kayıp Ruhlar Rıhtımı bölümünü beğendim. Hikayenin sonunda hiçbir şey olmaması ise biraz üzdü açıkçası.
Umarım eleştirilerimi mazur görürsünüz. Kesinlikle sizi kırmak gibi bir amacım olmadığını belirtmek isterim. İstemeden sürç-ü lisan ettiysem affola.
Zaman ayırıp okuduğun için teşekkürler. Neden yanlış anlayayım ki; çok öykü okumanın zararları işte. 😉 Klişeler konusunda haklısın, yalnız ben onları klişe olarak adlandırmak istemiyorum. Klasik konuları yazmak diyelim. 🙂 Bir ressamın, resme ilk başladığında klasik tarzda portreler, natürmortlar çizmeden, doğrudan kübik resimler çizerse ona sanatçı-ressam denemeyeceğini okumuştum Zülfü Livaneli’nin Edebiyat Notları yazı dizisinde. Ben de -her ne kadar fantastik tarz klasik öykünün dışında olsa da- fantastik edebiyatın klişelerini-klasiklerini yazmaya başlayarak kendimi geliştirme sürecindeyim. Esinlenmeler elbette ve büyük oranda söz konusu. Klasik-bilinen hayalet özelliklerinden de yararlandım, Being Human ve Supernatural dizilerinden de. Esinlenmeler; kopyaya, aşırmaya girmediği sürece çalıntı sıfatına giremez sanırım.
Giriş kısmını uzun uzadıya yazmanın nedeni tamamen kişisel. Öldükten sonra aşık olduğu kişiyi aklından çıkarması konusunda haklısın, onu göz ardı etmişim yazarken, ta şimdi ayırtına varabiliyorum. Ama bu öyküyü bir dizi halinde yazmak istediğim için gelecek öykülerde telafi edebilirim umarım.
Beğenilerin için ayrıca teşekkür ediyorum. Bir rıhtımdan yolculuğa çıkması, sitenin isminden esinlenmemden kaynaklı.Kayıp Rıhtıma ufak, naçiz bir selam olsun. 🙂 Öykünün sonunda aslında bir şeyler oluyor. Karakterimin yazamadığı zamanlar hissettiği duyguları anlatmaya, yazamadığı için çektiği sıkıntılara değinmeye çalıştım öykü boyunca. Bu yüzden nesnelere dokunma çalışmalarına başladı, bunu başaramadığı için daha bir krize girdi; yazmak, kalem oynatmak ve beynini kemiren kurguları dökmek hayaletliğinin amacı oldu diyebilirim. İşte bu yüzden -daha sonra Kurgu İskelesi’nde yayınlayacağım, hikayede geçen iki sayfalık öyküde anlaşılacaktır- hayattayken yarım kalan işleri tamamlamak olan, dünyada sıkışmış ruhların amacını gerçekleştiriyor karakterim ve okuduğunuz öyküyü yazmakla başlıyor yarım kalan işlerini tamamlamaya.
Eleştirilere kırılacak olsaydım ta en baştan öykü yazmayı bırakmam -çoğumuzun bırakması- gerekirdi sanırım. Eleştiriler, yazarlığımızı geliştirecek en önemli unsurdur. Zamanın ve eleştirin için tekrar teşekkürler diyorum. 🙂
Merhaba; bunu, benim öykümü okuduğun için bir cevap, teşekkür vb. düşünme. Seni uzun zamandır okumak istiyordum, bugüne nasipmiş.
Hikayen buraya göre uzundu, yoksa normalde bir hikayenin olması gerektiği kadardı. Uzun olunca insanlar okumaz doğal olarak -aslında pek doğal değil, buraya ayıracağın fazladan beş dakikada ne yapabilirsin ki sanki 🙂 –
Ya ghostu izlemediğimden, ya da çok okumadığımdan ben hikayeni fazla klasik bulmadım. mit’in aksine, öykünün ismini beğenmedim diyebilirim. Girişte ne kadar iyi yazabildiğini-düşünebildiğini göstermişsin bence, beğendim. Kelimeleri iyi yönetmişsin, cümlelerin ve tarzın hoşuma gitti, göze batan büyük bir hata da yoktu. Karakterin hayalet olduktan sonra yaşadıkları gerçekten korkutucuydu -dokunamamak, düşünüp de yazamamak. Diyorum ya, daha önce böyle bir kurguyla karşılaşmamıştım. Karakter tanrı-tanımaz biri, ben öyle değilim. Tasvip etmediğim düşünceleri okumaktan çekinmem, sadece son cümle için şunu söyleyeyim: Biraz daha dikkatli baksın.
Beğeninin ve zamanın için teşekkürler strider.
Bir öykünün uzun olup olmaması neye göre ölçülür bilmiyorum; ama ben yazarken yazmak istediğim, öyküde bulunmasını istediğim her şeyi yazarım. Bin Bir İnsan Masalları’nda olduğu gibi yarım sayfalık öyküleri de, bu gibi 5-6 sayfalık öyküleri de okumak için zaman -ayırma sözünü pek kullanmak istemiyorum ama- ayırmamız gerektiğini düşünüyorum edebiyatla ilgilenip böyle sitelerde dolaşıyorsak.
Öykü’nün ismini bundan başka ne yapabilirdim bilmiyorum. İsim koyma konusunda çok beceriksizimdir zaten, çoğu öykümün ismini hiç beğenmem ben de. 🙂
Girişte yazdığım o uzun uzun anlatımlar, aşka, intihar etmeye vs. dair kendi gerçek düşüncelerim aslında. 🙂 Böyle uzuuuun uzun gitmiş olması da ondan kaynaklı biraz. Öyküyü yazarken dediğim gibi, Supernatural, Being Human gibi dizilerden çok etkilendim, hayaletin özelliklerinden çoğu Being Human’daki hayaletler gibidir. Enerji vücudunun dağılması, öldükten sonra tekrar ölebilmesi vs. gibi.
Belki devam öyküleri yazarsam, kim bilir, başka şeyler de görebilir hayaletim. Daha hayaletlikte çok yeni..
Uzun süredir yorum yapamıyorum şuralara, özledim vallahi. Açıkçası ben öykü ismini de, gönderilen selamı da, öykünün kendisini de çok beğendim. Hemen belirteyim, çıktı alarak okudum ve öyle gözüme batan kötü bir yanı olmadı. Sıkılmadım bir kere. Sadece başta, intihar aşamasında yazarın kaleminden bu ölüm ve hayalet oluş sürecini dinlemek belki bir nebze kısaltılabilirdi.
Onun dışında yine farklı bir havası vardı; bir yandan kendi iç çatışmalarını dinlerken bir yandan bilindik sürükleyici öykü düzenine geçmesi, geçişleri güzelce kotarması okuma isteğini arttıran etkenlerdi.
Devam öyküleri ile alakalı da zaten hayaletimiz göz kırpmış inceden. O yüzden yine bu iç çatışma ve beraberinde öyküsel düzende yeni bir metin ortaya çıkabilir.
Kalemine sağlık 🙂 Daha da geliştireceksin kendini ve özgün yazınların altyapısını bu denemelerle oluşturacaksın eminim.
Son olarak şu cümleyi de es geçmeyelim lütfen! Altı çizilesi;
“… ama bir gün intihar mektuplarından bir seçki yapılacak olsa, o kitap çarkı ezmeye başlayacaktır işte!”
Selamlar öncelikle.
Açıkçası ben öyküyü çok başarılı buldum, daha önce bu tür bir kurgu görmediğimden bana değişik ve ilginç bir fikir gibi geldi. Ne diyeyim…
Açıkçsı öykünün başındaki satırlar epey felsefik ve duygulu, bu kısımla ilgili olarak sadece şunu söyleyeyim: Cümleleri oldukça iyi seçmişsiniz.
Açıkçası karakterin öleceğini beklemiyordum, şaşırdım.
Karakterimizin yerine koydum bir an kendimi ve bu işin korkunçluğunu anladım. Hiçnir şeyi hissedememek… Korkunç!
Son kısmını da sevdim, hatta öykünün en ilginç kısmı burasıydı bence.
Devamını -eğer olursa- mutlaka okumak isterim.
Not 1: Çok aşk meşk düşkünü bir insan değilim ama intiharı tetikleyen bu olduğu için, karakterin ve sevgilisinin olduğu en azından bir sahne görmek isterdim. Böylece olayı daha iyi anlayabilirdik, biraz boş kalmış gibi geldi bana bu haliyle…
Not 2: Eğer uykum olmasaydı daha fazla yorum yapabilirdim ama şu an elimden gelen bu. Ellerinize, emeğinize sağlık…
Selamlar; uzun bir süre sonra cevap yazmış oluyorum, kusuruma bakmayın. Rıhtımı sürekli ziyaret etsem de aktif olmamamdan dolayı görünmez bir ziyaretçi gibi görülebilirim. Rıhtım hayatımın önemli bir parçası.
Hakan Abi, güzel yorumların için çok teşekkür ederim. Her ne kadar çok üşengeç ve tembel olsam da yazma konusunda, ben de bir gün buradaki ustalaşmış öykücüler gibi olabileceğime, en azından onların yüzde onu kadar olsun olabileceğime inanıyorum. Okuduğun için tekrar teşekkürler. 🙂
cankutpotter, çok teşekkürler. Hayaletin hissettiklerinin birçoğunu kendim de hissettiğim için yazmakta pek sıkıntı çekmedim o felsefi olabilecek kısımları. 🙂 Yazamamak -tembelliğim-, hissedememek, -aslında hissedebilsem de dile getirememek- vs. Her ne kadar profesyonelce olmadığını bilsem de gerçek yazarların da yazılarında kendi hayatlarını bir parça kullandığını düşünmüşümdür her zaman. Benimkilerde biraz daha fazla oluyor sanırım. 🙂
Not:1 kısmında çok haklısın, her zamanki gibi bu öyküyü de son anda gönderebilmiştim Rıhtım’a. Tembellik çok kötü bir şey..