Öykü

Ailemizin En Büyük Sırrı

Annem, gözlerini gözlerime dikip;

“Teyzen aradı” diyor.

Kapının önünde kalakalıyorum.

Teyzem mi; o da kim?

Haaa, şu kendimi bildim bileli annemle arası açık olan, anlatılanlara göre, halimizin vakti-mizin yerinde oluşunu bir türlü çekemeyen, anneannemin evinde, bayramdan bayrama; o da denk gelirsek karşılaştığımız kadın mı?

O mu aramış?

Hayra alamet değil bu.

Annem, sezgimi doğrular gibi, gözlerindeki keskin okları kalbime doğrultarak;

“Deden kötüleşmiş” diyor.

Yüreğim sıkışıyor. Annem, sözlerinin üzerimde yarattığı tahribatın farkında. Kapının önün-den yana doğru kayarak içeri girmemi izliyor. Çiçekli sabahlığının kuşağını çekiştirip, sabahlı-ğından taşan göbeğinin üstüne acele bir düğüm atıyor, ayaklarımın önüne bırakıyor terlikleri-mi. Doğrulurken, kısa kesilmiş saçlarını düzelterek, kulaklarının arkasına sıkıştırıyor.

Annem bu; eften püften bir durumu bile büyük bir felâketmiş gibi gösterip beni can evim-den vurmakta üstüne yoktur.

Dedemin iki üç ayda bir;

“Çok fenayım” diyerek herkesi yerinden zıplatarak kendini hatırlattığını bildiği halde-ne de olsa babasının kızı- sesini merhamet isteyen bir dilencinin ağzına uydurarak;

“Bu sefer ciddiymiş durumu” diyor. “Öleceğim; hepiniz toplaşın başıma diyormuş.”

Gözlerini kısarak bu defa yalvarır gibi bakıyor.

“Seni de istiyormuş mutlaka.”

Sesi, incecik bir ip gibi çözülürken, yağmur gibi boşalıyor.

Elim ayağım zangırdamaya başlıyor. Annem, ağlarken bile kendinden emin; ne diyeceğimi zaten biliyor.

Annemi kucaklıyorum.

“Tamam anne; gidelim hemen.”

Ağzımda paslı bir tat, kalbim çalkalanırken, annemin gözlerinde taze bir sevinç parlıyor.

“Sen geç salona, ben babanla kendime ufak bir çanta hazırlayayım.”

“Babam nerede?”

Aslında nerede olduğunu biliyorum babamın. Boş bulundum. Şirketin yönetimini bana dev-rettiğinden beri gündüzleri hep aynı yerde.

“Kulüpte; nerede olacak?”

“İyi, onu da geçerken alırız.  Hadi sen hazırlan o zaman.”

Annem koridordan rüzgâr gibi yatak odasına doğru süzülürken ben salona girip karımı arı-yorum.

Alo der demez, diyeceklerimin seziyor karım.

“Deden mi gene?”

“Evet; hastalanmış. Bizi çağırıyormuş yanına.”

Karım derin bir nefesi içine çekip tutuyor. Bırakıyor sonra.

Susarak nefeslerimizi dinliyoruz.

“Hemen mi çıkıyorsunuz? Gelip üstünü değiştirseydin…Çocukları öpse…”

“Hemen çıkmamız gerek. Durumu ciddiymiş.”

“Anladım canım. Sağlıcakla gidin. Beni ha…”

“Gider gitmez arayacağım. Merak etme.”

Karımın alt dudağını dişleyip, kaşlarını çattığını biliyorum. Sözünü kestiğim için susarak ceza-landıracak beni. İsteklerini ondan önce fark ettiğimi göstermek için atılıyorum.

“Kızlarıma babalarından öpücük. Karıma da kollarımı bırakıyorum. Gelince alırım; söyle.”

“Tamam; söylerim” diyor karım sesi ısınırken. “Kendine dikkat et.”

“Siz de dikkat edin kendinize.”

Karım telefonu kapatıyor; bir süre hattın kesilmesini dinliyorum.

Rehberden yardımcımın numarasını bulup arama tuşuna basıyorum.

Yardımcım, beni bekletmeden açıyor telefonu.

“Acil olarak memlekete gideceğim. Birkaç gün yokum.”

“Anladım Müdür Bey.”

“Toplantıları iptal etmeyin; siz girin. Herhangi bir şey olursa telefonlaşırız.”

Kısa bir sessizlik oluyor. Yardımcımın ağzının kulaklarına doğru yayıldığını anlayabiliyorum. Sesi dans eder gibi birdenbire değişiveriyor.

“Siz nasıl isterseniz.”

“Şirket size emanet.”

“Gözünüz arkada kalmasın. İyi yolculuklar Cemal Bey.”

Yardımcımın Cemal Bey demesi sinirime dokunuyor biraz. Annem sesleniyor, hazırmış. Kal-kıp kapıya doğru yürüyorum.

Kapıdan çıkarken babamı arıyorum.

“Tamam oğlum” diyor babam. “Kulübün kapısından alırsınız beni.”

* * *

Yarım saat sonra şehirden çıkıp annemin doğduğu Orta Anadolu kasabasına doğru yol alıyo-ruz.

Bozkır, önümüzden sonsuzluğa doğru açılıyor.

Sakin bir yaz gününün ortasında, dümdüz uzanan tarlalar, iki yanımızdan kayarak gerileri-mize düşüyorlar.

Yanımızdan tek tük arabalar geçiyor.

Babam, etrafımızdaki tarlalara bakıp, son yirmi yıldır buralara neler ekildiğini birer birer sı-ralıyor sağ tarafımda.

Annemin, dikiz aynasındaki yüzü, istemediği bir yere zorla götürülen küçük bir kız çocuğu-nunki gibi. Küsmüş gibi dudaklarını büzmüş, sessiz dualar geçiriyor içinden. Benim eski yeri-me oturmuş, dışarıya, hiçbir şeyi görmeden bakıyor.

Sol tarafımdaki, yarı aralanmış camdan tertemiz bir rüzgâr doluyor içeriye.

Başımı arabanın camından çıkarıp, yedi yaşıma kadar kesilmeyen uzun saçlarımı rüzgâra bı-raktığım, bozkıra bakarak çığlık çığlığa bağırdığım çocukluk yolculuklarını hatırlıyorum.

Gözlerimi o zamanlar yaptığım gibi asfalt yola çeviriyor, arabanın önünün aç bir ağız gibi a-çılarak yol çizgilerini yutuşunu izlerken kalbi arabanın önünde giden küçük çocuğu çağırıyo-rum aklıma.

Kendimi dinliyorum.

İçim kıpırtısız.

Bozkıra çeviriyorum bakışlarımı.

Güneş ufku kızartarak dağların gerisine çekiliyor.

Yolun ilerisinde, üzerinde tül gibi bir sisin dalga dalga titreştiği kasaba beliriyor.

Dedemin serin gölgeli ağaçlarla çevrili bahçesinde bir sandalyeye oturtulduğum, önüme bembeyaz bir örtü bağlandığı, sünnet töreninden önce saçlarımın kesilmesi geliyor aklıma.

Annemle babam, uzun yıllar boyunca uğraşmış çocukları olsun diye, doktor doktor dolaş-mışlar; ama elleri böğürlerinde kalmış.

“Bir oğlum olsun” diye dua etmiş annem. “Yedi yaşına basıp, sünnet olana kadar saçlarını kestirmeyeceğim.”

Elimi alnımdan arkaya doğru götürüp kafamı kaşıyorum.

“Annem” diyorum aynada annemin gözlerini arayarak.

“Dönüp gözlerime bakıyor.

“İyi misin?”

Yüzünden sessiz bir şükür geçiyor.

Dudakları mırıl mırıl kıpırdayarak, kafasını sallıyor ağır ağır.

* * *

Sessizce giriyoruz kasabaya.

Anneannemle dedemin çok katlı apartmanlar arasındaki bir başına kalmış müstakil evine vardığımızda kapıyı teyzem açıyor. Alnını bir tülbentle sımsıkı sarmış, dip boyası gelmiş saçları darmadağınık. Hırkasının cebinden çıkardığı mendille burnunu siliyor. Annemle yanaklarını yalandan birbirine değdirip, sağlı sollu havayı öpüşüyorlar.

Annemin anlattıkları dolu dizgin geçiyor kafamdan.

“Ailemize çok uğurlu geldin oğlum. Sen doğduktan sonra, babanın işleri birdenbire açıldı. Şirketi kısa zamanda büyüttü. Ablam çok içerledi bu duruma. Küçüklüğünden beri çekemez zaten beni. Eften püften bahanelerle soğudu aramız. Benim tarafımı tuttuğunu iddia edip an-neme de bozuk çaldı hatta.”

Anneannem salonun kapısında dikilmiş bizi bekliyor.

Tertemiz bir sabun kokusu yayılıyor anneannemden koridora.

Uzun elbisesinin üstüne giydiği sütlü kahverengi hırkasının cepleri bollaşmış, aşağı doğru sarkıyor.

Annemle kucaklaşıyorlar.

Teyzemle arkalarında durarak sessizce ağlayışlarını izliyoruz.

Anneannem, annemi bırakıp bana sarılıyor. Mavi oyalı bembeyaz tülbendinin kokusu beni küçük bir çocuğa döndürüyor.

“Ah guzuuuum, geldin mi?”

“Geldim a’nane.”

“Hoş geldin yavruuum, hoş geldin.”

Salona giriyoruz. İsmail eniştem bizi görünce oturduğu koltuktan kalkıyor. Babamla soğuk soğuk tokalaşıyorlar ama bana bakmıyor bile.  Kuzenlerimi arıyor gözlerim; gelmemişler. Bayramlarda bile pek görmem onları. Dördü de erkek. Ezkaza karşılaşırsak bana hep pis pis bakarlar.

Annemle birlikte, dedemin yattığı odaya geçiyoruz. Teyzem kuyruk gibi arkamızdan geliyor.

Dedem, göğsüne kadar çekilmiş yorgana sarılmış, yatıyor. Yüzü iyice çökmüş, sönmüş kireç rengini almış. Odaya girdiğimizi fark edince gözlerini açıp bakıyor.

Yatağın kenarına oturup, dedemin yorganın üstündeki incecik parmaklı, sıcacık eline doku-nuyorum. Yüzü kasılıyor. Dudakları titremeye başlıyor. Yanaklarını şişirip ağzındaki bir şeyi çiğniyormuş gibi çenesini oynatıyor.

Yüzünü bana çeviriyor. Gözleri yaşarmış.

“Sen?” diyor sorar gibi. “Sen?”

“Babacığım” diyor annem. Sesi titriyor. “Cemal’i tanımadın mı baba?”

Dedem, gözlerini kapatıp açıyor.

“Sen…” diyor bana bakarak.

“Dedem beni tanımaz mı anne?” diyorum.

Gözlerini kısıyor dedem. Dudaklarında bir gülümseme beliriyor.

Başımı yüzüne doğru yaklaştırıyorum. Kaşlarını çatarak, acele acele;

“Seni kardeşlerinden ayırdık!” diye fısıldıyor.

Teyzemle annem aynı anda ellerini ağızlarına götürüyorlar. Annem;

“Ah, hayır baba! Yapma, ne olur!” diye hıçkırıyor.

Şaşkınlıktan konuşamıyorum bir an.

“Ne dedin dede sen!” diyebiliyorum sonra.

Dedem kafasını çeviriyor; bana bakmaktan utanıyor gibi.

“Ama iyi etmedik, hiç iyi etmedik!” diyor.

“Sayıklıyor!” diyor teyzem. “Kaç gündür böyle. Ne dediğini bilmiyor. Abuk sabuk şeyler an-latıyor. Hayal görüyor herhalde.”

Dedem, parmaklarını belli belirsiz hareket ettiriyor elimin içinde;

“Yoooo” diyor. “Hayal değil…İki kardeşi daha var ya bunun.”

“Aklı gidip geliyor” diyor teyzem. “Karıştırıyor her şeyi.”

“Yoooo” diyor dedem yeniden. “Karıştırmıyorum…Bunlar üçüzdü.”

“Ben üçüz değilim ki dede!” diyorum. “Tek çocuğum ya ben!”

“Yooooo!” diyor dedem. “Yoooo! Siz üçüzsünüz!”

“Ben dayanamayacağım artık!” diye bağırıyor annem. “Oğlum, çıkar beni şu odadan; nefesim daralıyor!”

Ayağa kalkarken düşmemek için bana tutunuyor.

Göz ucuyla dedeme bakıyorum. Yüzü, garip bir şekilde sakinleşmiş, sanki huzurla dolmuş. Dudakları gülümseyecekmiş gibi kıvrılırken gözleri kapanıyor.

Annemin koluna girip salona götürüyorum. Anneannem ağlamaktan konuşamıyor.

Annem, bir bardak su içiriyor ona. Birlikte salondan çıkıp arka odaya geçiyorlar.

Teyzem de kayboluyor ortalıktan.

Babam ve eniştemle birlikte salonda ayrı ayrı köşelerde oturup susuyoruz. Uzun süre ortalıkta görünmüyorlar.

Salondan çıkıp koridorun sonuna doğru yürüyorum. Sessizce giriyorum banyoya. Kapıyı kapatırken, arka odadan gelen mırıltıları duyuyorum.

Kapıyı aralık bırakıp kulağımı dayıyorum.

“Ah baba, ah!” diyor annem. Hıçkırıyor. “Bugün söylenecek şey mi bu?”

“Üzülme yavrum” diyor anneannem. Hiçbir şey anlamadı.”

“Nasıl anlamadı anne? Suratını görmedin mi; nasıl kireç gibi oldu.”

“Ah ne bileyim kızım ben öyle diyeceğini babanın. Yoksa içeri sokmazdım hemen.”

“Yeter artık sakladığınız!” diye çıkışıyor teyzem. “Söyleyelim bitsin!”

“Hayır, olmaz!” diyor annem.

“Olacak şey değil! Olacak şey değil!” diye söyleniyor teyzem. “Herkesin bildiğini saklamayın artık! Sağır Sultan bile duydu ayol! O daha duymadı mı?”

Kapıyı küt diye çarparak kapatıyorum.

Küçük odadan çıt çıkmıyor.

* * *

Dedem, o akşam yanına çocukluğumun yıldızlı yaz akşamlarını, sakızlardan çıkan futbolcu resimlerini sakladığım ağaçların serin kuytuluklarını, oyunlarda yenildiğimde sığındığım kuca-ğını da yanına alıp, dizlerimdeki kabuk bağlamış yaraları kanatarak aramızdan ayrılıyor.

Ertesi gün öğle namazından sonra aile kabristanına defnediyoruz onu.

Dört erkek kuzenim, camide de mezarlıkta da uzak duruyorlar bizden.

Dedemi defnettikten sonra ayrılıyoruz kasabadan.

Yolda, annem artık ağlamıyor. Dönüp dönüp göz ucuyla bakıyor bana.

Gözlerimiz buluşunca yüzünü pencereden dışarıya, bozkıra doğru çeviriyor.

Babamın ağzını bıçak açmıyor.

Birbirimize, aramızda beliren mesafenin sebebini sormuyoruz.

Dedemin son sözlerini döndürüp duruyorum kafamda. İnsan, ölmeden önce böyle garip şeyler söyler mi? Buz kesiyorum. Saçma diyorum kendi kendime, saçma bütün bunlar.

Kapı aralığından duyduklarım kemiriyor aklımı. Sağır Sultan’ın bile duyduğu şey ne? Onun bildiği neyi bilmiyorum ben? Annemle babam, ne saklıyor benden? Yıllarca uğraşıp, hem de üçüz sahibi olduktan sonra kardeşlerime ne yapmışlar? Niye ayırmışlar beni onlardan?

“Yok canım!” diyorum; “Sayıklıyordu dedem. Sayıklıyordu!”

Annemin, babamın benden kaçırdığı gözlerinden, teyzemin telaşından, İsmail eniştemin soğuk bakışlarından, anneannemin suskunluğundan-evet, onun suskunluğundan- dedemin doğru söylemiş olabileceğini sezinliyorum.

* * *

Aklıma düşen kurt günlerce kemiriyor beni.

Geceleri ter içinde kalıyor; bazı sabahlar-karımı bile kuşkulandıracak şekilde- kâbuslar gö-rerek uyanıyorum. Kara derili iki adam, uykularıma girip beni lime lime kesiyor, ikiye, üçe bölüyor.  Sabahları banyoda tıraş olurken, aynadan bana bakıyor, sakallarını benimle aynı anda sabunluyorlar.

Karımın burnu iyi koku alır; özellikle de benim yaydığım kokuları. Aklımdan geçenleri bil-mesine gerek yokmuş, kokum ona söylüyormuş her şeyi. Bir keresinde; korkumun kokusu-nun çok keskin; sidik gibi hemen hissedildiğini söylemişti bana. Öfkelendiğimde yanmış ek-mek gibi kokuyormuşum. Ama ben en çok, demişti; geç geldiğinde, kapıdan adımını atar at-maz hole yayılan kokunu seviyorum. Eve geç gelen koca kokusu. Bayılıyorum bu kokuya. Telaştan tere batmış, buhur gibi uçucu mazeretlere bulanmış; geçtiği yerlerde kalıcı izler bı-rakmış.

Karım, kokularımdan, çok eğlenceli şeylermiş gibi söz ederken, gözleri ışıldar. Onu yumuşak içimli, tehlikesiz görünen içkilere benzetirim. İçildikçe insanı gevşeten; ama hızla kana karı-şan, limonunun ekşiliğine ve tuzuna, dili buran, genzi yakan acı bir tadın karıştığı tekila gibi-dir.

Bir sabaha karşı yine bir kâbusla uyanıp karımın göğsünde sakinleşmeye çalışıyorum.

Gördüğüm kâbusu ona anlatırken sessizce dinliyor beni. Söyleyeceklerini başka bir kuytu kö-şeye saklayarak, yalnızca parmaklarıyla saçlarımı karıştırıyor.

Merak ediyorum; o sırada boynumdan göğsüne yayılan kokuma nasıl bir isim takıyor acaba.

* * *

Annemlere her gittiğimde evi hallaç pamuğu gibi atıyorum gizli gizli. Aile albümlerini didik didik ediyorum. Annemin ne hamileyken çekilmiş bir fotoğrafı var ortalıkta ne de başında kurdelesiyle lohusa yatağında yatarken. Bulabildiğim tek bebeklik fotoğrafım ben altı aylık-ken çekilmiş.

Sırrımı tek başına taşıyamıyorum, aklıma takılan sorular zehirliyor beni. Kafam dumanla-nıyor. Omuzlarımın ağırlaştığı, çakırkeyif olduğum bir akşam Mehmet’le dertleşirken ağzım-dan kaçıveriyor içimi kemiren kurtlar.

Mehmet şaşkınlıktan konuşamıyor önce. Suskunluğunda teselli buluyorum.

Dedemin sayıklamış olabileceğini söylüyor. Söylediğine kendisinin de inanmadığını gözlerin-den okuyorum.

O da benim yüzümü iyi okur. Başını önüne eğerek;

“Nüfus kayıtlarına bak bakalım, belki oralarda bir iz bulursun” diye mırıldanıyor.

 

Hafta boyunca çaldığım her kapı, beni başka bir kapıya yönlendiriyor.

Herkes bana boş gözlerle bakıyor, söz birliği etmiş gibi beni gerçeği aramaktan vazgeçirme-ye çalışıyorlar sanki.

Ağzımdaki paslı tat artıyor.

Ve nihayet, yağmurlu bir öğleden sonra Sağır Sultan’ın bile duyduğu, ailemizin en büyük sırrına bir adım daha yaklaşıyorum.

Bir masanın önündeki koltuklardan birine ilişip karşımdaki sosyal hizmet uzmanını dinliyo-rum ağzına bakarak.

Saçlarını at kuyruğu yapmış, balıkçı yaka, kırmızı bir kazak giymiş.

Gözlerini kısarak- bana değil- masadaki bilgisayar ekranına bakıyor, kuru bir sesle-kim bilir kaç kere-tekrarlana tekrarlana kendisi için de anlamını yitirmiş sözcüklerle konuşuyor.

“Cemal Bey; kurumumuzun kayıtlarını inceledik. Bir belgeye ulaştık. Üç aylıkken, evlat edi-nilmişsiniz.”

Ciğerim tutuşuyor. Kadının kulakları ağzından çıkanları duymuyor belli ki.

“Bir dakika, bir dakika. Evlat edinilmiş de ne demek oluyor?”

“Kayıtlarımızda böyle bir belge mevcut Cemal Bey. Üçüz olarak doğmuşsunuz; sizi evlat edin-mişler.”

Kadının, iyice kafama girsin diye, üstüne basa basa söylediği iki sözcüğü anlayamıyorum.

“Evlat mı edinmişler? Nasıl olur bu?”

“Valla nasıl olduğunu bilemem. Belgede öyle yazıyor.”

“Ama üçüzsünüz dediniz.”

“Evet, üçüz olduğunuz yazıyor doğum belgenizde.”

“Ama öyleyse diğerlerine ne olmuş?”

“O konuyu bilemem. Bizim konumuz değil o.”

Göğsümün ortasına koca bir fil oturuyor.

Başımdan aşağı ter boşanıyor, ensemden sırtıma doğru akıyor. Gömleğim sırılsıklam.

Odadan çıkıp deli danalar gibi böğürmek istiyorum.

Beynim uyuşuyor ama konuşmaya devam ediyorum.

“Beni evlatlık verenler…Kim oldukları da belli, değil mi?”

Sosyal hizmet uzmanı bir sabıkalıymışım gibi süzüyor beni.

“Onlarla görüşmek istiyorum.”

“Cemal Bey, aileniz bu araştırmayı yaptığınızı biliyor mu?

“Hayır, bilmiyorlar.”

“Eşinize söylediniz mi?”

“Hayır, ona da söylemedim.”

“Anlıyorum Cemal Bey.”

Hayır, hiçbir şey anlamıyor. Bunu yüzüne vurmamak için dişlerimi sıkıyorum.

“Şimdilik bu kadar Cemal Bey. Burada bırakalım isterseniz.”

Masadaki dosyaları alıp arkasındaki dolaba koyuyor.

“Beni evlatlık verenlerle tanışmak istiyorum ben ama.”

“Birkaç gün sonra devam ederiz Cemal Bey.”

“Neden şimdi devam etmiyoruz?”

“Kendinize zaman tanıyın. Şimdi çıkın; dolaşın biraz.  Güzel bir yere; mesela deniz kıyısında bir çay bahçesine gidin. Şımartın kendinizi bence.”

Çok ağır bir hakaret işitmiş gibi sallanıyorum.

Bazı sözcükler kimilerinin dilinde dikenli bir sopaya dönüşebiliyor.

“Ben kendimi o kadar çok şımarttım ki…Başıma belki de bu yüzden geldi bunlar.”

“Öyle düşünmeyin.”

“Benim tek istediğim, beni evlatlık verenlerle görüşmek; o kadar.”

Kayıtsız bir şekilde gülümsüyor sosyal hizmet uzmanı.  Konuşmamı beklemeden kararlı bir edayla devam ediyor.

“Biraz düşünün derim ben” diyor. “Kararınızdan eminseniz, gelin tekrar konuşalım. Biyolojik anne babanızla ya da kardeşlerinizle görüşme talebinizi bize yazılı olarak bildirin.  Biz dilekçe-nize bakar, karşı tarafa sorarız. Yazışmalar biraz zaman alır yalnız. Karar olumlu yönde çıkarsa size dönüş yaparız.”

Dudaklarım titriyor; ama yine de sırıtıyorum.

“Mesai saatleri içinde, değil mi?”

Kaşlarını çatarak bakıyor bu defa bana.

“İyi günler Cemal Bey!” diyor.

Yavaşça ayağa kalkıp kapıya doğru dönüyorum.  Kendimi taşıyamayacak gibiyim.

Sendeleyerek yürüyüp dışarı çıkıyorum. Kapıyı kapatmak için arkamı döndüğümde, sosyal hizmet uzmanı telefonunu kulağına yapıştırmış bile. Baktığımı görmüyor. Odaya giriyorum tekrar. Masasına doğru yürüyorum.

“Merak ettiğim bir şey daha var” diyorum.

Telefon kulağında bekliyor. Gerilmiş görünüyor.

“Doğum yerim…Doğum yerim neresi? Ben hangi şehirde doğmuşum?”

“İsterseniz bu konuyu, bir sonraki görüşmemizde konuşalım Cemal Bey” diyor. “Çıkmak üzereyim de.”

Hızlıca koridoru geçip binanın kapısından kendimi dışarı zor atıyorum.

Hava nemli bir mendil gibi dolaşıyor yüzümde. Nereye bastığımı fark etmeden arabama doğru gidiyorum.

“Kırk yaşında, iki çocuk babası bir adamım” diyorum kendi kendime.

Öncesi yok.

Elim ayağım zangır zangır titriyor.

Arabanın kapısını açıp koltuğa yığılıyorum.

Direksiyona kafamı yaslayıp kafamın içindekileri dinliyorum.

“Ben artık; “ben” değil, “biz”im” diyor içimdeki bir ses.

Boğazımdan ağzıma doğru bir kahkaha yükseliyor; gülme gazı yemiş gibi gülüyorum.

“Meğer biz, üçüzmüşüz ha!”

Sarsıla sarsıla gülüyorum.

Beni-hem de söylenir söylenmez-birinci tekil şâhıs zamirinden birinci çoğul zamirine terfi ettiren, ailede benim dışımda herkesin bildiği büyük sırrı artık ben de biliyorum.

Pencereye açıp avazım çıktığı kadar bağırıyorum.

“Duydun mu Sağır Sultaaaaaaan? Artık her şeyi biliyoruuuuuum!”

Yoldan geçenler şaşkın bakıp, birbirlerine gösteriyorlar beni. Bir kadın korkuyla uzaklaşıyor arabanın yanından.

“Kimim ben?” diyorum. “Kimim?”

Kelimenin tam anlamıyla, artığım.

Artığım ben, artık.

Yüzüm direksiyonun üstüne düşüyor.

İçimde gücenik bir çocuk uyanıyor, sarsıla sarsıla ağlıyorum.

Sanki etrafımda dönüp duran onlarca kötü ruh, sinsi sinsi gülüyor halime.

Çok mutlu olduğunuz bir anda, çomağını, sokarlar ya gözünüze, bu kıskanç iblisler; bana da aynısını yapıyorlar işte, aynısını.

Dünyaya gelişim, bana, çok başka bir biçimde; bir mucizeymiş gibi anlatılmıştı oysa.

“Meğer anlatılanların hepsi hikâye imiş” diyorum.

“Ailemdekiler ele ele vererek gerçek olmayan bir hikâyeye inandırmışlar beni.”

Yalanlarla dolu bir çukurda yaşıyormuşum, meğer ben, ben değilmişim.

Küçük bir çocuğun elinden, ailesine güvenmekten başka ne gelir?

“Beni doğuran kadın…Bizi…Bizi doğuran kadın” diye tekrar ediyorum içimden sayıklar gibi.

“Neden sadece beni vermiş? Benim diğer ikisinden farkım ne?”

Aklıma düşenler kalbimi burkuyor, içim kıyım kıyım kıyılıyor.

Peki ama diğer kardeşlerim neredeler?

* * *

Eve geldiğimde, karım kapıda. Saçlarını tepesinde toplamış, dağınık topuzuna taktığı tahta çubuklar spagetti tabağına saplanmış iki uzun çatal gibi.

Mutfakta bana yaptığı orta şekerli kahveyi içerken, anlattıklarımı dudaklarını kemirerek din-liyor, bense karnı patlamış birinin bağırsaklardan saçılan bok gibi kokuyorum.

* * *

Ertesi gün, yazdığım dilekçeyi sosyal hizmet uzmanına veriyorum.

* * *

Cevabı beklerken üç ay, yine kâbuslarla ve terden sırılsıklam, bölük pörçük uykularla geçi-yor.

Kâbuslardan birinde, bana benzeyen iki erkekle oturup üç beş sekiz oynuyoruz. Ben yenili-yorum. İkisi kahkahalarla gülerek beni tavandan sarkan lambaların etrafında tozların uçuş-tuğu, terli kalabalığın nefesleriyle ve içilen sigara dumanlarıyla gözün gözü görmediği bir boks ringine taşıyorlar. Seyirciler vahşi haykırışlarıyla coşarken beni dişlerim dökülene, iki kaşım da yarılana kadar dövüyorlar. Ellerinde havlularla bekleyen bir kadın ve erkek, her raundun so-nunda köşede ikisinin de terini siliyor, bense, kendi köşemde yapayalnız; dövülmek için gon-gun çalmasını bekliyorum. İkiye karşı bir kişi olarak dövüşüyorum. Bütün savurduğum yum-ruklar boşa gidiyor. Maçın sonunda ringin bir köşesinde, gözleri mosmor şişmiş halde duru-yorum. Diğerleri karşı tarafta, iplere yaslanmış halde bekliyorlar.

* * *

Üç ay sonra sarı bir zarf getiriyor bir kurye.  İçinden çıkan kâğıtta biyolojik kardeşlerimin be-nimle görüşmeyi kabul ettikleri yazıyor. Belirtilen gün ve saatte, kararlaştırılan adreste olmak zorundayım. Gelmemem durumunda görüşmenin tekrarının mümkün olmayacağı koyu harf-lerle ve altı çizili olarak yazılmış.

* * *

Şimdi toz kokulu duvarlarla çevrili kirli beyaz sütunlara baka baka, bu soğuk odada oturmuş kardeşlerimi beklerken deprem geçiriyorum.

Ellerim zangır zangır titriyor; parmak uçlarım buz kesiyor. Başım çatlayacak gibi ağrıyor.

Parmaklarımla alnımı ovarken kapı açılıyor. Sosyal hizmet uzmanı, yanında başka bir kadınla içeri giriyor. Tokalaşıyoruz. Diğer kadın psikologmuş. Cemal Bey bugün nasıllar diye soruyor. Hayatımın en anlamlı sorusu diyorum. Üçüzlermiş. Gülümsemesi dudağında donuyor psikolo-ğun, sosyal hizmet uzmanıyla bakışıyorlar. Hazır olup olmadığımı soruyorlar. Hazır olda duru-yorum; siz uygun görürseniz rahata geçeceğim diyorum. Psikolog boş bulunup kıkırdıyor. Bu-yurun o halde diyor.

Ayağa kalkıp, peşlerinden giderken, konuk odasının kapısı açılıyor. Annem ve babam giri-yorlar içeriye. İkisinin de renkleri kaçmış. Kaskatı kesiliyorum. Sizin burada ne işiniz var diyo-rum. Cevap vermeden sosyal hizmet uzmanına bakıyorlar. Siz mi haber verdiniz diyorum. A-ma buna hakkınız yok. Sakin olun diyor sosyal hizmet uzmanı. Ben çok sakinim diyorum.

Sakin olamayacaksanız görüşmeyi iptal etmem gerekebilir diyor. Ben çok sakinim diyorum tekrar. Bağırmayın lütfen diyor psikolog. Salonun ortasında duruyorum. Odaya anneannem giriyor. Gözlerini benden kaçırarak bir sandalyeye ilişiyor. Başörtüsünün uçlarını çözüp yeni-den bağlıyor çenesinin altında. Kapı ardına kadar açılıyor bu sefer, ürperiyorum; o tarafa doğ-ru bakıyorum. Teyzem ve eniştem, ikiz kuzenlerim Celal ve Kemal de kapının önündeler. Kâ-bus mu bu diye bağıracağım. Ağzımı açıyorum; ama sesimi duymuyorum. Herkesin birden burada ne işi var diyorum. Psikoloğun sesi boğuluyor.  Kolumdan tutup odaya doğru sürük-lüyor beni.

Masanın önündeki bir koltuğa yığılıyorum. Şimdi herkes odada. Annem, babam, annean-nem duvar dibindeki sandalyelere, teyzem, eniştem ve kuzenlerim yan taraftaki geniş koltuğa oturuyorlar. Saçlarını boyatmış teyzem; dipleri de sapsarı şimdi. Kabul gününe gidecek gibi hazırlanmış. Eniştem, yanındaki sandalyeye ilişmiş; elindeki cep telefonuyla meşgul, bana bakmıyor. Kuzenlerim ise tepeden tırnağa süzüyorlar beni. Gözlerinden akan tiksinti ve öfke yüzüme yapışıyor. Neden böyle bakıyorlar bana şimdi diyorum. Bir örnek takım elbiseleri; ikisinin de saçları jöleyle arkaya doğru bastırılmış. Böyle giyinmeleri çok komik geliyor bana; başka bir zamanda olsa basarım kahkahayı. Ama bakışları üzerimdeyken nefes alamıyorum.

Neden haber verdiniz aileme diyorum. Benim iznim yoktu. Sosyal hizmet uzmanı biz yal-nızca biyolojik ailenizi bilgilendirdik Cemal Bey diyor. Anneme ve babama dönüyorum. Niye geldiniz siz o zaman. Annemin gözleri cam gibi parlıyor. Yalvararak bakıyor bana. Babamın yüzü kireç gibi. Teyze…Anneanne…Niye geldiniz, söylesenize. Hepsi birden yüzüme bakıyor-lar; ama konuşmuyorlar. Cemal Bey diyor sosyal hizmet uzmanı. Şu anda bu odada biyolojik aileniz dışında kimse yok. Yok mu diyorum, yok mu, yok mu; nasıl yok. Herkesin yüzü o kadar karanlık ki. Saçmalamayın diyorum. Kardeşlerinizle görüşmeyi istememiş miydiniz, işte geldi-ler diyor psikolog. Hani neredeler o zaman diye soruyorum. Hepsi birden yüzüme bakıyor. Hayır, hiçbir şey anlamıyorum; bana biri anlatsın o zaman diyorum. Bana biri, kırk yıl önce ne olduğunu anlatsın artık. Benim dışımda biri bağırarak konuşuyor sanki, sesim, bir yerlere çar-parak, çok uzaklardan geliyor kulaklarıma. Madem istiyorsun o zaman anlatayım diyor tey-zem. Anlat hanım anlat diyor eniştem, geç bile kaldık. Hadi anne diyor Kemal.

Sırayla konuşuyorlar. Herkes ne diyeceğini çok iyi biliyor.

Teyzem; iki oğlum vardı diyor, başka bir çocuk daha istemiyordum. Bana ne bunlardan, ba-na ne; şimdi neden anlatıyorsun bunları diye bağırmak istiyorum ama sesim çıkmıyor. Dinle-mek istemiyorum onu; kulaklarım uğulduyor. Zaten zor geçiniyorduk diyor teyzem. Hiç iste-miyordum, hiç beklemiyordum; ama hamile kaldım işte. Yutkunup bekliyor.  Aldırmak için hastaneye gideceğim gün annem geldi diyor. Yalvardı, yapma kızım dedi. Anneanneme ba-kıyorum; onun gözleri yerde bir şey arıyor baş örtüsünün ucunu çekiştirirken. Teyzem, ma-dem istemiyorsun, doğur ablana ver dedi annem diyor. Bak yıllardır çocuk diye ölüyor. Büyük bir iyilik yapmış olursun, sevaba girersin. Ablanla enişten de deliye döner. Yürekleri ağızların-da hop oturuyor, hop kalkıyorlar zaten. Seni bekliyorlar, bir he demene bakıyorlar. Çocuk do-ğar doğmaz alacaklar, kendi nüfuslarına geçirecekler, sen görmeyeceksin bile. Bir imza ile halledilecek her şey. Annem o kadar yalvardı, o kadar ısrar etti ki kabul etmek zorunda kal-dım. Kürtaj olmadım. Birkaç ay sonra muayeneye gittik, balon gibi şişivermiştim birden. Dok-tor baktı ultrasonda, Asiye Hanım dedi gözünüz aydın. Çocuklarınız üçüz. Hey Allah’ım! Gö-züm nasıl aysın, nasıl! Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Teyzem mi doğurmuş beni yani, öyle mi. Anneme bakıyorum, annem kucağına koyduğu ellerine bakıyor. Babam, bir elini dizine koymuş, parmaklarını geçirmiş bacağına; ama zapt edemiyor, dizi sinir krizi geçiriyor. Annem teyzem mi yani diyorum. Karnım büyüyüverdi hemen diyor teyzem. Annem mi şimdi teyzem. Çok saçma değil mi anlattıkları. Ağzından çıkanları kulağın duyuyor mu teyze senin. Yerimden kalkamaz oldum, bütün kaburgalarım battı etime diyor teyzem. Ne çektiğimi bir ben bilirim. Derin bir nefes alıyor. Yedi aylık doğdunuz sezaryenle diyor. Hastanede. İşte bu üçünüz.

Teyzemin sesi uzaklardan geliyor sanki. Üç ay kuvözde baktılar size diyor.  Kuzenlerimle ba-kışıyoruz. İkiz değillermiş. Kuzenlerim değillermiş. Onlarla ben…Ama…Hiç mi benzemez insan kardeşlerine. Ablamla başınızda bekledik diyor teyzem.  Üç ay sonra aldılar seni. Teyzem…Bu kadın mı doğurmuş beni. Nasıl seçtiler acaba. Annem beni nasıl seçti, yazı tura mı attı, ne yaptı. Şu ikisine benzemiyorum diye mi seçti beni. Ve gitti diyor teyzem. Ben oradan oraya koşturan iki oğlan, iki de bebekle kalakaldım. Dördünü birden büyütene kadar akla karayı seçtim. Bugüne kadar ablama ağzımı açıp tak bir laf etmedim. Ama seni alıp giderken ne ar-kasına baktı ne bir şey. Daha sonra da neler çektiğimi, halimi hatırımı sormadığı gibi, hiç elini uzatmadı bize. Annem bile. Daha konuşurum da diyor, şimdilik kalsın gerisi diyor. İçi kurumuş gibi susuyor.

Celal, her şeyi öğrendin işte diyor. Mutlu musun şimdi. Çok mutluyum; çok diyorum. An-nem aslında teyzemmiş. Beni de teyzem doğurmuş. Seni değil diyor Celal. Bizi. Doğru diyo-rum. İkiz kuzenlerim de ikiz değilmiş, hatta kuzenlerim de değillermiş. Seni teyzem alıp bü-yütmüş, yurt dışında okutmuş işte diyor Kemal. Daha ne istiyorsun bizden. Hiçbir şey istemi-yorum, hiçbir şey diyorum. Ne isteyebilirim gerçeği konuşmaktan başka. Madem gerçeği ko-nuşmamızı istiyorsun, dinle o zaman diyor Celal. Kardeşim mi bu benim. Celal benim karde-şim mi.  Daha her şeyi öğrenmedin; bizim de sana söyleyeceklerimiz var. Sen yurtdışında ra-hat rahat okurken, biz buralarda ne sıkıntılar çektik; haberin oldu mu senin. Sen bisikletinle çektirdiğin fotoğrafları dedeme yollarken, biz merdiven altlarında hangi Ali Cengiz oyunlarıyla boğuşuyorduk; bildin mi. Sen baban zannettiğin eniştenin şirketinin başına geçtiğini söyle-mek için anneannemi aradığın gün, biz hangi borçları kapatmaya uğraşıyorduk, anlatalım mı ister misin diyor acımış bir suratla bakarak.

Çocukluğumuzda bir gün mutlu olamadık diyor. Kasabaya geldiğin gün yasımız başlardı bi-zim. Kollarımızı çimdikleyip, ağzınızdan bir şey kaçırırsanız, canınıza okurum sizin derdi her-kes. Sizden köşe bucak kaçardık.  Anneannem sana “guzzzzuum” diye sarılırdı, bizi kollarımız-dan çekip iteklerdi. Dedeme seslendiğinde sen, “Efendim paşam” cevabını alırdın, bizim se-imizi kimse duymazdı. Sen herkesin dilinde; “Cemal’ciğim” idin, biz ise “Gel lan buraya.”

Madem kardeşiz diyor Kemal, madem kardeşiz; bizim haklarımız ne olacak, söyle bakalım.

Hırsından kudurmuş bir sesle alacaklarını sıralıyor da sıralıyor.

 

Nurgök Özkale

Adana’da doğdum. Dokuzeylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi İngiliz Dili Eğitimi bölümünden mezun oldum. Kısa bir dönem çevirmenlik yaptım. Çocuk oyunları çevirdim. Oyun ve öykü yazıyorum. Amatör olarak fotoğrafla ilgileniyorum.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. :clap::clap::clap:

    Son zamanlarda okuduğum en iyi öykülerden biriydi. Kalemine sağlık. Duygu yüklü ve sürükleyiciydi. Sonunu içten içe tahmin ediyordum, yanılmadım ama yine de resmen bir sonraki cümleyi kovaladım. Çok meraklandırdı. Tebrik ederim.

    Tek bir yerde okuyuşum sekteye uğradı. Bu öykünün ikinci baskısı olursa bu kısmı koyup koymama konusunda bir kez daha düşün derim.

    Spoiler

    Görüşmek üzere. :+1: :blush:

  2. @ulu.kasvet
    Çok teşekkür ederim. :pray::pray:
    Önerini dikkate aldım.
    Görüşmek üzere. :raising_hand_woman:

  3. Merhabalar.
    Oldukça duygusal bir öykü olmuş, ellerinize sağlık.
    En başta işlerin nereye gideceği belli olmasa da bir noktadan sonra tahmin ettiğim şey gerçekleşti.
    Aslında son dönemde televizyon dizilerinde falan da işlenen bir konu sanırım bu ama siz de oldukça başarılı işlemişsiniz, tekrar ellerinize sağlık diyorum.

  4. @cankutpotter
    Merhaba,
    Zaman ayırıp öyküyü okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Duygularımızı paylaştığımıza sevindim.

    Televizyon izlemediğim için diziler hakkında hiçbir fikrim yok. Bu nedenle bir görüş belirtemeyeceğim.

    Günlük çalışma programının içinde çeşitli yazma alıştırmaları yapıyorum.
    Öykü Seçkisi için Sağır Sultan temalı bu öyküyü yazarken Mürsel Çavuş’un Yaratıcı Yazarlık Defterindeki bir alıştırmadan yola çıktım.

    Kişisel olarak, alıştırmalar üzerinde çalıştıkça, daha önce farkında olmadığım bir çok malzemenin açığa çıktığını gözlemledim.
    Yazma becerilerinin alıştırma yaptıkça gelişeceğini tecrübelerimle görüyorum.
    Daha yapacak çok şey var. :blush:

    Yeri gelmişken, kitabı ( alıştırma defterini) yazma ile ilgilenen herkese tavsiye ederim.

    Bilenler vardır mutlaka ama değinmekte fayda görüyorum.

    Bu vesileyle, yazma alıştırmaları yapmak isteyenlere, ayrıca,
    Celil Öker’in Genç Yazarlar İçin Hikâye Anlatıcılığı Kılavuzu’nu,
    Sevinç Sayan Özer’in Çağdaş Kısa Öykü Sanatı ve Politikaları ile
    Danell Jones’un Virginia Woolf’tan Yazarlık Dersleri’ni ve
    Stephen King’in Yazma Sanatı kitaplarını da hararetle öneririm.

    Yazmak için çalışıp didinen herkese kolaylıklar diliyorum. :blush:
    Sevgiler.

  5. Merhabalar @Lightsky
    Kaleminizin oldukça sakin, iyi ve etkileyici olduğunu söylemeliyim. Öykünüzü çok beğendim. Ama ben en başlarda sonucun bu olduğunu anladım. Bu kötü bir şey değil elbette. Sadece sezmesem vuruş daha kuvvetli olabilirdi.
    Bir de kabus bölümleri muazzamdı. Biraz daha okumak, üçe parçalanmış halinde biraz daha kalmak isterdim.
    Sonuç olarak, genel anlamda oldukça iyi bir anlatım ve öyküydü.
    Elinize sağlık. Kaleminiz daim olsun. :blush:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

5 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for cankutpotter Avatar for merveriii Avatar for gayekcelik Avatar for Muge_Kocak Avatar for ulu.kasvet Avatar for Lightsky

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *