Öykü

Bilinmeyen

Bilinmeyen uzak tuhaf zamanlarda, sonsuz boşluğun içinde uzayı yiyen bir canavar kudurmuşçasına çırpınıyordu. Karanlık habis umutsuzluğun pençesinde yapabileceği tek şey zamanı kemirerek trilyonlarca Joule/mol.K’lik entropiyi insan zihninin alamayacağı biçimde üretiyor, evreni sonuna ulaştırmak için zamanın başından beri uğraşıyordu.

Varlığın tüm teröründen oluşan bu isimsiz canavar, varlığın ta kendisinin dışkılamasıydı. Aslında güzel ve pozitif gözüken nesnenin boşluğa olan özlemiydi. Maddeyi sömüren, varlıkların kanındaki enerjiyi emen Kozmik Vampir’di o.

Dünyada ona pek çok ad takılmıştı. Azathoth, Şeytan, Lucifer, Cehennem, Abbadon, Baal…. Ancak kemik gözlüklü İndigo’nun favorisi entropiydi. O bu kelimeyi çok severdi. Bu daima onu tutan organik zincirlerin sonunu haber veren ölüm trompetiydi.

Orta Çağ’dan başlayarak geceleri insan avına çıkan tüm vampir söylencelerinin orijini, yeryüzündeki temsilcisi Dracula’yı dahi kendinin bir parodisi olarak olmasına sebep olan evrimin tetikleycisiydi.

Onu çağırıyor, onun etkilerini yaşam adı verilen karbon tiyatrosunun üstüne, Apollo’nun rahatsızlık veren sarı ışınlarına inat bir gölge gibi düşürüyordu. Tüm eylemleri sözleri, o adı anılamayacak korkutucu canavarın, primordial karanlık enerjinin dünyaya tam anlamıyla çöküp bu çirkin trajediyi bitirmesi içindi.

İndigo, kısıtlı sosyal çevresini bir hafta sonu gizemli bir yer keşfettiğini söyleyerek yanında getirmiş, evinden biraz uzakta ıssız bir koruluğa yönlendirmişti.

“Hey İndi, nerede bu mezarlık kandırıyorsun sen bizi ha!”

Konuşan Yeliz’di. Hep hoşlanmıştı ondan. Ama sıradan toksik masküleniteye kanan cahil yapısından dolayı tiksintisi daha ağır basıyordu.

“Az kaldı sabret bak bu dediklerinden pişman olacaksın manyak bir yer. Film bile çekeriz.” İndigo, incecik sesiyle yalandan bir kahkaha bile atarak oyunculuk hünerini sonuna kadar zorlamıştı.

Tunç ise eğleniyora benziyordu. Doğa yürüyüşlerini severdi.

“Bence İndi sallıyor ama yine de bu doğa gezintisi güzel oldu. Temiz hava aldık. Nuray seninle derinlere ilerleyebiliriz.”

Cinsel imalı esprilerle Nuray’ı güldürmüştü yine. Tunç ve Nuray sevgililerdi. Vıcık vıcıklıklarına tam anlamıyla katlanamıyordu İndi ama aylardır planladığı mizanseni bozamazdı.

“Yeliz de bana pas verse keşke.” Dedi midesi bulanırken.

Yeliz öylesine gülümseyip önüne baktı. Özellikle onunla ilişkiye yanaşmaması İndi’ye kendini aşağılanmış hissettiriyordu.

Yine de iyi rol yapmıştı ve sahte bir arkadaş grubu kurarak nihayet son aşamaya gelmişti.

Koruluk ilerledikçe tuhaf biçimde gölgeleniyor, günün ortasında bile ışıklar soluyor gibi duruyordu. Ağaçlar sıklaşıyor, çalılar dikenli ve sarmaşıklarla kaplı hale gelerek insan zihninde anlaşılması güç acayiplikte şekiller alıyordu. Neredeyse gündüz gözüyle serap gördürecek denli karmaşıklaşan bir dokusu vardı.

Arkadaş grubu değişikliği fark etmişler ama anlam verememişlerdi.

Nuray ve Yeliz bariz biçimde huzursuzluklarını belli ediyorlardı.

“Buraları bilmiyordum ben. Kaç kere geldik oysa. Tuhaf. Burada sanki koruluk ormana dönmüş gibi.”

Yeliz şaşkınca yavaşladı ve temkinli ilerlemeye başlamıştı. Tunç ise ilgisini çeken bu olay karşısında korkmaktan çok meraklanmıştı. Patika genişliyor, renkleri mor-lacivert benzeri bir ağaçlık bölgede olmayacak tonlara dönüyordu. Ağaçların dalları sanki onların üstüne kapanırcasına iniyor ve anlaşılmaz kıvrımlarla kendi gövdelerine doğru bükülüyordu. Yanlarından geçerken ağaçlardan onlara bir şeyler söylüyormuş gibi fısıltıya benzer rüzgar olamayacak sesler geliyordu. Hava birden kapanmış, güneş sanki üzerine kara bir örtü aniden atılmışçasına gözden kaybolmuştu. Kargaya benzer, daha önce hiç görülmemiş üç tane gözü olan tiksinç suratlı kuşlar havada aç çığlıklar çıkararak uçuşuyordu.

“Abi n’oluyor ya? İndi sen bizi nereye getirdin böyle?”

“İşte geldik!” İndi az daha sabredemezlerse planın suya düşeceğini anlıyordu. Neyse ki tuhaf oyma bir kayanın ardında mekâna ulaşmışlar, tam zamanında gelmişlerdi. Patikanın yılan gibi kıvrılıp tersine döndüğü, önceden o tarafı büyük destansı kayalardan görülmeyen gizli bir giriş kapısına gelmişlerdi.

Manzarayı karşılarında görünce kızlar çığlık attı. Tunç ise küfürlü bir oha çekti.

Karşılarında iki devasa bilinmeyen türde ağacın birbiri üzerine dallarını eğerek oluşturduğu doğal bir giriş kapısı vardı. Ağaçlar grimsi parlak bir renkle ışıldıyor, dalları nabız gibi şişip iniyordu. Ağacın gövdelerinde kötücül suratlar oluşuyor ve sivri dişlerini göstererek kahkahalar atarcasına geriliyordu. Daha da beteri, kapının yanlarında ağaçların kapıya bakan taraflarında, ziyaretçileri karşılamak üzere taştan, kanatlı pençeli ayaklı zebani yüzlü Gargoyle heykelleri duruyordu. Bu heykellerin, efsaneleri bilenler için bir heykelden çok daha fazlası olabileceğini anlayan Tunç ve Nuray için durum daha da fenalık vericiydi.

Geri dönüp kaçmak istediklerinde arkalarından geldikleri patikanın yok olduğunu ve yolun geçit vermez dikenli çalılıklar ve kendi kendine yılan gibi hareket edip yola gözcülük yapan şeytani sarmaşıklarla dolu olduğunu gördüklerinde ağlamaklı bir şekilde İndigo’ya saldırdılar.

“Bizi neden buraya getirdin?” “Amacın ne?” “Bırak bizi!”

Artık maskesini çıkarma zamanı gelmişti. Avları kapana kısılmıştı. İndigo gözlüğünü çıkarıp fırlattı. Bulutlu havada parlak yeşil gözlerinde yansıyan bir yıldırım çarptı. Korkunç boğuk davulların sesi havada yankılanmaya başladı. Sesi hiç olmadığı kadar korkutucuydu. Kendisine yönelen yumrukları ve itişmeleri tüy gibi rahatça geriye püskürtmüştü.

“Şimdi benimle geleceksiniz. Size sadece bir şey göstereceğim. Sonra buradan gitmenize izin vereceğim. Direnirseniz, ölürsünüz.”

Kapana kısıldıklarını bilen ve yan yollardan kaçamayan, tüm çevreleri dikenli geçit vermez canlı sarmaşıklarla sarılı olan üç arkadaş nefret dolu gözlerle İndi’ye bakarak onu takip etmeye başladı.

Gargoyle’ların koruduğu kapıdan içeri girdiler.

Seremoni şimdi başlıyordu. Bir altarın olduğu tapınağa gelmişlerdi. Devasa duvarları dışarıdan görülmeyen, bir çeşit kara büyüyle gizlenmiş bu yerin duvarlarında tuhaf, çılgınlıkla dolu oyma resimler daha görür görmez arkadaşların akıl sağlıklarına kalıcı darbeler vurmuşlardı. Hiçbir sanat akımının yanına dahi yaklaşamayacağı, acayip açılar ve akıl almaz kabartma teknikleriyle resmedilen zaman öncesi isimsiz dehşetlerin karşısında insan bilincinin kırılganlığı dehşet vericiydi.

Yukarı doğru basamaklarla çıkılan platformların üstünde bu çılgın oymalara ek olarak platformların altında, tam da arkadaş grubuna bakan altıgen köşenin her birinde, çerçevesinde keskin dişli Dracula’nın bin farklı yüzü resmedilmiş aynalar vardı. İndigo’nun aynada yansıması olmadığını fark eden ilk talihsiz Yeliz olmuştu.

Yeliz anında aklını oynatmıştı ve oymaları görünce cinnetli kahkahalar atıp yerlerde yuvarlanmaya başlamıştı. Gözleri deliliğin parlaklığıyla dolup taşıyordu. Benliğini anında unutmuştu.

İndigo ona bakarak keyifle gülümsedi.

“Gerçek sandığınızdan daha ağır. Onu herkes taşıyamaz.”

İndigo önce Yeliz’i halledecekti. Doğruca altara gitti. Ellerini açıp diz çökerek bilinmeyen antik bir dilde ritüelistik cümleleri haykırmaya başladı.

Tunç küfürler ederek onu durdurmak için üzerine atılmak isterken görünmeyen büyülü bir duvara çarparak geriye savrulmuştu. Nuray zaten şok içinde donup kalmıştı ve doğru düzgün bir şey düşünemiyordu bile.

İndigo antik iblis dilindeki ritüelini bitirdikten sonra haykırmaya başladı.

“Ey zaman kemirici, varlığın düşmanı, ölümsüz kan emici, sonsuzluğun sonu, ruh yiyen, maddenin kabusu! İsimsiz Azathot! Sana sunduğum bu kurbanları kabul et. Gölgen dünyaya yayılsın, ölümlülerin kalbi senin adınla titresin! İnsanlığın sonu seninle gelsin, düş yiyen, evreni mahveden yüce Azathot, bu kurbanları kabul et!”

İndigo’nun bir kreşendo halinde yükselen sesine çıldırtıcı davulların yanında boğuk flüt sesleri de eklenmişti. Tapınağın duvarlarındaki oymalar, insanlık dışı kahkahalarla canlanarak hareket etmeye, fokur fokur kaynayan öfkeli iblis sesleriyle o olaylar gerçekten yaşanıyormuşçasına resmedilenleri oynamaya başladıklarında Tunç ve Nuray’ın tüm bilinç savunmaları yırtılıp ezilmişti. Artık onlar da dizlerinin üzerine çökmüş ve bu delilik seremonisinin çılgınlığına kapılmışlardı.

Tarih öncesindeki yıldızlardan gelerek dünyaya inen ters üçgen biçimde antik şeytani ataların dünyadaki meskenlerini kutuplarda edişi gözlerinin önünde canlanıyordu. Yoz kültürleri ve anti-öklidien geometrili yaşamlarının yarattığı algı çarpıklığı, olamayacak açılarla duvarlarda canlandırılıyor, insani modern dizaynların absürtlüğünü gözlerine vurarak bildikleri tüm perspektifleri mahvediyordu.

İndigo’nun çağrısı bittikten sonra, tiz sesleriyle arkadaşların kulak zarlarını patlatarak kanlar fışkırmasına sebep olan Gargoyle’lar, taştan heykel kılıflarını kırarak canlandılar ve tüm dehşetleriyle tapınağın içine girip kanatlı ölümler olarak arkadaşları tutup çığlıklar eşliğinde altara getirdiler.

Ardından önce ilk aklını kaybeden Yeliz’den başlayarak canlı canlı arkadaşları parçalamaya ve etlerini yemeye başladılar. Kollar kafalar bacaklar tendonlar hepsi teker teker acı çığlıklarla kesilip koparılıyor, altarın içine kanlar doluyordu. Canavarların sonsuzluk kadar eski açlıkları doymak bilmiyordu. Engizisyon’un içine bile sızarak Orta Çağ’da Salem bahaneleriyle binlerce sefil köylünün kanını emen, diri diri yaktıran Vampirik cinnetleri halen ateşini koruyordu. Karanlık nefretlerinden çağlar boyu hiçbir şey eskimemiş, ilk ataları Dracula’nın kendilerini yarattığı büyülü anormal grotesklikleri zehirli bir şarap gibi yıllandıkça keskinleşmişti.

Sivri boynuzları ve dişleri kıpkırmızı olmuştu. Pençeleri organları parçalarken zemine değecek kadar beden girip tırmıklama sesleri çıkarıyordu. Efsanelerin destansı iblisleri hiç olmadığı kadar etten kemikten ve gerçektiler.

İndigo her bir uzuv parçalarında kozmik hazlarla kendinden geçiyordu.

“Yiyin, yüce şeytanın zebanileri, karnınızı doyurun! Sonsuz açlığınız için tüm dünya sizin olacak, yiyin ki güçlenin, Efendimizi dünyaya getirmek için, onun bitmek bilmez ateşini beslemek için yiyin, tüketin parçalayın!”

“On-ka Vepar agna!”

“İa İa Azathoth fthgahn!”

“Samael Satanas Luciferi exselsi!”

“Azathoth edax rerum!”

Kanatlı zebanilerin dehşet ziyafeti bittiğinde, bütün tapınak ve İndigo bir güç patlamasıyla havada süzülmeye başlamıştı. İblis Sultan Azathoth’un damarlarında gezindiğini, tüm hücrelerini ele geçirdiğini hissediyor ve bu yaşadığı tarifsiz güç hazzıyla kendinden geçiyordu.

Artık onunla birdi. Onun dünyadaki avatarıydı. Dünyayı karanlığa boğmak ve bu bozguncu, katil insanoğlunun hak etmediği yaşamı onun elinden alıp zaman kemirici iblis tanrılarına bahşetmek için o seçilmiş olandı. Kozmik cehennemlerin iblislerinin elçisiydi o. Artık dünya üzerinde yürüyen bir yarı tanrıydı. Azathoth’un mesajcısı. Dehşet festivalinin habercisi dünyada yürüyordu.

Armageddon nihayet gelmişti.

Can Çelikel

12.03.1992 Alanya doğumluyum. Kimya mühendisliği mezunuyum. İzmir’de yaşıyorum.