Öykü

Bir Su Umudunu Sarhoş Etmek

Hani vardır ya; gerçeği ne zaman görse saklanan, küçücük ama insanın içine girdiği zaman su gibi her tarafını kaplayan umut. İşte o insanı bitirir. Öyle bir mahluktur ki; insanı gerçeklikten uzaklaştırdığı yetmezmiş gibi bir de oyun oynar. Başta der ki:

“Ben bir damlayım. Ama sen benim ufaklığıma bakma. Ben eğer büyürsem senin içindeki hastalığı yok eden bir bitki olurum. Ya da sırtını rahatça dayayabileceğin bir yastık. Ama senden tek isteğim var. O da cesaret kapısını geçmek. Ben kendim geçemiyorum. Çünkü korkuyorum. Gerçekten, düşmekten ve hatta ölmekten. Bana yardım edersen ben de sana yardım ederim.”

Bu sözleri öyle şehvetli söyler ki kanmamak imkansızdır. Ardından birkaç tane papatyanın yaprağı olur ve her seferinde kendini şehvetli bir şekilde “Mutluluk” diye öldürür. Tabi biz insanlar buna inanırız. Sonuçta bizim için kendini feda eden bir varlık. Fakat bir süre sonra cesaret kapısı karşımıza çıkar. İşte o zaman umut kaybolur. Kendimize burada ne işimizin olduğunu sorarız. Çünkü umut artık bunaklığa dönüşmüştür. Bu bunaklık da o kadar fazladır ki bize umudu bile unutturur.

Bazen de umut kapı açılana kadar bekler. Ama kapı biraz aralanınca korkar ve vücudumuzun en tenha yerine saklanır.  Nokta-i Süveyda’ya. Yani kalbin içindeki küçük siyah noktaya. Bu siyah noktanın içinde kötülükler vardır. İşte umut da o kötülüklerden birine dönüşür. O an o kadar kızarız ki sırf ona inat olsun diye cesaret kapısını bin defa kilitleriz. Tabi bizim umut durumunun ciddiyetinin farkına varır ve tekrardan ortaya çıkar. Ama biz buna izin vermeyiz. O kapı da bizim için sonsuza kadar kilitli kalır. Tabii istisnai durumlar dışında.

Umudu yola getirmenin metotları tabii ki vardır. Ama en kolay ve kesin sonuç veren yolu onu sarhoş etmektir. Bu iş zordur. Çünkü onu cesaret kapısından geçirene kadar sarhoş etmemiz gerekir. Ben de tam olarak işte böyle yaptım. Başardım mı? Belki. Son anda fark etti. Ama yine de onu kapıdan geçirdim. Hem de intiharla. Sizlere her şeyi anlatmak isterim. Tabii beyninizin içinde canlandıracak daha önemli meseleler yoksa. Eğer varsa gözlerinizi boş boş yere yormuş olacaksınız.

Aslında her şey gecesi normal olan bir gündüzün aydınlanmasıyla başladı. Tabi benim normalliğime göre. Bilmem size de olur mu? Ama ben bazı sabahlar içimden herhangi bir şarkının çalmasıyla uyanıyorum. İlk başta durum normal geliyor ve şarkıyı bir süre dinliyorum. Sonra aniden durumun normal olmadığını anlayıp, kendi kendime içimden neden şarkı çaldığını düşünüyorum. Yaklaşık bir dakika sonra hayatımın fazlasıyla olması gerektiği gibi olduğuna bağlıyorum. Ama aklım bunları duyunca (özellikle şarkıyı) ilk başta kalp krizi geçiriyor. Sonra da teselli amaçlı inanmıyor. Sonra ben yine düşünüyorum. Sonra yine aklım inanmıyor. Bu döngü bir süre daha devam ettikten sonra içimdeki şarkının sustuğunu hissediyorum ve yataktan kalkıyorum.

İşte o sabah da öyle sabahlardan biriydi. Uyandıktan sonra nedense uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yaptım ve aynadan kendime baktım. Ne kadar da yaşlanmıştım. Gözlerimin rengi solmuştu. Yüzümde sanki çizilmiş gibi kırışıklar vardı. Ama bunlar olmasına rağmen kendimi ilk defa güzel bir insan gibi gördüm. Demek ki yaşlanmak gerçekten de insanı güzelleştiriyordu. Sonra her daim yaptığım şeyi yaparak, görünmezlik kıyafetlerini giydim. Yani çöpçü kıyafetlerimi. Evden çıktım. Güneş bugün de inadına tepemdeydi. Ama rüzgar bana “İyi ki varsın” diyordu. Yollar yine hep çöp doluydu. Tıpkı insanlar ve benim otuz beş yıllık hayatım gibi. Neredeydi benim temizlik aletlerim? Nerde olacak? Olması gerektiği yerdeydi. Gittim aldım ve başladım süpürmeye. Derken bir saat geçti. Dedim biraz mola veriyim. Yaşlıyım sonuçta. Ama görünmezlik şansım buna izin verir mi? Hayır tabii ki. Aniden omzuma bir omuz çarptı. Bir kadın beni göremedi ve tabii ki bana çarptı. İşin en güzel tarafı kadın bana çarptığını fark bile etmedi. O an kendi kendime “Yaşasın görünmezlik kıyafetleri”  dedim. Evet, kıyafetlerim görünmez olmamı sağlıyordu. Çünkü bu olay günde en az on defa başıma geliyordu. Tabii bu durumun ikisi sebebi vardı. Ya dediğim gibi görünmezlik kıyafetleri. Ya da benim ciddi ciddi ezik, zavallı ve değersiz oluşum. Aslında ikinci şık olduğunu biliyordum. Ama yaşamsal faaliyetler gerçekleştirebilmek demek; ilk şıkkı kabul etmek demekti. Kadının arkasından birkaç saniye daha baktım. Sonra kaldırımda cebimdeki beş lirayı fark edene kadar oturdum. İlk başta cebimden kağıt sesi geldi. Peçete falan olduğunu düşündüm. Çünkü cebimde kağıt para olmasına alışık değildim. Bu yüzden şaşırdım. Normalde benim durumundaki birisi parayı muhtemelen kefen parası olarak saklardı. Ama ben midemin ısrarları yüzünden köşe başındaki dönerciden döner ayran aldım. Döneri en son kendimi insan gibi hissettiğim zaman yemiştim. Sanırım midem bu yüzden bu kadar ısrarlıydı. Parayı cebimden çıkardım. Ama yırtıktı. Ah o şans. Bende ne gezer ki? Kendi kendime “Dene ya. Ne çıkar? En fazla daha aç kalırsın.” diye düşündüm. Gittim ve adama parayı uzattım. Ama tabii ki parayı mükemmel bir şekilde katlayarak. Adam görmedi. Aldım döneri. Tam kaldırıma gideceğim derken yine omzuma bir omuz çarptı ve elindeki döner yere düştü. Dedim ya şansın benimle işi ne? İşte tam o an kulağıma bir şey fısıldadı. En başında bahsettiğim şey. Korkak ve pısırık umut. Bana aynen şöyle dedi: “Ben senin yanındayım.” Herhalde bu sözü açıklamama gerek yok. Ne olduğunu biliyoruz. Tabii ki önlemimi aldım. Yani umudun vücuduma yayılmasına izin vermemeye çalıştım. Ama nafile. Sonuçta tilkiye kurnaz desen de kurnazlığı bırakmaz. Yani umuda git desen de gitmez. Sonuçta su o vücuda düşmüş bir kere. Ben de dediğim gibi onu sarhoş. Nasıl mı yaptım? Onun güldüğü ve aklından ancak keyif olsun diye geçirdiği şeyleri yaparak.

Beni biraz olsun tanımışsınızdır. Yani bir şeylere cesaret ettiğim zaman en fazla ne kadarını yapacağımı. İşte umudun sarhoşluğu benim görünmek için bir şeylere cesaret etmem ve yapmamdı. Ama benim ilk olarak bir şeylere cesaret etmem gerekiyordu. Etrafıma baktım. Özellikle dönerimi düşüren ve bunu bile fark etmeyen insana (gerçi onun insanlığı tartışılır). Tamam beni insan olarak görmüyorlardı. Evet değersizim. Ne maddi ne de manevi hiç bir varlığım yoktu. Ama ya ekmeğin. Onun suçu neydi? Karın doyurmak mı? Yoksa değersiz birinin elinde olmak mı? Ya da o da mı görünmezdi? Hayır değildi. Görünmez olan insanların hastalıklı gözleriydi. Evet bu bir hastalıktı. Bir insan nasıl karnını doyuran şeyi görmezdi? Bir hastalık görmezdi. İşte benim cesaretim de bu olmalıydı. Hepsini bu hastalıktan kurtarmak. Her birinden tek bir atışta kurtulmak. Yere baktım. Döneri tabii ki aldım. Tekrar kaldırıma gittim ve yedim. Yedikten sonra çöpleri süpürgeleri hiç düşünmeden eve gittim. Düşünmeye başladım. Hepsinden nasıl kurtulacaktım? Nasıl bu hastalığa son verecektim? Derken pencereye bir kağıdın yapıştığını fark ettim. Pencereyi açtım. Yapışan kağıdı kopardım. Bu bir broşürdü. Üzerinde kocaman “Kamikaze”  yazıyordu. İkinci sayfasını açtım ve okudum. Diğer üçüncü ve dördüncü sayfasını da. Kafam birden bire bir plan kurdu. Kalbim onayladı. Ellerim de gerçekleştirdi. Bunların farkında olmayan bedenimde iki şey vardı. Biri bilincim diğeri de çakal umudum. Bilincim zaten çöpçü olduğumdan beri hiçbir şeyin farkında değildi. Umut ise sarhoş olmuştu.

Ne mi yapmıştım? Bomba. Evet bomba. Ergenlik dönemlerimde dağlarda savaşan insanlardan biri olma hayalim vardı (Ama tamamen gizemli olmayı sevdiğimden. O dönemlerde devlet suçlusu olmak hoşuma gidiyordu. Tabii bir de ailem yüzünden. Malum ırk). Bu yüzden bomba yapımına ilgim vardı. Hatta o dönemlerde araştırmalar yapıp, kendi odamda küçük çaplı bir patlama bile gerçekleştirmiştim. Ama bu seferki o dönemdekine göre daha büyüktü ve tabii ki canlı bombaydı. Çok tehlikeli değildi. Ama birkaç tane hastalıklıyı yok ederdi. Hem onları öldürmem sadece benim için faydalı değildi. Aynı zamanda bu hastalığa taşımayan birkaç tane bile olsa insanı kurutacaktım. Çünkü bu hastalık bulaşıcıydı. Belki ben ölecektim. Ama iyi bir şey için ölecektim. Bu yüzden kendini patlattım. Bunu yapmadan önce kulağımda yine bir fısıldama daha doğrusu bir şarkı duydum. Umudun ve gerçeğin çığlıklarından oluşan “I feel good”  şarkısını. Umut korkmuş gerçek ise mutluydu.

 

Zilan Damla Polat

2008 yılında televizyonda başlayan bir tiyatro programını, ailesinin kendisini küçükken götürdüğü bir tiyatro oyunu yüzünden izlemek zorunda kalır. Çünkü ailesi onu masanın altından dev bir kızın şak diye kelebek olarak çıktığı bir oyuna götürür. O andan itibaren beyni ilk saçmalama virüsünü kapar ama o bunun farkına varamaz. 2008 yılında BKM’nin başlamasıyla beraber biraz daha mutluluk için 4 yıl tedavi görür. Ama o tedavi istemez. Tam tersine hastalığa sahip olmak ister ve seçkiye öykü gönderir.

Bir Su Umudunu Sarhoş Etmek” için 1 Yorum Var

  1. Merhabalar.
    Harika bir öyküydü, çok güzel yazılmıştı. Duygular, anlatım; her şey.
    ”Sonuçta tilkiye kurnaz desen de kurnazlığı bırakmaz.” Değil mi?
    ”Kafam birden bire bir plan kurdu. Kalbim onayladı. Ellerim de gerçekleştirdi.”
    ”Umut korkmuş gerçek ise mutluydu.”
    İlk başta deneme havası vardı öyküde, ve o haliyle de güzelken sonrasında dönüştüğü şeye bayıldım.
    ”I feel good,” öyleyse kafidir 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *