Nesrin daha hızlı koşuyordu ama Burcu’nun da ondan kalır yanı yoktu. İki genç kadın, kara bulutların siyahımsı morluğunu aktardığı çılgın köpüklü dalgalarıyla ayakların döven denizin kıyısındaki koşularını iyice hızlandırmış, antrenmanı bir tür sidik yarışına çevirmişlerdi. Nesrin, onu fersah fersah geçen Burcu’nun arkasından bağırdı, “Kız sidikli Fatooo! Kız dursana be!” Burcu hayınlığına bacaklarına giden glikojeni kökledi, şimdi kendini saatte iki yüz elli, üç yüz kilometre hızla gidiyor belliyordu.
Nesrin sigaranın pare pare deştiği güzelim alveollerinin kanını bu kadar hızlı temizleyemeyeceğini anlamış gibi zınk diye olduğu yere çakılıp kaldı. Şimdi nefesi bildiği tüm deliklerinden giriyor ama çıkamıyordu, kıt nefesinin son katreleriyle hırıldadı “Allah’ın belası kaltak, dur dedik işte. Geberiyorum bak,” Öksürük ve hırıltılar arasında kumlara yuvarlandı. Islak kumlarda sırt üstü yatmıştı, buğusu tüten taze ve kocaman inek pisliği gibi öyle yamyassı, öyle kokulu. Öksürükten gözleri yaşarıyor,keskin soğuğuyla ısırgan deniz rüzgârı burnundan sümüklerin sızarak akmasına neden oluyordu.Tüm bu vücut mailerine bir de burun direklerini kibrit çöpü misali kırıp atan ter karışmıştı ki, artık yerde yatan şeye değil kadın, insan demeye şahit lazımdı.
Beş yüz mil sonra nihayet durup arkasına bakmayı akıl eden Burcu, Nesrin’i yerde serili görünce aklı gitti. Çok sevdiği arkadaşına bir şey olduğunu sanıp geldiğinden daha hızlı şekilde Nesrin’e doğru koşmaya başladı. Koşarken de, “Ah benim mal kafam, ne diye zorluyorsun tiryaki karıyı, olacağı buydu. N’olur sana bir şey olmasın Nesko,” diye söylendi, son düşünce kırıntısı anladığında belirir belirmez, göz pınarlarından da yaşlar neşet etti.
Tuz kokusuna yosun, gök yansısına deniz karışıyordu. Nesrin’in midesi allak bullak olmuştu. Yüzüne vuran dalga sisi onu bir nebze kendine getirmişti.Hafifçe gömüldüğü kumlar, bir buçuk tonluk ağırlığı nedeniyle onu yutacak diye birden kalbi gürp etti.Korkusu sahici değildi, belki de sahiciydi. Karar veremeden kalkmak istedi, ellerine yük verdi, kumsalın deniz çizgisinin ince gevşek kum katmanı üzerinde olduğu için elleri derine doğru iyice gömüldü. Sertliği bulunca güç alıp kalkacaktı, iyice yüklenip vücudunu kaldıracakken sol elinin altında şekilli bir sertlik hissetti, parmakları alışkanlıkla sert şeyi kavradı, bu silindirik bir şey olmalıydı. Şimdi oturur pozisyona gelmişti, sağ elini kolayca kumdan çıkardı ama sol eliyle kavradığı soğuk ve silindirik şeyi bırakmak istemiyordu.
Burcu, Nesrin’in yanına varmadan onun oturduğunu görmüş, içi rahatlamıştı, koşusunu yavaşlattı, fakat hâlâ durumunu merak ediyordu.
Nesrin dizlerinin üzerine çöktü, sağ elini de sol elinin yanına kadar kuma gömdü, soğuk ama düzgün nesneyi şimdi iki eliyle kavramış çıkarmak için var gücüyle yükleniyordu. O sırada Burcu yanına geldi “Hey!Beni çok korkuttun. Bir dakika sen ne yapıyorsun öyle?” Nesrin kafasını kaldırmadan dişlerinin arasından “Bıt bıt yapacağına bana yardım et,” diyebildi, nefesinin geri kalanını nesneye yükledi.
Keskin bir küfür, en azından azgın bir laf vuruşu beklerken yardım talebi Burcu’yu bocalattı, ne yapacağını şaşırdı bir an. Sağa, sola bakıp oda kumlara diz çöktü, can arkadaşına yardım etti. Islak kuma gömülü nesne uzundu ve yerinden çıkmayı ısrarla reddediyordu. Önce Nesrin, sonra Burcu küfre başladı, tabi ki fizik kurallarını küfürle esnetemeyeceklerinin farkındalardı, lakin kaslarına verilecek ekstra güç küfrün gaz teline bağlıydı, ilmen değilse de, duygusal olarak öyleydi.
Kazarak çıkarmanın daha kolay olacağını anlayana kadar bin beş yüz kalori daha harcadılar, koşu moşu derken bu sabah yalnız kumsalın ıssızlığında epey kalorinin hakkından gelmişlerdi.
Nihayet kumların içinden iki metre boyunda, ucunda yassı ve geniş gövdeli uca doğru iyice sivrilen, yeşilimsi metal bir temren bulunan mızrağı çıkarmayı başardılar. İkisi de yorgunluktan tekrar kumlara serilmişlerdi. Birer elleri hâlâ mızrağı kavrar haldeydi.
Ayağa kalkıp hazinelerini incelemeye koyuldular. Bu ıssız ve kilometrelerce uzunluktaki sahile yaz mevsimi harici yabancılar uğramazdı. Kışın koşanlar, yalnızlığını dalgalar arasında öldürmek isteyenler ve bir de düpedüz berduşlar buraların sabit müdavimleriydi. Çılgın fırtınalar, sırtlarına bindikleri dalgaları kükreterek sahile kafa attırırlardı, dalgalarsa avurtlarına sakladıkları envai çeşit nesneyi kumlara tükürürdü.
Nesrin’le, Burcu’nun çok ilginç şeyler buldukları olmuştu, buldukları en iyi şey yarısı içilmiş votka şişesiydi, en yararlı şeyse mucizevî şekilde teki kaybolmadan sahile vuran bir çift kaliteli kumsal terliğiydi. Fakat ellerinde tuttukları soğuk ama sağlam nesnenin ne olduğu hakkında hiç fikirleri yoktu.
Tamam, bu bir mızraktı, gövdesi ahşap gibiydi, çok renkli motiflerle süslüydü, motiflerin içinden yılankavi şekilde kıvrılarak gövdeyi saran daha önce hiç görmedikleri bir alfabeyle yazılmış bir yazı da vardı, bir de sapın alt tarafını saran uzunca metalik bir silindirin ucundaki küçük topuz, hepsi o kadar. Nesrin,Burcu’ya kaşlarının altından bakıp sırıttı, “Kız yoksa gömü parçası mı bulduk? Valla yaşarız he.” Burcu omuz silkti, “Bizdeki şansın tam ortasından kamyon geçmiş bacım, elimizdeki bir yerimize girmesin yeter, gömü bulmuş sayarız kendimizi. Hem kumlar içinde gömü ne arasın, kesin pahalı bir ev aksesuarıdır. Zenginin birinin yatından falan denize düşmüştür.”
Nesrin, kalın kalçalarına nazaran yukarı doğru giderek incelen vücudunu kımıldattı. Kırklarını yeni devirmiş kırık sarı saçları, çıkık elmacık kemikleriyle belirginleşen uzun yüzünde oynaşıp duruyordu, şimdi rüzgâr ona daha az ısırgan geliyordu. Dar, kıvrımlı küçük ağzının kenarları seğirdi, “Çok paradan bahsediyorum. Benim Kapalıçarşı’da bir tanıdık var.” Nesrin’den daha genç olan Burcu’nun dolgun yüzü aydınlandı, uçları kıvrık yay şeklindeki kaşlarının biri yukarı kalkmış şekilde sordu “Bu çubuğu neremize sokup eve kadar götüreceğiz ki? Yolda giderken ben buradayım diye bağırır bu, mızrakla dolaşan iki karı, sirenleri açık itfaiye arabası gibi görünürüz.” Düşüncelere dalan Nesrin sadece “Haklısın,” demekle yetindi. İkisi de ellerinde duran mızrağa baktı.
Sırılsıklam oldukları için üşümeye başlamışlardı, düşünceler içinde yuvarlanıp giden Nesrin mızrağa bakıyordu ama aslında bir şey görmüyordu, aşağıda bir türlü yerini kestiremediği bir noktaya gözleri odaklanmıştı, bakışlarının içiyse boştu, beyni tüm enerjisini içe döndürmüştü, vücudun dış kısmıyla bağı iptal olmuştu.
Ayakta dikilmekten sıkılan Burcu mızrağı hafifçe çekerek Nesrin’den aldı. Nesrin’in bu derin düşünce haline geçince hayatla bağının koptuğunu biliyordu. Mızrağın ucunu göğe doğru kaldırdı, şimdi şunun ucu uzasa uzasa bulutları delip güneşi ortaya çıkarsa diye içinden geçirdi. Tam o anda mızrağın ucundan kör edici bir ışık çıktı ve bulutlara çarptı, bulutlar döne döne açılarak kocaman bir boşluk meydana getirdi, güneş altın sarısı ışığını kumsalda dikilen kadınların tam üzerine saldı. Yaklaşık beş yüz metre çapında bir açıklık oluşmuştu. Burcu’nun ağzı açık kaldı,kımıldayamayacak haldeydi. Neden sonra kendine gelip Nesrin’i sarsarak düşüncelerinden uyandırdı, olayı anlattı. “Hadi len, maytap geçme benle” cevabını alınca mızrağı onun eline tutuşturdu “Düşün hadi, mızrağı bir şeye yönelt ve düşün sadece,” dedi.
Elindeki mızrağı az ileride denizin kıyıya attığı ıslak ağaç kütüğüne yönlendirip, sesli şekilde “Altına çevir,” diye bağırdı, hiçbir şey olmadı. “Keh, anca benimle dalga geç sen. Kızım hayal kuracağına biraz kafanı çalıştırsana. Bunu satabilirsek belki bir ev bile alabiliriz, kiralarda sümük gibi sünmekten kurtuluruz he.” Elini yumruk yapıp hafifçe Burcu’nun kafasını dürttü.
Güneş onları hızla kuruttu, içleri gerçekten ısınıvermişti. Sahilde buldukları paçavralara ve sararıp yosunlanmış naylon parçalarına sardıkları mızrağı eve götürdüler.Böyle çeri çöpü evdeki mangalda yakmak için habire taşıdıkları için çevredekilerin dikkatini çekmediler.
Aynı akşam ikisi de sevgililerini paylaştıkları bekâr evlerine çağırdılar, genelde bunu yapmazlardı çünkü kafası az çalışan erkek milleti bir araya gelir gelmez ya konsol oyunlarına dalar yahut sonu gelmez futbol tartışmalarında kendilerini kaybederlerdi. Lakin bu sefer yardıma ihtiyaçları vardı. Sonuçta antik bir tarihi eseri gayrı resmi yollardan elden çıkarmaya kalkışacaklardı ve yardım almadan bunu yapmaya cesaret edemiyorlardı.
Galip ve Raşit neredeyse koşarak gelmişlerdi, bu eve davet edilmek onların indin de bir tek anlama geliyordu. Fakat eve varıp diğer çifti görmek ikisinin de moralini hafifçe bozmuştu, suratları asılmıştı. Neyse ki, toplaşmayı rakı muhabbetine evrilterek geceyi çok efkâra batmadan geçirebilecekleri fikri ikisinin de kafasında aynı anda parıldadı, aptalca sırıtışları suratlarında daimî olarak durduğu yere geri geldi.
Kadınlar, adamları bir miktar içirip habere hazır hale getirmeye çalıştılar, yoksa ayık kafaya bu iki korkağın bir şeye cesaret edeceği yoktu. İlginç olarak kızların ikisi de aynı tip adamları seviyorlardı. Aptal, bir de üstüne korkak olanları kontrol etmesi en kolay olanlardı, sevmesi de kolaydı. Tavşan boku gibi, üzerlerine fazla bulaşmayan, kontrolleri altındaki ilişkiler ikisinin de hoşuna gidiyordu. Hep böyle değildi, zorlu ilişkilerden savaşarak kurtulmuşlardı. Dost olduktan ve aynı eve taşındıktan sonra ilişki için bu altın kuralı kendi aralarında icat edivermişlerdi, memnundular.
Konuyu Nesrin açtı, top adamların kafasında dolaştı, Burcu çalımla aldığı topu Nesrin’e pasladı, o da golü attı. Göründükleri kadar aptal olmayan herifler mızrağı görmekte ısrarcıydılar. Mızrak ortaya çıktı, Raşit “Aha ben bunu biliyorum, internette benzerini görmüştüm, bu Bobokombo kavmine ait bir mızrak. Biliyorum, çok eski bir kavimmiş, hem de Karadeniz kıyısında yerleşiklermiş. Kesin onlara aittir.” Galip gülerek Raşit’in ensesine bir şaplak attı “Atma Recep, din kardeşiyiz şurada. Sen ne bilirsin ki Bobokombo kavmini. Kızlar şunu masaya yatırsanıza, yakından bir inceleyelim.”
Oturdukları müstakil evin geniş bahçesinde ayışığı altında kurulu sofralarındaki mezeleri, yiyecekleri kenara çekip mızrağı masaya yatırdılar. Erkekler derinlemesine incelemeye geçmişken, ayakta ellerinde kadehle duran kızlar birbirlerine bakıp, dirsekleriyle kuru böğürlerini karşılıklı dürtükleyip gülüşüyorlar, erkeklerinin ebleh merakı hakkında espriler yapıyorlardı.
Raşit uzun, kartal gagası gibi kıvrık burnundan konuşuyordu, sesi tiz ve boğuk bir kısrağın arasından çıkıyormuşçasına garipti. Alkol sesini iyice tiz ve komik hale getirmişti.
“Abicim niye bana inanmıyorsun, bak telefonumdaki resimle aynı işte.” Galip kızgın kızgın bir telefon ekranına, bir ay ışığı altında parıldayıp yaldırlanan mızrağa baktı, uzun sakalları nedeniyle iyice sarkmış düz hatlara sahip suratını sallayarak konuştu, “Nereye aynı mal! Hiç alakası yok bir kere. Ne renk ne motif, hatta metal ucu bile aynı değil.” Adamlar epey tartışıp mızrağın ahşabımsı gövdesinin alt tarafındaki metalik kısma odaklandılar. Metalik silindir kılıfın ucundaki küçük topuz, kaynaklı değil de sanki vidalı gibi duruyordu. Onu sökmeye karar verdiler. Bazen savaşçılar, uzun seferlerde zor durumda kaldıklarında ihtiyat parası olarak parça altınlarını böyle vidalı topuzla ağzı kapatılan haznelere saklarlarmış, belki bunda da bir tane olabilir diyorlardı.
Kan ter içinde topuzu çevirip açmaya çalıştılar ama nafileydi, şimdi sabah Nesrin’in düştüğü hale düşmüşlerdi, inek boku gibi yayvan ve sıvışık görünüyorlardı.
Onlar çabalarken Burcu, Nesrin’i bir türlü inandıramadığı olayı adamlara anlattı. Adamlar hemen inandılar, doğaları gereği olağan üstülüğe aptalca bir bağlılık hissediyorlardı, anlaklarının içine sızamadığı her çatlağı inançla sıvamak adetleriydi. Bilmedikleri her şeye inanmaya hazırdılar.
Raşit, alkolle iyice bilinci bulanmış şekilde üzerine eğildiği mızraktan başını kaldırdı, gerindi, “Nasıl vidalamışlar mereti, kaynaklı mı yoksa?” Galip sinirlenerek, “Lan Bobokombocu, sen demedin mi bunlar eski kavme ait olabilir diye, kaynak yapmayı ne bilsin antikalar.” Başını sallayarak sarhoşluğunu atmak ister gibi yapan Raşit, “O da doğru” demeyi zorlukla başardı.
Nesrin olaya el koymak için mızrağın başına gitti, “Vida sağa mı, sola mı çevrilip açılıyor? Nasıl oluyordu?” Sevgilisi olan Galip, Nesrin’in yanağından küçük bir makas aldı “Oy minnoşum, vida mı aççen şen bakem? Saat yönünün tersine doğru çevireceksin.” Raşit illa bir şey söylemiş olmak için, “Evrensel kuraldır, vida saat yönünde sıkılır, tersi yönde açılır” diye söylendi.
Nesrin biraz denedi ama olmadı, Burcu da yardımına geldi, ama yine olmadı. Sonra nesrin, “Ya tersi doğruysa? Öyle ya, madem bu kutsal bir mızrak -yani Burcu’nun iddiası bu yönde- o zaman bunu yapan da normal yollardan gitmiş olamaz.” Hemen saat yönünde topuzu çevirdi ve top yavaşça yuvasının içinde dönmeye başladı. Hepsi şaşkınlıkla gözlerini mızrağa dikmişti, yürekleri ağızlarında bekliyorlardı, o ara Raşit heyecandan kadeh yerine yuvarlak kül tablasını kavrayıp ağzına götürdü. Nesrin nefesini tutarak artık boşa çıkan topuzu nazikçe dışarı çekti. Topuzun ucunda uzunca, levha gibi bir şey vardı.
Topuzun ucundaki uzun, ince dikdörtgen formundaki levhanın üzerinde küçük, silindirik, küp şeklinde paçalar ve türlü garip kabartılar vardı. Birkaç uzun yatay silindir, birkaç da tam kare parça, bu kabartıların arasında çok ince parlak bağlantılar görülüyordu, birçok bağlantı yolu birbirini kesmeden kabartılar arasında bir ağ oluşturmuştu.
Galip heyecanla, “Hah haaa, ben demiştim. Ne Bobokombosu, bu bayağı elektronik devre, Çin malı oyuncak bu,” dedi. Gülerek elindeki kadehi kafasının üzerinde dolandırıp fondip yaptı. Raşit somurtarak sandalyesine oturdu, gecenin sonuna doğru içindeki lezzetli şeyler iyice azalan meze tabaklarına daldı, aniden midesine bir kazıntı gelmişti. Bu duruma üzülen yalnız bizim sporcu kızlar oldu. Birbirlerine bakıp kollarını göğüslerinde kavuşturdular.
Burcu, “Yemin ediyorum bak. Bu oyuncak falan değil, istediğin her şey üzerine yemin ederim.” Nesrin biraz kırgın ve çokça üzgün bir sesle “Kızım tamam yemin ette, yani içinde elektronik şey varmış işte. Nasıl olmuş olabilir ki? Bulut yarıcısı icat olundu, üstüne kafandaki düşünceyi okuyan versiyonu çıktı da bizim mi haberimiz olmadı? Yani?” Burcu karşılık vermeden gözlerini mızrağa dikti. Bir kolu göğsüne kavuşuk, diğer koluyla ondan destek alarak elini çenesine koymuş, ince ve şekilli işaret parmağıyla burnuna ritmik vuruşlar yaparak düşünüyordu.
“Hah buldum!” Herkes Burcu’ya baktı. Erkeklerin gözleri içkiden iyice kaymış, birer kadeh daha vursalar göz yuvarları daha da kayıp suratlarından düşecekmiş gibi görünüyordu. Nesrin meraklı ve canlanmış yüzünü ona yaklaştırdı, “Ne buldun?”
“Bu gizemi kimin çözeceğini. Sertaç var ya, hani şu bizim orada AR-GE müdürü olan. Beni sever.” Sözün burasında Raşit kulaklandı, yayvan kelimelerle “Ne demek seveer? Burcu, Raşit’in kafasını tapışladı, “Öyle değil sevgilim. Yaptığım işi iyi yapmamdan ötürü amir olarak beni takdir eder demek istedim.” Raşit hemen inandı.
Burcu, arada Sertaç’la fuckbadi olarak takılmayı seviyordu, daha ilerisinin ikisi için de yıpratıcı olacağını biliyorlardı. Fuckbadi olmaları bir tür kanka olmalarına da kapı açmıştı. “Çok zekidir, ODTÜ fiziği bitirmiş, sonrasında matematik doktorası yapmış, üstüne İTÜ makine mühendisliği var adamın. Tarihi de sever, ondan iyi kim bilir ki?” Nesrin heyecanla elini çırptı, “Valla bravo, yine çözdü işi benim minnoş kankam.” Burcunun yanaklarını okşadı, bir de öpücük kondurdu alnına. Hemen masaya koştu, Burcu’nun telefonu kapıp getirdi.
“Alo, efendim. Ha ne? Saat kaç?” Burcu hızlı hızlı konuştu, “Sertaç kusura bakma ya. Gecenin bu saatinde aradık ama tanıdığımız en zeki kişi sen olunca biraz da mecbur kaldık. Bir meselede…” Galip artık iyice sarhoş olmuş, kendi etrafında dönen sesiyle “En zeki kim, ne kim o? Biz de bulurduk canım. Hem evet, mızrak, Çin o Çin. Söyleyin ona hangi firma biliyosa, ben de bulurum şimdi, telefonum nerede? Googoye Amca…” Daha fazla uzatamadan Nesrin Galip’in uzun sakalını sertçe çekti, kafası öne doğru gelince alnına da bir şaplak atıp oturduğu eğik arkalıklı sandalyeye doğru geri itti, işaret parmağını dudaklarına götürüp setçe şşşitledi.
“Benle Nesrin bugün koşarken, biliyorsun zindeliğimi her gün koşmama borçluyum, her neyse kumsalda koşarken bir şey bulduk. Aslında mızrak gibi bir şey.” Lafın devamında o saate kadar olan her şeyi eksiksiz anlattı, masada oturan iki hödüğün bahsini çok geçirmeden olayı özetledi. Bir bakmasını rica etti, ayrıntılı video ve fotoğrafları göndereceğini söyledi.
Yatağının içinde oturan Sertaç dönüp radyolu masa saatine baktı, epey geçti, eliyle ensesini ovdu. Konu ilgisini çekse de bu saatte çekilecek ıstırap değildi. Bir dahaki buluşmalarında, bunun acısını Burcu’dan sertçe çıkarırım diye sırıtarak düşündü. O da bu şeyin bir oyuncak olduğuna inanıyordu ya, yine de bakacaktı, artık söz vermişti.
Sertaç telefonuna gelen resimlere baktı, videoyu inceledi ve gözlerine inanamadı. Daha iyi görüp, bir şeyler araştırmak için yatağından don, atlet fırlayıp bilgisayarın başına gitti. Epey bir araştırma, birkaç kitap karıştırmadan sonra Burcu’yu aradı.
“Neredesin Burcu? O mızrağı yakından görmem lazım.” Burcu epey şaşırmıştı, mızrak fotoğraflarını gönderirken bunlara Sertaç’ın ancak sabah bakacağını düşünmüştü, tanıdığı Sertaç öyle yapardı. Kolayca heyecanlanamayan, elindeki işi iyice didikleyen bir tipti. Burcu’nun sesi boğuk çıktı “Neden, ne oldu ki?”
“Gelince anlatsam?”
Burcu etrafına baktı, etrafındaki saçmalık Dali yorumu şeklinde her yerden uzayarak yerlere akıyordu.
Bahçeye kurulu masanın üzeri artıklar ve sarhoş devirmeleri yüzünden yayvan bir çöp tenekesinin ağzına dönmüştü. Çöp kutusunun başında oturan adamların yakaları, bağırları dağılmış sandalyelerinde ancak sarkarak oturabiliyorlardı. Masanın etrafı aynı şekilde darman dumandı, yerde bira kutuları, sigara izmaritleri, hangi ara kimin yuttuğunu bilmediği portakal kabuklarıyla dolmuştu. Nesrin’in aklı başında sayılırdı, diğer iki gebeş ise umutsuzdu. Bir kendi, o da kendine kefil değildi ya, bilinci açık ve dağılmamış sayılırdı. Hayır diyemedi. Yine de sordu, “Neden? Ne oldu? Acelenin sebebi nedir?”
Telefonda izahat vermek Sertaç’ın en nefret ettiği şeydi, yüz yüze olmanın verdiği güven ve inandırıcılık gibisi yoktu. Göz göze verilmeyen izahat kafadan sakattı. Yine de kendini zorladı, eğer onları şimdi terslerse, merakının altında ezilir kalırdı, kuşları ürkütmemek lazımdı.
“Canım biliyorsun tarih konusunu severim. Bu parçayı tarihi bir eser gibi düşünmüştüm, yani şu mızrağın dip parçasını görene kadar öyle düşündüm.İnce levha üzerindekiler gerçekten elektronik bir devre gibi gözüküyor, lakin dünyadaki elektronik kompanentlere sadece şekli olarak benzerlik var. Çok başka bir dizilim ve görünüm arz ediyor, hiç böyle bir devre kartı görmüşlüğüm yok. Yine de devre diyebiliriz. Aslında o çok önemli değil, asıl akıl alıcı konu gövdedeki piktografik yazı yahut işaret serisi diyelim. Ona yakından bakmam lazım.” Burcu’nun aklı iyice karışmıştı, devre vardı ama devre değildi, yazı vardı ama yazı değil.
Suskunluğun buğulu camını Sertaç’ın sesi kırdı. “Galiba yazının ne manaya geldiğini soracaksın. İnan ki ben de bilmiyorum. Olay şu, piktogramdaki semboller çok eski bir hint kavmine ait. Piktogramların daha çok edebi metinleri ifade ettiği düşünülmüş ama bugüne kadar çözülememişti. Geçen ay yayınlanan bir makalede bu sembollerin, daha doğrusu değişken resimlerin matematiksel bir dile işaret ettiği iddiası ortaya atıldı. Hatta günümüzdeki karşılıkları bile tahminen yazılmıştı. İlginç olan da sizin bu mızrağın üzerindeki sembollerin değişken sıralaması, aslında bir tür kod gibi görünüyor ve aynı yazın işaretlerini taşıyor. Üşenmeden araştırdım ve elde ettiğim sonuca göre bu sembol sırası Forier dönüşümleri yardımıyla ilerletilmiş. Forier serileri hakkında bir şey biliyor musun?” Burcu duyduklarını sıraya koymaya çalışarak sadece, “Hayır,” diyebildi.
Sertaç boğazını temizleyerek, “Daha çok fizik, matematik ve mühendislikte kullanılır. Fourier dönüşümü, sürekli ve ayrık olarak ikiye ayrılabilir. İki dönüşüm de bir nesneyi ortogonal iki uzay arasında eşler. Diyelim x uzayındaki bir nesne k uzayında tanımlanmıştır. Bu dönüşüm diferansiyel denklemlerin çözümünde çok büyük rahatlık sağlar, zira bu dönüşüm sayesinde x uzayındaki diferansiyel denklemler k uzayında lineer denklemler olarak ifade edilirler. K uzayında bu denklemin çözümü bulunduktan sonra ters dönüşümle x uzayındaki karşılığı elde edilir, ki bu diferansiyel denklemin çözümüdür. Birinci dönüşümdeki ifade ikinci dönüşümde yerine oturtularak çözüm kolayca bulunur. Tabi bir de ters Forier dönüşümü vardır. Dönüşüm uzayları keyfi seçilebilir ancak fizikte, konum uzayından momentum uzayına ve zaman uzayından enerji uzayına De Broglie-Einstein denklemleriyle geçişler tanımlanmıştır.”
Burcu birden “Ne, ney. Bir dakika, hiçbir şey anlamıyorum ki. Ne söylüyorsun, özet geçsen diyorum.” Sertaç’ın canı çok sıkılmıştı, pof’ladı. Telefonda izahatın sonu böyleydi, “Anlamadım nöyy,” karşılığını almaya alışmıştı. “Neyse boş ver, sizin kod Forier dönüşümleriyle ilerliyor.” Burcu sıkılmış şekilde “Eeee?” Sertaç hafif kızarak “Eee’si sizin kodun Forier dönüşüm yöntemi daha geçen ay bulunan yepyeni bir yöntem, süper bilgisayarlar yardımıyla yapılan beş yıllık bir çalışmanın sonucu ve daha geçen hafta namlı bir matematik dergisinde tüm dünyaya duyuruldu. İnanabiliyor musun?!” Burcu ruhsuz bir şekilde, “Eee?”
Sertaç artık iyice kızmıştı, ama o akıllı biriydi, kızgınlığının mantığına ve bu noktada çıkarının önüne geçmesine izin vermezdi. “Bilgisayar kodu yazmayı öğrenmiştin değil mi? Sizin üniversitede iktisat bölümünde standarttı diye hatırlıyorum.”
Burcu gözlerini yuvasında ters çevirir gibi yaptı, yavaş yavaş yaptığından pişman oluyordu. Bu işin ucunda para var mıydı, yok muydu bir an önce öğrenmek isterken akademik bir konferansın tam ortasına ışınlanmış gibi hissediyordu. “Evet, elbette. Az da olsa kod yazdım, biliyorum.” Sertaç nihayet lafı hendekten atlatabileceğini düşünerek sevindi, “Hah işte, bilgisayar kodlama yöntemlerinden birinin adı dışa doğru patlayan kodlama diye bir şey, belki duymuşsundur. Her neyse, bu kodlama türünde diyelim birkaç kilobaytlık satır yazarsın ama matematiksel formülleri de koda işlersin. Program bir yerde çalıştırıldığında önce bu formüle kod devreye girer ve senin yazdığın satırları bir seri işlemden geçirerek gerçek kodu ortaya çıkarır. Birkaç kilobayttan onlarca megabaytlık program kodu ortaya çıkartılabilir. İşte sizin semboller daha geçen hafta keşfedilen Forier dönüşüm yöntemlerini kullanarak kodlanmış gibi duruyor. Kafam patladı resmen, yerimde duramadım. Kodu daha tam çözemedim ama…” Burcu artık çok sıkılmıştı, “Yarın görüşürüz Sertaç, buraya gelmen için saat çok geç, ben uyuyacağım. İlgin için teşekkürler, yarın konuşuruz,” dedi ve cevabı beklemeden telefonu kapattı. Sonra da telefonun güç düğmesine basılı tutarak onu kökten kapattı.
Nesrin yanına geldi, “Ne oldu? İki saattir ne anlatıyor?” Burcu sıkılmış şekilde, “Ne bilem ben. Matematikçi yerleri kabardı herifin, kafa ütüleyip durdu. O kadar sıkıldım ki telefonu kökten kapattım. Valla kafam artık hiçbir şeyi almıyor, şu mızrağın dibini eski yerine takıp toparlayıp kaldıralım. Yarın bir çaresine bakarız. Kafam iyice kazan oldu” dedi. Nesrin, kolayca mızrağın parçasını saatin ters yönünde çevirerek yerine taktı, mızrağı eski haline getirdi.
O sırada yarı baygınlıktan gözlerini açan Raşit, kendine gelir gibi oldu, sarhoş ağzıyla, “İki saattir herifçioğluyla ne konuşuyorsun, anlayalım,” dedi. Burcu eliyle ehh be hareketi çekti, Raşit kaplan çevikliğiyle ayağa dikildi. Hâlâ çok sarhoştu ama kıskançlığın kamçılamasıyla gücün sert kıvrımları vücudunu sarıvermişti. “Ne demek sus. Söylesene kadın.” Burcu son lafı duyunca açtı ağzını yumdu gözünü, Raşit’i itin götüne soktu.
Masadan mızrağı kapan Raşit, anırtıyla bağırtı arası sesiyle bas bas haykırmaya başladı, “Yıkarım lan burayı. Kim? Sen bana boynuz mu takıyorsun. Lafımı ağzıma mı…” Galip zorlukla kalkıp Raşit’e sarıldı, aman abi, canım abilerle onu teskine çalıştı. Fakat Raşit’in zembereği boşalmıştı bir kere. “Neymiş? Bulut yaran mızrak, bir bok yardığı yok. Neymiş? Onu seven arkadaşına soracakmış. Al bak, bok yarar ancak, ben sana cevabı vereyim. Bak bak, işte deniyorum.” Etrafına baktı dişe dokunur bir şey göremedi, yukarı kaldırdı gözlerini, hah işte aradığını bulmuştu. Tepsi gibi gökte parıldayarak duran Ay, orada onu bekliyordu. Raşit sesinin son teline kadar zorlayarak bağırdı, “Yarıl ey Ay, yarıl da alsın cevabını bu kaltak,” dediği anda aya çevrili mızrağın ucundan, bu sefer gündüz kinden çok daha dehşetli bir ışın huzmesi çıkıp taa Ay’a kadar uzandı.
Beş saniye kadar ışıyan mızrak aniden ışığını kesti. Kör edici ışıktan ellerini gözlerine siper ederek korunan Galip, Nesrin ve Burcu gözlerini temkinle açtılar, mızrağı elinde tutan Raşit sarhoşluğun verdiği yavaşlıktan ya da düpedüz kafası çalışmadığından gözlerini kapatmamış,neredeyse kör olmuştu, hiçbir şey gördüğü yoktu.
Diğer üçü gözlerine inanamadılar, ay ikiye yarılmış, iki yarım daire birbirinden on açı derecesi kadar ayrı kalmıştı. Yarım kürelerin etraflarında küçük partiküller gibi görünen, çok daha küçük binlerce parça saçılı duruyordu, yarılma sırasında ortaya çıkmış olmalıydılar. Buradan bu kadar küçük görünseler de oldukları yerde oldukça büyük, Ay’a ait parçalar oldukları kesindi. Ay parçalanmıştı. Hem de sarhoş bir aptal yüzünden.
Raşit hariç, diğer üçü çok korkmuşlardı ne yapacaklarını ne söyleyeceklerini bilmiyorlardı. Sonunda Burcu, “Ne yaptın sen aptal adam? Ne yaptın? İnanamıyorum ya, Ay parçalandı. Ay yok oldu!” Son cümlesini bağırarak çıkartmıştı. Raşit biraz geriledi, ayakta durmakta zorlanıyordu, demin ucunu yukarı doğru tuttuğu mızrağı el yordamıyla çevirip toprağa sapladı, şimdi bir dayanağı olmuştu.
Ona doğru geldiklerini hissettiği an tekrar bağırdı, sarhoşluğu kelimeleri ağzından çekiçleyip yamultarak çıkartıyordu. “Yakarın, dünyayı da yakarım. Alayının mına korum, bakın gelmeyin üstüme.” Galip artık ayılmış sayılırdı, gözlerini iyice açtı, bir kaplan gibi hedefine doğru hafifçe eğilip, omuzlarını kıstı, çaresi yok Raşit’e saldıracaktı.
- Dalga - 1 Mart 2021
- *C 19 m11* - 1 Nisan 2020
- C19 - 1 Mart 2020
- Tanrı Tohumu - 1 Şubat 2020
- Dairesel Üçgen - 1 Ocak 2020
Merhaba
Elinize sağlık. Bobokombo gerçekten var mı merak ettim
Ama nedense bu öykü daha öncekiler gibi değildi, neden? Yani önceki iki öykünüz bende çıtayı çok yükseltti. Burada anlamadığım, eksik kalan kafama takılan yerler oldu ve içimden bir ses nedense özellikle bunları böyle bıraktığınızı söylüyor.
Bilmiyorum, bilemedim.
Sizce öykünüz nasıl?
Merhaba Müge hanım. Bobokombo yok . Ve evet haklısınız öyküyü oldukça ham şekilde, yalnızca üç içinde yazarak, gönderdiğim için hem bariz hataları sırıtıyor hemde üzerine yeterince düşünülmediği gün gibi ortada. Neden gönderdim ben de bilmiyorum, tematik olması sebebiyle mi, emeğimi çöpe atmaya elimin gitmemesinden mi, hiç fikrim yok. Daha açılış cümlesi bile mantıksız, ileride beş, altı kelimelik fasılasız tamlamalar, daha da ileride Fourier ismini Forier diye tam altı kez yazmam gibi örnekler sıralayarak öykünün böğrüne hançeri ilk ben saplayayım. Üstüne Ay’ı yarmak gibi zorlama atraksiyonlarla, fazlaca karikatürize erkek karakter tiplemerini koyup, okuyucuyu boğacak uzun bilimsel açıklama paragraflarını yerleştirme çokbilmişliğimi de eklersek, bir hikaye nasıl heba edilir madalyasını rahatça boynuma takılabilir . Neyse işte, bazen oluyor öyle. Zannederim o ay boyunca “Kanzutka” isimli başka bir hikayeyle uğraştığım için şakülüm şaşmıştı, zamanda dar olunca böyle oldu.
Bende sizin hikayenizi okudum. Pek tatmin olmadım. O kadar laf saydığım, Karadelik ile ilgili hikayenizdeki duygu aktarma zarafeti bunda yok , tematik bağlantı söz sanatıyla kurulmuş, ki bu biraz kolaycılık, üstelik yeteneğiniz güçlü bir bağlantı kurmaya müsait. Ham değil ama aradığımız hikaye de bu değil sanki. Bu hikayenin malzemesinden yeni bir istiflemeyle daha iyi bir sonuç alınabilirdi, yada alınamazdı, bilmiyorum. Ben olsam yeniden yazardım. Belki başka bir yol tutardım. Lütfen alınmayın, size yol göstermek haddim değil, iyi bir kalemden daha iyi sonuç almak için küçük bir parça çaba . Sizin öykünün altına değil buraya yorumumu yazdım, çünkü orada da yazanlar olmuş, ben kalabalık etmek istemedim. Gelecek sayının konusu benim muhitte geçiyor , şimdiden nasıl bir hikaye yazacağınızı merak ediyorum, bende biraz farklı olmaya çabalayacağım, bakalım becerebilecek miyim?
Yok canım ben sizin üzerinize sizin kadar gelmedim. Ayı yarmak, erkek tiplemeleri bence keyifliydi, o kadar da batırmayın öykünüzü. Bir kaç kez daha üstünden geçmekle öykü kotarılabilir, kaleminiz güçlü çünkü.
Ya ben bu tema için yazdığım öyküyü çok sevdim, sevmeyenlere de kırgınım. Ele aldığım karakterler özellikle Maviş tam istediğim gibiydi. O yüzden size koca bir “hıh” diyorum
Şaka kaldırabildiğinizi umarak, sözlerime burada son verirken, öykümün altına her türlü yorumu yapabileceğinizi söylemek isterim.
Son bir şey, öykünüzü öylesine üç gün içinde yazıp öylesine göndermeyin efendim. Değer verip zaman ayırıp okuyoruz
Ve ayrıca benim ile ilgili aklımda, yamacımda bir öykü taslağı yok. Bakalım:
Kalın sağlıcakla
Tembihinize mutlak uymak niyetindeyim , bazen vazgeçebilmek gerekiyor, kabullenmekte. Kendi öykünüzü sevmeniz ve onu korumanız bazen biz eleştirenlerin unuttuğu bir şeyi hatırlatıyor, değilmi ki biz o yazdıklarımızı en önce kendimiz için, kendi zevkimize göre yazıyoruz. Başkalarının yazdıklarından sıkıldığımız noktada dönüp kendi yazdıklarımızı okuyor, tüm onları ilk önce kendimiz için yazdığımızı hatırlıyoruz. Bu nedenle hikayeniz için artık başka yorum yapmayacağım.
Uçan daireyi üç boyutlu olarak düşünürsek o zaman uçan balon olur, e madem daireyi balona çevirdik, birde bunu kırmızı renge boyayalım. Kırmızı balonun macerasına dair çocukluğumda seyrettiğim oldukça uzun bir filmi hatırladım şimdi, o balonu elinden kaçıran çocuğun tekrar balonuna kavuşma serüvenini şirin bir polisiye hikayesi olması yönünde de azıcık biçimlendirirsek, hopp alın size “Uçan daire” öykü fikri .
Polisiyeye elim yatkın olsa yazardım ama izninizle size fikir vermiş olayım, gelecek sayıya yalnız bırakmayın bizi. Sevgiler, selamlar.