Öykü

İkizlerin Buluşması

NOT: Kurguyu daha iyi anlayabilmeniz için öncelikle BATAKLIK CANAVARININ PEŞİNDE adlı öyküyü okumanızı tavsiye ederim.


Temel eğitimlerinin son gününe gelmişlerdi. Artık sihre ve büyüye dair birçok şey biliyorlardı. Bundan sonraki eğitimlerinde, büyüyü savaş tekniklerinde, silahlarına uygulamada, yaratım ve şifa gibi alanlarda uygulamayı öğreneceklerdi. Eugene’in heyecanıysa kılıcını büyüsüyle bileyebileceği içindi daha çok. Birkaç kez kılıcına büyü uygulama denemeleri yapmış ancak her seferinde başarısız olmuş, küçük sakatlıklar geçirmişti.

Sıkıcı kuramsal öğretiler ve küçük, önemsiz büyü eğitimleriyle geçecek olan son günlerinin bir an önce bitmesi ve gerçek bir eğitime başlamak için sabırsızlanıyor, gerçek görevlere gitmek ve savaşmak istiyordu.

Sabah, çoğu zamanki gibi güneş henüz doğarken ayağa kalkmış, Aidan’ı da alıp son derslerini görecekleri yere, Therna Gölü kenarına gitmişlerdi.

Aidan ve Eugene’le birlikte, ustaları Shaun Harghon, Liz adında bir kıza daha eğitim veriyordu. Liz, güneylerindeki komşu kasabalardan birinde yaşayan büyücü bir çiftin kızıydı. Kızın anne-babası, genç büyücülerin ebeveynleriyle birçok kez ortak iş yapmış, oldukça yetenekli şifacılardı. Kızlarını da bu konuda yetişmesi için Shaun’a teslim etmişlerdi. Ve Aidan, henüz ona itiraf edememiş olsa da kıza aşıktı!

Therna Gölüne geldikleri vakit, güneş tepelerden sadece birkaç adım yükselmişti. İskelenin ucunda oturup güneş ve suyun sevişmesini izliyor ve hocalarının gelmesini bekliyordu iki öğrenci. Liz henüz onlara katılmamıştı.

“Sen aşık falan değilsin Liz’e Aidan. Gerçekten seviyor olsaydın şimdiye kadar çoktan açılmış olman gerekirdi.” Liz onlarla beraber eğitim görmeye başladığı zamandan, neredeyse dört yıldan beri kızla her gün görüşüyorlardı ancak, hareket ve davranışları onu ele vermediyse eğer, ona aşık olduğuna dair küçük bir göndermede dahi bulunamamıştı çocuk.

“Duygularımın ne anlama geldiğini bilecek kadar zekiyim, sadece doğru zamanı bekliyorum.” Ayağa kalktı Aidan, iskeleden sahile yürümeye başladı. Eugene de onu takip etti. “Bundan sonraki eğitimimiz daha farklı olacak biliyorsun değil mi?” Böyle zamanlarda konuyu değiştirirdi hemen.

“Hem de nasıl! İhtiyarın gerçek şeyler öğreteceğinden bile şüpheliyim.” Kılıcını, meyan ağacının yumuşak ahşabıyla çeliğin birleşiminden oluşan kabzasından tutup savurarak çıkardı kınından ve havada birkaç kez salladı. “Daha fazla eğitime ihtiyacım olduğunu düşünmüyorum, biliyorsun…”

“Evet, evet sen harikasın, biliyorum. Kılıcını yirmi metre yüksekten neredeyse kafana saplayabilecek kadar yetenekli!”

“O kadar yükseğe gönderebilmem bile yeterli değil mi sence?” Eugene, sağ elinde tuttuğu silahını birkaç kez, yuvarlak çizecek şekilde savurdu ve göle doğru fırlattı, kılıcı boşluğa bıraktığı sırada açtığı sağ avucuyla havada şekiller çizmeye koyuldu. Boşlukta yol alan kılıç birkaç saniye sonra ardında belli belirsiz beyaz buhar izleri bırakarak yoluna daha hızlı devam ediyordu. Bu sefer, kılıcı izleyen elinin baş parmağını hafifçe yere doğru eğdi, aynı anda da fısıltıyla bir şeyler söylüyordu ama istediği etkiyi gerçekleştirememiş olduğunun farkına vardığı anda kılıç, ardında bıraktığı izler silinerek suyu yarıp balıklarla yüzmeye başlamıştı bile.

Kılıç suya düştükten sonra Aidan, arkadaşını hararetle alkışlayıp onu tebrik etti. “Tebrikler, harika bir gösteriydi!” Eugene suratını asmış, istediği etkiyi gerçekleştirememiş olmanın burukluğuyla kılıcını geri çağırdı.

“Aman çok komik!” Eugene kılıcını kınına yerleştirdi.

“İkizin olmadan yaptığın büyüler o kadar da güçlü olmaz. Her ne kadar yetenekli olsan da…” Eugene kılıç konusunda gerçekten yetenekliydi ancak onu büyüyle birleştirmekte sıkıntı çektiği de bir gerçekti.

“Onu bulacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum. Bence benimki bir Navu terf!” dedi çocuk. Buna gerçekten inanıyor muydu yoksa sadece bir ihtirastan mı ibaretti kendisi de henüz emin değildi.

Navu Terf’lerin bir büyücüyü ikizi olarak seçmesi oldukça nadir görülen bir olaydı. Son üç yüz yılda sadece iki büyücü bir navu terf’le ikiz olmuştu.

Navu terfler, herhangi bir yırtıcı kuş büyüklüğünde yaratıklardı ancak diğer kuşlardan oldukça farklıydılar. Bembeyaz tüyleri gece karanlığında bile parlardı. Başını kaplayan boz renkli tüyler ise ona ayrı bir asalet havası katıyordu. Yeşil gözleri on kilometre uzaklıktaki her şeyi görebilecek kadar keskin, sesi kurbanını çıldırtacak kadar yükselebilen kuşun kanat açıklığı yedi metreyi buluyordu. Pençeleri en kalın deriyi bile rahatça kesebilecek kadar keskin, büyük bir sığırı kaldırabilecek kadar güçlü navu terfler sihir yeteneğine de sahipti. Saldırı amaçlı büyü yapmayacak kadar güçlü yaratıklar, sihirlerini savunmasız anlarında korunabilmek için kullanırlardı daha çok. Bu yaratıkları uyurken bile büyüyle öldürmek her büyücünün başarabileceği bir şey değildi. Ki hiç bir gerçek büyücü navu terflere saldırmayı aklının ucundan dahi geçirmezdi. Sadece Segharnoth Bilginleri ve yandaşları buna cüret edebilirdi. Sihrinin kaynağı olan kalbine sahip olabilmek için…

“Benhord’un ikizinin bir kedi olduğunu söylüyorlar, sen de duydun mu?” Aidan konuyu değiştirdi çünkü arkadaşının, kendisini övmesinden hiç hoşlanmazdı.

“Utancından evden çıkamıyormuş zavallı şey…”

“Ben bunda utanılacak bir şey göremiyorum. Üstelik o herhangi bir kedi değilmiş. Benhord’un yanına Carnagh’tan geldiğini söylüyorlar.

“Hah! Bunu Benhord uyduruyor…

Çocuklar sohbete dalmışken ormanın içinde uzayan taş yoldan, atının yelesini savurup çimleri havalandırarak Liz geliyordu yanlarına.

Çocuklarla aynı yaşta olan kız, küçüklüğünden beri ailesinden bitkiler ve şifacılıkla ilgili dersler almıştı. Öğrendikleriniyse on üç yaşından beri ders aldığı hocası sayesinde oldukça pekiştirmişti. Şu anda bile birçok hastalığı tedavi edip derin yaraları iyileştirebilecek birikime sahipti. Shaun’un sınırsız tecrübe ve öğretilerinden yararlanırken bir yandan da ondan silah kullanmayı öğreniyordu.

Bir buçuk metreden biraz daha uzun boyuyla minicik bir vücuda ve kapkara, dalgalı saçlara sahipti kız. Upuzun yeleleri olan siyah atını sürerken onunla adeta tek vücut olurdu. Aidan onu, at binerken hayranlıkla izler, yakınındayken bakamadığı siyah gözlerine, yuvarlak, küçük yüzüne dalıp giderdi. ‘Gece gibi’ diye düşünürdü kızın, rüzgârda dalgalanan saçları ve pırıl pırıl ışıldayan gözleri için.

Dövüş derslerinde kuşandığı hafif zırhların içinde bile birçok gencin hayallerindeki kızı tasvir eden zarif vücudu günlük elbiseleri üzerindeyken gerçek bir sanat eseri gibi kıvrımlanıyordu. Küçük suratına uyum gösteren burnu ve ince-kırmızı dudaklarıysa usta bir ressamın fırçalarından çıkmış gibiydi.

Boyuna ve kilosuna rağmen ağır silahları kullanmakta zorluk çekmiyordu Liz. Ancak o silahlarla olan ilişkisini sadece eğitiminin bir gerekliliği olduğu için ve kendini savunabilecek yeterlilikte kuracak olsa da kılıç, örs gibi ağır silahlar yerine yay kullanmayı tercih etmişti. Diğer silahları sadece Shaun, ‘öğrenmelisin’ dediği için öğrenmeye çalışıyordu.

Dörtnala sürdüğü atıyla çocukların yanına gelince hayvandan atladı ve saçlarını toplayarak arkadaşlarının sohbetine katıldı o da.

“Selam,” diye girdi söze, “Mezuniyet günü için oldukça güzel bir hava!”

“Hala birer büyücü değiliz ki.” Eugene, on yedi yaşın özgüvenini oldukça cesur yaşıyordu. “Ben artık bıktım usandım bu eğitimlerden. Yeteneklerim var, sadece aptallar eğitime gereksinim duyar.”

“Bir aptal bile senden daha hızlı öğreniyor çocuk.” Eugene, gelen sesle irkildi bir an. Birkaç on adım arkalarında duran Shaun, asasını taşlı sahile vura vura geldi yanlarına.

Shaun, yıllar önce, henüz gençken hem savaşmış hem de ‘Yüksek Kurul’da yer almış güç ve bilgi sahibi bir büyücüydü. Şimdilerde grileşmiş saçları o zamanlar dalgalı ve kahverengiydi. Yirmili yaşlarından beri hiç kesmediği sakallarının her zaman düzgün görünmesine özen gösterirdi. İkizi olan asasıyla on yedi yaşına girdiği yıl, görkemli Ogernach şehrinin eski zamanlarından hatıra Dvargom hisarlarında tanışmıştı. O zamanlar oldukça güçlü ve etkin olan ‘Segharnoth Bilginleri’nin şehre gönderdiği bir çaşıt* ile savaşırken gelmişti asası ona.

Shaun’un omuzlarına dek uzayan asa, üç bin metrenin üzerindeki yüksekliklerde yetişen bir ağaç olan ‘barhog’ ağacındandı ve üst tarafındaki boynuzu andıran iki kol üzerinde taşıdığı taşlar, ‘turs’ denilen ve gerçekten çok az kişi tarafından çıkarılabilen madenlerdi. Bu taşların enerjisi öylesine yoğundu ki geceleri asasıyla dolaşan Shaun’un sağında uçuşan bir çift ışık huzmesi gibi görünürlerdi.

“Hocam,” Eugene mahcup bir tavırla omuzlarını yere düşürüp ona izahat vermek üzere öne çıkmıştı ancak Shaun çocuğun sözünü ağzına tıkıp onu susturdu.

“Artık basit eğitimler almayacaksınız. Sihri gerçek haliyle uygulamayı öğreteceğim size.” Shaun, asasını dikey şekilde havaya kaldırdı. Asanın iki kenarındaki boynuzlardan, sarmal oluşturacak şekilde beyaz bulutsu ışıklar yükseldi. Birkaç metre yükselen huzme havai fişek gibi patladı, patlamada ortaya çıkan dumanın arasından kızıl renkte bir yaratım hızla uçmaya başladı. Öğrenciler gözlerini ona odakladılar ancak, kızıl cisim gözden kaybolduktan sonra Shaun’a yönelttiler tekrar yüzlerini. Bir an sonra kafalarının üzerinden pike yaparak giden kuşa tekrar yöneldiklerinde yaratık birkaç metre havada, ardında izler bırakarak yok oldu.

“Bu küçük gösteriden sonra biraz daha ciddi ve sıkıcı bir konuşma yapacağım. Büyüyü zarar vermek için kullanmayacağınızı zaten biliyorsunuz, tekrar etmeme gerek yok. Herhangi bir saldırıyla karşı karşıya kaldığınız bir durumda başvuracağınız öncelikli yöntem savunma olacak. Hiçbir zaman ilk saldırıyı siz yapmayacaksınız.”

“Saçma,” diye söylendi içinden Eugene, hocası konuşmasına devam ederken. Shaun konuşmasını kesip gence yöneldi.

“Konuşmaya sen devam et Eugene.”

“Özür dilerim hocam. Ama bir düşmanla karşılaştığımda onun bana zarar vermesini beklemek ahmaklık olur.” Sözler dudaklarından hararetle ama biraz da olsa titrekçe çıkıyordu.

“Haklısın, düşman seni ilk hamlede öldürebilir. Ahmakça davranırsan ahmakça ölmüş olursun. Akıllıca davranırsan onurunla ölürsün.”

“Karşımdakinde onur yoksa bendekinin ne değeri kalır ki!”

“Önemli olan da bu ya, düşman ne kadar kötü olursa olsun biz kişiliğimizden ödün vermemeliyiz.” Konuşmaya katılan Lizdi.

“Bence de.” diye onayladı Aidan.

“Bu şekilde düşünmeye devam ederseniz gururlu köleler olmaktan kurtulamazsınız. Karşımızda amacı bizi köleleştirmek olan bir düşman var, düşman!” Çocuk artık cümlelerini daha sert kuruyordu.

“Düşmanı alt etmek sadece onunla savaşmakla olmaz genç adam.” diye öğütledi Shaun. Eugene’in özgüvenini ve cesaretini takdir ediyordu ama bu özelliklerinin de eğitilmesi gerekiyordu ona göre. Eğitimsiz cesaret aptallıktı sadece ve cahilce bir özgüven de başarısızlık getirmekten başka bir şeye neden olmazdı. “Ama ne yazık ki uzun bir süre daha savaşmaya hazır olmadığını görüyorum. Önünde çok uzun bir yol var.”

“Kılıçta çok başarılı olduğumu söyleyen kişi sizdiniz hocam. Ve ben de öyle düşünüyorum. Bu gereksiz eğitimlere ihtiyaç duyduğumu düşünmüyorum.”

“Demek eğitimlerimi gereksiz buluyorsun!”

“Öyle demek istemedim Hocam. Benim, eğitime ihtiyacım olmadığını söylüyorum . ‘Eğitim’ sözcüğünü vurgulayarak devam etti konuşmasına. “Sizin eğitimlerinize değil, herhangi bir eğitime ihtiyacım olmadığını düşündüğümü sööylüyorum.”

“Öyleyse sana tek bir ödev daha vereceğim. Eğer bunu geçersen sana ders vermeyi bırakacağım, kabul ediyor musun?” Genç adamın kibrini eğitmek için iyi bir fırsattı bu. Ona vereceği görev, özgüvenini olması gerektiği seviyeye getirecek ve gereksiz cesaretinden kurtaracaktı onu.

“Ediyorum. Ne isterseniz yapmaya hazırım. Kendimi size kanıtlamak istiyorum.”

“Ölmeden geri dönersen eğitimini tamamlanmış sayabilirsin; gideceğin yer gerçek bir yer olacak ve gerçek bir düşmanla savaşacaksın. İmajine düşmanlara benzemez onlar, buna hazır olduğuna emin misin?”

* * *

Çayırönü kasabasının ismine yaraşır yollarında başlayan seyahatinin onu nereye götüreceğini bilmiyordu. Shaun’un verdiği görevde hiçbir netlik olmamasına rağmen yine de bunu başarıp yeteneklerinin farkına varılmasını canı gönülden arzuluyor, bu yolda her şeyi yapmaya kararlı görünüyordu. Evinden ayrıldığında yanında ne ikizi vardı ne de dostları, sadece erzak bohçası ve kılıcını taşıyordu, bir de büyüsünü.

O gün Therna Gölü’nde öğretmeni ve arkadaşlarıyla tartıştıktan sonra Shaun, ‘Gideceğin yeri ne ben biliyorum ne de şimdilik sen biliyorsun.’ demişti. Yol onu, olması gerektiği yere ulaştıracak ve ödevinin ne olduğunu da o zaman öğrenebilecekti tam olarak.

İşte bu bilinmezlerle çıktığı yolda, doğuya yönelmişti. Nedenini kendisi de bilmiyordu, belki evlerinin kapısı doğuya baktığı için o yöne düşmüştü belki de güneşe yürümek istemişti…

Doğuya giden yol üzerinde, yürüme mesafesiyle iki gün uzaklıkta Ölüm Şeridi, beş günlük yol sonundaysa Ogernach şehri vardı. İlk gecesini geçireceği yer ise Merkon tepeleriydi.

Ogernach, Talyjah topraklarının en eski yerleşim yerlerindendi ve çağlar önce kurulan başka medeniyetlerin başkentliğini yapmış büyük bir kentti. Şehrin doğusunu ve batısını çevreleyen Dvargom Hisarları, haşmeti ve mimarisiyle insanları adeta büyülüyor, onları yüzlerce yıl öncesine götürüyordu.

Yol onu Ogernach’a kadar götürecek mi bundan emin değildi Eugene. Zira yolunun üzerinde şehirden daha tehlikeli yerler de vardı. Vadi ise bunlardan sadece bir tanesiydi. Ölüm Şeridi denilen çöl, Berghon şehrinin bittiği yerde ve Ogernach sınırlarının belirlendiği ormanla komşuydu. Orman ve Merkon Tepelerinin arasındaki çölün genişliği iki kilometre, uzunluğuysa yirmi üç kilometreydi ancak bu iki kilometreyi geçmek bütün bir gününü alabilirdi Eugene’in.

Vakit akşamüzerini bulduğunda Eugene hala yürüyordu. Kasabadan bir hayli uzaklaşmış, Merkon tepelerinin eteklerine dek gelmişti. Çayırlıklar ve sık olmayan yabani meyve ağacı ormanıyla kaplı bu tepeler, dinlenmek ve karnını doyurmak için en uygun yerdi. Eugene, taş yoldan çıktı ve batıya, tepelere doğru yol aldı. Gördüğü yerler arasında içine en çok huzur dolduran yer burası olmuştu. Hareketten, gürültüden uzak, sessiz ve yaşadığı dünyaya uygun olamayacak derecede güven telkin eden bir yerdi. Başlayış ve bitiş mesafeleri arasında çeyrek günün yarısı kadar bile mesafe olmayan tepelerin eteğinde, bir elma ağacının gölgesine kuruldu, omuz çantasından yiyeceklerini çıkardı. Aine, oğlunun çantasına üç şişe kavun şırası, ekmek ve bolca patates koymuştu. Şişenin birini aldı Eugene, birkaç yudum içip kenara bıraktı. Gölgesinden faydalandığı ağacın meyveleri henüz yeşermiş ve ekşiydiler. Yine de birkaç elma kopardı yere dek sarkan dallardan. Bu tür lezzetlerden meze yapılan kavun şırası, içenin ruhuna ferahlık verirdi…

Kavun şırasıyla birlikte yediği elmaları bitirdikten sonra bir ateş yaktı. Kuru dallarla tutuşturduğu ufak kütüklerin köz olmasını beklerken ateşin üzerine su dolu küçük bir tencere koydu. Su kaynarken batmakta olan güneşi Ogernach Ormanı’nın ufuk çizgisinde izliyordu. Ormanın hemen önünde uzayan sarı çizgi içini ürpertiyordu. Buradan geçmeyi hiç istemese de geçmek zorundaydı. Görevi onu çölde bekliyor olabilirdi.

Merkon tepelerinin ardı, ölüm kusan tehlikelerle dolu bir bölgeydi. İnsanlar buraya “Ölüm Kumulu” da derlerdi. Belki birkaç saat orada kalacaktı belki de kumul zamanla örtecekti cesedinin üzerini. Ölüm Şeridi, alabildiğine kumuldan oluşan, kumun altında yaşayan yırtıcı sürüngenlerle dolu bir yerdi. Bu sürüngenlerin bazıları oldukça zehirliydi bazılarınınsa jilet keskinliğinde kıskaçları vardı.

Küçük tenceresindeki su kaynayınca patateslerini pişirip karnını doyurdu. Kavun şırası şişesinin birini yarısına kadar bitirmiş, kalanını çantasına koymuştu. Ekmeğini ve topladığı birkaç ekşi elmayı da yerleştirip yoluna tepeye tırmanarak devam etti.

On beş dakika sonra tepenin en uç noktasına varmıştı ve kumul önünde olabildiğine uzanıyordu… Kampını tepenin en üst noktasına kurdu ve gecenin büyük bölümünü, toprağın altından çıkıp avlanmak isteyen sürüngenleri izleyerek geçirdi. Sayıları oldukça fazlaydı ancak tek başına yaşayan yaratıkların her biri kendisine bir bölge seçtiği ve diğerlerini kendi bölgesine sokmadığı için olası bir saldırı anında sürü ile değil bir tek yaratıkla dövüşeceği için kendini şanslı hissetmiyor değildi.

Gece yarısını birkaç saat geçen uyuya kalmış olan Eugene sabah ancak kuşluk vaktinden biraz önce uyanabildi. Karnını doyurup şişenin kalanını da bitirdiğinde tepenin zirve noktasında bir süre boyunca şeridi izledi.

Kılıcı hala kınında duruyordu ancak kemerine yerleştirdiği kamasını aldı. Nereden çıkacağı belli olmayan iri sürüngenlere karşı hazırlıklı olmalıydı. Bayır aşağı yoluna devam etti.

Güzel meyve ağaçları, kuş sesleri ve Berghon’a doğru kıvrılıp giden nehrin sesi birden kesiliyor, hemen ardından ölüm ve tehlike geliyordu. Ülkesinin en güvenli ve en tehlikeli toprakları birbirine komşuydu ve bu onu, doğaya hayran bırakıyordu. Meyve ağaçlarının bitip, çölün başladığı noktada birkaç dakika daha bekledi, aslında oraya girip girmemek konusunda hala emin değildi. Yine de gireceğini biliyordu…

* * *

Küçük, kuru çalılar ve güneşin yaktığı ot birikintileri… Ogernach’a ulaşabilmek için kumulun kuzeydoğu doğrultusunda gitmesi gerekiyordu.

Güneşin daha yakıcı, rüzgarın daha sert, gecenin daha soğuk olduğu çölde yönünü önce, güneşe bakarak kuzeye çevirdi. Her adımına dikkat ederek yürüyordu, kumulun nerede bataklığa dönüşeceği, nerede sürüngenleri barındırdığı bilinemezdi. Basacağı yere önce kılıcını gönderiyor, kumun altında neler olabileceğini kontrol ediyordu. Silahı kumun birkaç adım derinine saplıyor, küçük bir büyü yaparak onu on metre sürüklüyordu. Kılıcı geri çağırmadan önce de kestiği yolun batısından ve doğusundan bükümler çizerek gelmesini sağlayacak bir büyü yaparak, adımlayabileceği yolun temiz olduğundan emin olmaya çalışıyordu. Silah, yolu üzerinde kumun içinde kaybolmadığı ya da yerin altına sığınmış bir yaratığı rahatsız etmediği sürece yoluna devam edebiliyordu.

Bu şekilde çölde üç yüz metre kadar ilerledi. Kılıcını bir kez daha gönderdiği zaman silah, beş metre sonra, önce ilerlemeyi bıraktı ardından olduğu yerde yavaş yavaş dibe batmaya başladı. Eugene, silahının kayboluşunu şaşkın gözlerle ve çaresizce izlerken bir adım bile atmaya cesaret edemiyor, daha doğrusu mantığı bunu yapmamasını söylüyordu. Bataklığın kaç adım sonra başladığını belirleyemezdi. Yapması gereken tek şey, kılıcını geri çağırmaktı ancak Eugene ne yapacağını bilemez halde öylece bakıyordu kılıcına.

Silahın yarıdan fazlası kuma gömülmüştü. Eugene biraz daha bir şeyler yapmadan beklerse silahını çöl kumlarına yem edecekti. Elini kaldırdı, sözleri söylemeye başladı, ‘Via houla verda konul lompus omrenilah!’

Kılıçta en ufak bir hareketlilik olmadığı gibi batmaya devam ediyordu. Yumruğunu daha da sıktı, sözlerini daha gür sesle tekrarladı. Olmuyordu, kılıcın kabzası da kaybolmak üzereydi. Birkaç saniye sonra silahını kaybedecekti. Nerede yanlış yaptığını ya da neyi yapamadığını anlayamıyordu. Bütün sözleri eksiksiz söylemişti.

‘Verda konul lompomrenilah!’ kılıç olduğu yerde birden havaya fırladı, kendi etrafında bir kez döndü ve Eugene’in üzerine doğru havada yüzmeye başladı. Silah öylesine hızlı hareket ediyordu ki Eugene, silahın omzunu kesmesini önlemek için olduğu yerde geri attı kendini. Biraz önceki sözleri kendisi söylememişti. Dahası kılıç ona gelmedi, üzerinden süzülüp başka bir yere gitti. Düştüğü yerden kalkıp neler olduğunu anlamak için arkasına baktığında anlayabilmişti ancak.

“Sözcükleri birleştirmiyorsun. O şekilde büyünün etkisi azalır.” dedi arkadan gelen ses. “Emir ediyorum değil, emrediyorum demen gerek. Ve sözlerinde özne kullanma büyü yaparken.” Elinde tuttuğu Eugene’in kılıcıyla onun yanına kadar geldi sesin sahibi.

“Siz nereden çıktınız?” Eugene şaşkındı. Shaun’un, kendisine güvenmediğini ve arkadaşlarını onun peşinden gönderdiğini düşündü bir an.

“Yeterince odaklanmıyorsun. Büyü yaparken kafan başka yerdeydi. Kılıcı kaybedeceğini düşünürken onu kurtaramazsın.” Aidan kılıcı arkadaşına uzatırken Liz konuştu bu sefer.

“Ölmene izin vereceğimizi düşünmedin herhalde! Gizlice takip ediyoruz seni dünden beri. Biz olmasak kılıcını çoktan kaybetmiştin akıllım!”

“Bu lanetli yerde sen tek başına dolaş da sinirlerine hakim ol bakalım!” Kılıcı kınına yerleştirdi. “Birden aklımdan çıkıvermiş işte. Konuşur gibi söylemişim sözleri!”

“Her neyse, önemli değil artık bu. Bir dahaki sefere aklından çıkarmazsın, sinirlerine de hakim olursun ve ölmezsin.”

“Kesinlikle,” diye onayladı Aidan, Liz’i.

“Size ihtiyaç duymazdım aslında ama madem geldiniz beraber gideceğiz nereye gideceksek.”

“Sen öyle diyorsan…” Arkadaşının şişkin egosu, ona iyi bir ders vermesi için Aidan’ı tahrik ediyordu ancak bunu kendisinin yapmasını doğru bulmadığı ve doğdukları andan beri birlikte olduğu arkadaşına bunu yapamayacağı için bundan hep vazgeçiyordu. Biraz önceki olay bile başlı başına Eugene’e bir dersken bu şekilde davranmaya devam etmesinin tek açıklaması kişiliğinin böyle olduğunu ve değiştirmenin zor olduğunu gösteriyordu ona.

“Serna’yı da geçtiğimizde doğrudan Ogernach’a varıyoruz. Shaun sana oraya gitmeni mi söyledi?”

“Nereye gideceğimi bilmiyorum Liz. Sadece yürüyecekmişim, yol beni olmam gereken yere götürecekmiş…”

“O halde yürümeye devam edeceğiz.” dedi Aidan

Eugene kılıcını kuma sapladı tekrar ve on metre ileri gönderdi. Kılıç geri gelirken herhangi bir yaratığı rahatsız etmedi ya da kuma gömülüp gitmedi. Tek sıra halinde yavaş adımlarla yürüdüler. Eugene en öndeydi.

Toprak sarsıldı önce. Küçük bir titreşimdi ve hiç birisi hissetmedi bunu. İkinci titreşim daha gür idi ve kum tanelerini sağa, sola, ileri ve geri süpürdü. Birkaç saniye sonraysa kumda küçük bir tümsek belirdi. Kumla aynı renkte ama olan yükselti gittikçe büyüyordu ve yedi metre geride üç genç büyücü olanların farkına vardığında kumun içinden hantal hareketlerle çıkan yaratığın gözleri gün ışığına kavuşmuştu bile.

Eugene kılıcını çekti hızla, Aidan kamasını zaten elinde tutuyordu ve Liz yayını germişti bile. Gün ışığından rahatsız olduğu belli olan yaratığın tüm vücudu çölde belirdiğinde kıskaçlarını havaya kaldırıp güneşi engellemeye çalışırken çektiği belli oluyordu. Kumla aynı renkteki vücudunu saran kabuklar çöl rüzgarında dalgalanan kumun görüntüsünü almıştı. Yaratığın çölle olan uyumu onun uzaktan fark edilmesini imkansızlaştırırdı. Yaratık, büyücüleri fark ettiğinde çektiği acı katlanmış gibi hantal vücudunu kıskaçları ile sürükleyerek onlara saldırmaya çalışmaya başlamıştı bile. İki metrelik dev vücudunun arkasında sallanan kırbaçsı kuyruğu bir sağa bir sola savrulurken her biri vücudunun yarısı büyüklüğündeki kıskaçları açılıp kapanırken çıkan ses tahta kılıçların çarpışması gibiydi. Kabuklu vücudunun altında kalan ayakları ile toprakta sürünerek ilerlemeye çalışan hayvan bu haliyle tehlikeli görünmüyorduysa da kıskaçları oldukça büyük ve hızlıydı. Herhangi bir tatlı su yengecinin kıskaçlarına benzeyen kıskaçların içinden çıkan iğnemsi organdaysa insanı felç edebilecek bir zehir bulunuyordu.

Eğitimleri sırasında zehirli yaratıklar hakkında da oldukça çok şey öğrenen Liz bu tür yaratıkların ne kadar tehlikeli olduğunu biliyor ve yaratıktan olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. Arkadaşlarını da bu konuda uyarmıştı yolculukları sırasında. Yaratığın ne şekilde öldürüleceğini de biliyordu ve kılıç ve kamalarıyla yaratığa saldırmaya hazırlanan Eugene ve Aidan’a ıstanavarı kendisinin öldüreceğini söyledi. O sırada yaratık, yüzeye çıktığı noktadan bir buçuk metre sürünebilmiş ve çocuklara biraz daha yaklaşmıştı.

“O oklar bunun zırhını delmez. Çok kalınlar!” diye açıklamaya çalıştı Aidan.

“Kabuğuna nişan almayacağım. Onu ters çevirebilir ve karın boşluğunu yaralayabilirsem öldürebiliriz.” Oldukları yerden hareket edemiyorlardı. Bataklık olmadığından emin oldukları tek yer ilerisi, ıstanavarın bulunduğu yerdi. Geriye, geldikleri yere gitmek konusunda da isteksizlerdi çünkü kumul sürekli hareket halinde ve bataklıklar sürekli yer değiştiriyordu. Bu durumda içlerinden biri bataklığa düşerse hiç şansları olmazdı.

“Bu böceği öldürmek için büyüye gerek yok. Onu tek hamlede ikiye bölebilirim.” diye katıldı söze Eugene ve kılıcıyla havayı bir kez kestikten sonra yaratığa yöneldi. Büyü uygulamalarında ne kadar acemi olsa da dövüşte oldukça başarılıydı. Yine de arkadaşları onun yok yere yaralanmasını istemezlerdi. Aidan atıldı önce onu engellemek için ama durduramadı.

Koca kıskaçlarıyla kumu ve havayı yararak yürümeye çalışan yaratığın bir metre önüne kadar geldi Eugene. Kılıcını ters yönde tutarak ileri atıldı. Birkaç adım havaya sıçradı ve yaratığın üzerinde buldu kendini. Hayvanın kıskaçlarının boyutu büyük iseydi de geriye doğru hareket edemediği için Eugene’i ıskalıyor, tok sesler çıkararak açılıp kapanan kıskaçlar yaratığın kendi kabuğuna çarpıp duruyordu. Eugene, sağa sola yalpalayarak saldırmaya uğraşan hayvanın üzerinde dengede durmakta zorlanıyordu. Birkaç kez düşme tehlikesi geçirdi ancak dengesini hemen toparlayabiliyordu. Liz ise Eugene’i engelleyemedikleri için onu ters getirecek büyüyü yapamıyordu. Elinden gelen tek şey Eugene’in başarılı olmasını ummaktı.

Eugene dengesini sağlayabildiği anlarda kılıcını hayvanın sert zırhını yaralayabilmek için çabalıyor ancak bunu başaramıyordu. Kabuk öylesine kalındı ki kılıcı saplayamaya çalıştığında turs madenine vurulan kazma gibi uğultulu ve derinlerden gelen bir ses çıkarıyordu. Hayvanın dev vücudunun üzerinde kabuğu delip hayvanı öldürmeye çalışırken kıskaçların vücuttaki eklem yerlerini fark etmesi zamanını almıştı. Öfkesi öylesine büyüktü ki kılıcı kör bir adam gibi rastgele ve aşırı kuvvetle indiriyordu zırha.

Hayvan hareketsiz kaldı Eugene yaratığın tepesinde zırhla savaşırken. Kıskaçlarını kendi kendine vurmayı bıraktı ve kaldırabildiği kadar yukarı kaldırdı kollarını. Kıskaçlarının ağzını sonuna dek açtı ve birkaç saniye o şekilde bekledi. Bu sırada hayvanın geniş sırtındaki Eugene kılıcını hayvanın kafası olabilecek çıkıntıya doğrultmuştu. Başı denebilecek bir organı olmayan ıstanavarın gözleri vücudunun ön tarafında daralarak devam eden bölümünde, anten benzeri iki çıkıntı üzerindeydi ve her noktayı görebilecek şekilde dönüyordu. Istanavar kıskaçlarını havada bekletirken gözlerini de Eugene’e çevirmişti ki o anda titreyerek sarsılan kıskaçlarından neredeyse büyük bir şişeyi doldurabilecek kadar zehir fışkırttı. Bakışları hayvanın kafasına odaklanan Eugene ise, yaratık zehrini saçmadan kısa bir an önce yaratığın göz çıkıntılarını kesmişti.

“Eugenne beratol talem tanu!”

Eugene kılıcıyla ıstanavarın gözlerini keserken yaratık zehrini Eugene’in üzerine saçarken Liz büyü sözlerini söylüyordu. Son sözcüğü hecelemeyi de bitirdikten sonra ıstanavarın kıskaçlarının üzerinde su dalgalanmasını andıran mavi ve saydam ışık oyunları sergilenme başladı. Bir an sonraysa mavi ışık dalgaları bir perde gibi kıskaçları sarmalamıştı. Liz, yaratığın zehrini salgılayacağını anladığında aklına gelen ilk çözümü uygulamış ve yaratığın kıskaçları üzerinde imajine bir zırh oluşturmuş ve bu da işe yaramıştı. Istanavarın yapışkan, yeşilimsi zehri ışık perdesine çarpıp kollarından aşağı sızarak yaralanan gözlerine ve ağzına sızdı. Oldukça etkili olan zehir, yaratığın kanına karıştıktan bir süre sonra hayvan kaskatı kesildi. Bu sırada Eugene hayvanın sırtından atlamıştı.

* * *

Ölüm Kumulu’ndaki ıstanavarı öldürdükten sonra üç genç büyücü yollarına devam etmiş, Ogernach ormanına varmışlardı. Öğle vaktini biraz geçe ormanın içinde kısa bir mola verip karınlarını doyurduktan sonra yollarına devam etmişlerdi.

“Bunda bozulacak ne var ki!” Liz, Eugene’in kendisine bu şekilde davranmasına üzülmüştü ancak sitem etme hakkını kendinde görüyordu. “Son ana kadar bekledim büyü yapmak için!”

“Büyüsüz de haklayabilirdim o yaratığı.” diye ısrar ediyordu Eugene. Yine arkadaşları tarafından kurtarılmış olmayı kendisine yediremiyor, gururuna dokunuyordu bu durum artık.

“Evet, öldürebilirdin. Onun için son ana dek bekledim. Eğer korkmasaydım beklerdim de…”

“Liz haklı dostum. Ölmeni göze alamazdık. Artık bırak mızmızlanmayı da yola koyulalım.”

“Tamam, biz dostuz Aidan, birbirimizin kıçını kurtarmakla sorumluyuz ama en ufak risklerde bile arkamı toparlamanızdan bıktım. Bırakın da hata yapıyorsam bile kendim düzelteyim!”

“Nasıl istersen! Artık yardım için yaralanmanı bekleyeceğim…”

Ogernach ormanı içindeki kısa molalarından sonra batıya yöneldi üç büyücü. Şehre de gidebilirler ve Eugene’in ödevini o heybetli ilde arayabilirlerdi ancak Eugene öyle istemişti ve Liz ve Aidan buna uymak zorundaydılar.

Hiç birisi burayı tam olarak bilmiyor, karşılarına ne gibi tehditlerin çıkabileceğini tahmin edemiyorlardı. Ormandan sonra Ogernach’a ulaşmak için kuzey doğu doğrultusunda gitmeleri gerekiyordu ancak onlar nereye vardığını tam olarak bilmedikleri bir yöne gitmişlerdi.

İçinde her türlü ağacı barındıran ormanın, binlerce yıldır toprağı ezen insan ayakları ve araba tekerleklerinin belirlediği yolu üzerinde gidiyorlardı. Gün akşamüzerine dönmek üzereydi ve ormanla vadinin kesiştiği noktadan tahminlerine göre beş kilometre uzaklaşmışlardı. Orman hayvanlarının sesi eşliğindeki yolculuklarında karşılarına henüz yırtıcı bir hayvan çıkmamışsa da temkinli davranıyorlardı.

Küçük göletler ve nice çeşit ağacın arasında devam ettikleri yolun yedinci bin metresinde açık bir alana çıktılar. Ormanın derinlerindeki bu açıklığın tam ortasında büyük bir yapı bulunuyordu. Adam boyunu aşan taşlarla örülmüş olan yapının eski çağların haraçbey’lerinden birine ait olduğunu düşündükleri bir şato olduğunu sandılar ilk bakışta. Şato, altıgen şekilde bir ana binaya ve her köşesinden uzanan beş adet uzun kuleye sahipti. Ana bina yerden yaklaşık on beş metre yukarıda bitiyordu. Tavanında da her köşesinde bir tane olmak üzere, nişancı odaları bulunuyordu. Şatoya yaklaşan tehditkâr kişileri her yönde rahatça görebilen okçular onları şatoya daha fazla yaklaşmadan etkisiz kılabilirlerdi. Kuleler ise yirmi metreye kadar uzayan ve tepe noktasına doğru iyice daralan bir yapıya sahiptiler.

Şatonun giriş kapısı batıya bakan taraftaki duvarda, yani tam karşılarında duruyordu. Üç metre yüksekliği ve iki metre genişliği olan kapı çift kanatlı ve ahşaptan yapılmıştı. Çok eski zamanlardan kaldığı belli olan şatoda oldukça sağlam ve güzel görünüyordu. Şatonun bahçesi olan açıklıkta, bilerek kesilmemiş ya da sonradan bitmiş orman ağaçlarının yanı sıra kabuklarından sızan akma birçok büyü karışımında kullanılan Lemna ağaçları vardı. Bahçesinde çok sayıda Lemna’nın bulunması, bu şatoda bir “nitegulasum”un yani iksir üstadının oturduğu anlamına gelebilirdi.

“Ne yapmalıyız sence?” diye sordu yürmi metre önlerindeki şatoya bakarlarken Aidan, Eugene’e.

“Hiç görmemiş gibi yapıp yanında geçelim bence.” Sesi oldukça ciddi ve tekdüzeydi Eugene’in. Ardında devam etti. “Ne yapacağız, içeri gireceğiz tabii ki!”

“Ya içerde birileri varsa ha?”

“içeride neyle karşılaşırsak ona göre davranırız Aidan. Ne bu korkaklık yahu?”

“Tamam, bırakın ağız dalaşını da girelim içeri haydi.” diyerek konuşmayı noktaladı Liz.

Beş dakika sonra ahşap kapıyı birkaç kez çalıp içeridekilere seslendikten sonra şatoda yaşayan kimse olmadığına ikna olduklarında kapıyı açmaya çalışıyorlardı. Kapıyı açmaları zor olmadı. Maun ağacından oyma kolu birkaç kez zorlamaları yetti ve girdiler. Karşılarındaki manzara tam da umdukları gibiydi: bomboş ve büyük bir salon, duvarlarda asılı yıpranmış tablolar, yerde rastgele düzensizce duran ıvır zıvır… Dışarıdan heybetiyle göz kamaştıran şato tam bir terk edilmiş mekandı. Buraya yüzyıllardır kimsenin ayak basmadığına emindiler ve içerideki kesif hava da bunun en büyük kanıtıydı. Kim bilir kaç yıldır havalandırılmayan şatonun bütün oksijeni bayatlamış, geniz yakıcı bir tat almıştı.

Liz en önde, arkasında Eugene ve Aidan büyük salonda ilerlemeye koyuldular. Zaten meraklı bakan göz bebekleri iki kat büyümüş vaziyette ortalığı gözlemleyen Liz, adımlarını hızlandırdı ve salonun sağ tarafının sonunda duran bir masanın yanına yollandı. Masa da maundan yapılmış ve şatodaki çokça malzemenin aksine oldukça sağlam görünüyordu. Cilası yer yer kalkmış olsa da hala üzerinde yazı yazılabilecek kadar düzgün ve pürüzsüzdü. Liz, masada biriken tozu parmak ucuyla temizledi. Üzerinde bulunan birkaç şamdan ve kadehi eline alıp inceledi. Bu gibi eşyalar Liz’in her zaman ilgisini çekerdi. Eskilere ve güzel şeylere hayrandı kız. Kadehlerden birinin arkasında duran yıpranmış parşömenleri fark ettiğinde heyecanlandığını duyumsadı ve onları okumak için büyük bir heves hissetti içinde. Tam uzanıp bir tanesini alacaktı ki Eugene kızın elini tutup onu engelledi. Liz parşömenlerin ne kadar narin kağıt parçaları olduğunu bilirdi ancak o anki heyecanı bunu tamamen aklından çıkarmıştı.

“Un edeceksin kağıdı!” Kız ince ve narin parmaklarını titreyerek geri çekti elini ve başını öne eğdi. “Onları öylece alamayız çok çabuk bozulurlar.” dedi ve kısa bir cümle kurdu Eugene, parşömenler bir an parladı ve aynı anda söndüler. “Şimdi giderebilirsin merakını Bayan Okuyan.”

Liz, muhtemelen büyü ya da iksir tariflerinin yazılı olduğu parşömenleri açmış okumaya çalışırken Aidan ve Eugene şatonun geri kalanını dolaşıyorlardı. Büyük salondan ayrılan üç koridor ve beş kapı vardı. Salonda biraz daha zaman harcadıktan sonra Eugene yukarı çıkan koridorlardan birine yöneldi. Dışarıda hava kararmak üzereydi ve azalan gün ışığı, penceresiz merdivenlerin zifiri karanlığını yırtamıyordu. Liz parşömenleri olduğu yere bırakıp iki genç büyücünün yanına gelmişti o sırada.

“Lio tanu!” diye seslendi Aidan elindeki boş şamdana ve mumlukların hepsinden ışık fışkırmaya başladı. Biraz önceki ortamı yok eden ışığın izlerini takip ederek yukarı çıkarlarken hiç birinin ağzından tek sözcük çıkmıyordu. Başta Eugene olmak üzere hiçbiri, Eugene’in görevinin bu şatoda olup olmadığını bilmiyordu.

Doksan merdiven çıktıklarında karşılarında yuvarlak bir oda buldular. Kulelerden birine çıkmışlardı. Kuleler dışarıdan en fazla on metre çapında görünüyordu. Ancak şimdi içinde bulundukları oda en az on beş metre yarıçapındaydı. Oda, tam ortada mıh gibi duran küçük yağdanlık haricinde tamamen boştu. Zifiri karanlıklar içinde bile hemen fark edilebilecek lambaya doğru adımladı Eugene, kalbi çarpıyordu o an. Lambaya her bir adım daha yaklaşmasında kalbi daha hızlı atıyor ve ensesinden ve alnından ter damlacıkları sızıyordu.

Sonunda paslanmakta olan çeyrek litrelik yağdanlığa ulaşmış ve onu eline almak için uzatmıştı avucunu. O an avuç içinde adeta bir yanma oldu ama genç büyücü yine de tuttu yağdanlığı ve kaldırdı durduğu yerden.

Eugene’in avucu baskı uygulanmış gibi sızladı, yağdanlığı bırakmak istemiyordu ve direniyordu. Birkaç saniye sonra lambayı tuttuğu eli titremeye başladı. Eli mi yoksa lamba mı titriyordu emin olamasa da yuvarlak odayı saran altınımsı kızıllığı hepsi fark etmişti o anda.

Işığın etkisiyle kapattıkları gözlerini açtıklarında üç büyücü karşısında duran canlıyı gördüğünde şaşkınlık geçirdiler adeta. Karşılarında bir cin durmaktaydı.

Şu ana kadar hiç biri bir cinle karşılaşmamışlardı ancak Shaun’un derslerinde onlar hakkında bir çok şey öğrenmişlerdi. Cinlerin yaşadığı boyut ve insanların dünyası aynı mekan ve zaman kalıbı içerisindeydi ancak farklı algılarla yaşarlardı. İnsanlar cinlerin algısına ulaşamayacak kadar soğuk canlılar olduklarından insanların, cinlerin boyutuna geçme imkanı yoktu ancak vücut sıcaklıkları ve kalp atışları insanlarınkinden onlarca kat fazla olan cinler insan dünyasına istedikleri gibi geçiş yapabiliyorlardı. Cinlerin büyü enerjileri öylesine yüksekti ki kendi boyutlarında ya da insan dünyasında seyahat etmek için ayağa ihtiyaçları bile yoktu. Onlar, imajine edilmiş bir ışık kaynağından çıkan ışık kadar hızlıydılar.

Karşılarında duran cin, genç sayılabilecek bir yaşta görünüyordu. İnsan ömrü ile bin yıl yaşayabilirdi cinler ve bu cin en fazla elli yaşında olmalıydı. Elli yaş ise bir cin için ilk gençlik dönemini ifade ediyordu. Solgun mavi derisine yapışmış yırtıl pırtık elbiseler içindeki cin yemyeşil gözleri ile üç gencin yüzlerine odaklanmış öylece bakıyordu. Eugene içinde bu yaratığa karşı bir tanışıklık ya da yakınlık hissetmişti gözleri birbirine değince.

“Tekrar karşılaşmak ne büyük şans, küçük, yaramaz büyücüler!” Cin olduğu yerde bir kez havaya sıçradı ve Eugene’in tam karşısında bitti. “Hatırlıyor musun bu gözleri Eugene? Aine’nın küçük tatlı oğlu!” Ve büyücülerin duyumsayamayacağı kadar kısa bir an sonra cin uzun ve parlak tırnaklarıyla Eugene’in yanağına bir sıyrık attı.

Yanağından süzülen sıcak kanı ancak birkaç saniye hissedebildi Eugene, yanağını sıvazladığındaysa cin üç adım geri çekilmişti.

“Aşağı in Eugene, senin canını almam için dövüşmeyi kabul etmen gerek!” Neler olduğunu anlamakta zorluk çekiyordu genç büyücü. Bu cin kendisini nereden tanıyordu ve neden öldürmek istiyordu ne ufak bir fikri bile yoktu. “Hatırlamıyorsun değil mi? Ah, sevgili anneciğin hafızanı silmişti o gün. Kötü anılarla yaşamana razı olmamıştı. Ne dokunaklı!

Cin Eugene’e yaklaştı ve sağ elinin avuç içini gencin alnına dayadı. Cinin avucundan yayılan sarı ışık huzmesi, Eugene’in derisini geçip içine doldu ve gözaltları ve yanakları, ışığın geçirerek, içinde dolanan kanın rengine dışa vurdu. O andan sonra gencin hafızasının kapalı kapıları kırıldı ve labirentte hızla dolanmaya başladı unutulan anılar. Artık sekiz yıl önce, Carnagh’ta dostu Eugene’le yaşadıkları macerayı en ufak ayrıntısına kadar hatırlıyordu.

“Hatırladığına göre davetimi kabul edersin artık ha?” Cinin sesindeki öfke öylesine hissedilebiliyordu ki onu hiç tanımayan birisi, Eugene’in cine büyük, çok büyük bir kötülük yaptığına ikna olabilirdi. Oysa durum sadece çocuk yaşlarda yapılan bir hatadan ibaretti ve cinin ailesi bu yaramazlığın cezası olarak onu bu boktan yağdanlığın içine kilitlemişti.

“Sakın!” diye haykırdı Liz, neler olduğunu anlamasa da bir cinin kapışma teklif etmesi karşısındakini öldürmek istediğinin en büyük emaresiydi ve genç bir büyücünün bir cine karşı hiç şansı yoktu.

“Delilik etme Eugene, sakın teklifi kabul edeyim deme!” Aidan da çıkıştı Eugene ve yanına gidip onu kollarından tuttu, geriye çekti. Onu sarstı.

“Ah, Aidan da buradaymış. Nasılsın küçük dostum?” Cin bu kez Aidan’a yöneltmişti bakışlarını, ona olan bakışlarında Eugene’e yönelttikleri kadar bariz bir öfke yoktu ancak yine de öldürmek ister gibi bakıyordu gence. “Ama kapışma teklifine verilecek cevabı hiç kimse etkileyemez değil mi sevgili arkadaşım? Shaun bunu size öğretmiş olmalı.”

Cin haklıydı. Bir cinden gelen kapışma teklifine ancak teklifin sunulduğu kişi cevap verebilir ve kararı hiç kimse etkileyemezdi.

Eugene, seneler önce olanları hatırladıkça hem cini küçük görüyor hem de ona öfkeleniyordu. Böyle saçma sapan bir sebepten dolayı neden öldürmek istesindi birini? Sonra ailesinin ona verdiği ceza aklına geldi ve cinin bundan kendisini sorumlu tuttuğunu düşündü.

Teklifi kabul etmek için bir sebebi yoktu ama bir an sonra ödevinin bu olabileceğini düşündü ve kabul etti.

“Teklifini düşündüm ve kabul ettim.” dedi ciddi ve doldun bir sesle.

Sözünü bitirir bitirmez cin, kafasını onunkinin hizasına getirdi ve gözlerinin içine bakarak aşağıya inmesini istedi. Kapışmayı şatonun bahçesinde yapacaklardı.

Cin çoktan odadan buhar olup aşağıya indiği sırada Eugene kılıcını eline almış ve merdivenleri iniyordu. Aidan ve Liz de çaresizce onu takip etmekle yetiniyordu.

Şatonun bahçesinde, yükselmekte olan dolunayın ışığı altında bekleyen cinin karşısına geldiğinde Eugene, göğsünü şişirdi, başını yukarı çevirdi ve kılıcının kabzasıyla adeta bir bütün oldu. Kapışma, iki taraf da tamamıyla hazır olduğunda başlayacaktı.

Kırbacımsı kuyruğunu dikleştirmiş, ışıl ışıl gözlerini kısmış ve bukleli saçlarını geriye atmış olan cinin elinde herhangi bir silah yoktu ve bir insanlar dövüşmek için silaha ihtiyacı da yoktu.

“Hazır mısın? diye sordu yüksek sesle, yirmi metre önünde duran Eugene.

“Bedenim ve ruhumla” cevabını aldı genç büyücüden. Bu kapışmayı kabul ettiği anlamındaydı.

“Ben de hazırım. Bedenim ve ruhumla…”

Eugene, cinin kabul cümlesini duyar duymaz aklına ilk gelen cümleleri fısıldadı ve kılıcını yere paralel şekilde tutmaktan başka bir şey yapamadı. Kendi etrafında yarım bir küre oluşmaya başlamışken cin çoktan Eugene’in önünde bitmişti ve yumruğunu çocuğun karnına öyle bir şiddetle vurdu ki Eugene’in midesinden yukarı çıkan kanlar ağzına ulaşıp dudaklarından sızmadan kendini diz üstü yerde buldu. Bu sırada oluşturduğu koruma küresi tamamlanmış ve çocuğun çevresini tamamen sarmalamıştı.

Karnına attığı yumruktan sonra hızla geri çekilen cin kürenin içinden kurtulmayı başarmıştı. Ancak yine de böylesine zayıf bir çember onu durdurmaya yetmezdi. Dizleri üstünde kan kusan Eugene iki eliyle sımsıkı tuttuğu kılıcını daha da sıktı ve ayağa kalkmaya yeltendi. Kapışmanın kurallarından biri olan hamlelerin sırayla gerçekleşmesini bekleyen cin, üç metre karşısında ayakta bekliyor ve çocuğun ölüp ölmeyeceğini merak ediyordu.

Eugene bir kez daha zorladı kendini, karnına yediği yumruk vücudunu adeta felç etmişti. Başaramayacağını düşündü bir an ve kendini atıp ölmek istedi. Bu fikirden kurtulmasıysa düşünmesi kadar hızlı sürdü. Son bir kez daha ayağa kalkmaya çalıştığında kılıcının kabzasına baktı. Kenetlenen parmaklarını gevşetmeye çalıştı ve silahına havalanmasını emretti. Kan dolan ağzını hareket ettirip sözcükleri telaffuz etmesi, Lemna ağaçlarından birinin altında endişeyle bekleyen Lix ve Aidan’a mümkün görünmese de Eugene sözleri dosdoğru fısıldamış ve kılıcının avuçlarından kayıp havalanmasını izlemişti.

Kılıç Eugene’in parmaklarından kurtulup elli metre yüksekliğe kadar çıkmıştı. Aidan bunu şaşkınlıkla izliyor ve daha önce hiç bu kadar yukarı çıkaramadığını bildiği için korkusunun yanına hayranlığını da koyup koymayacağına emin olamıyordu. Sadece izleyebiliyordu ve titreyen ellerini engellemeye çalışıyordu. Arkadaşı için öylesine endişeliydi ki eli Lizinkilere kaymıştı. Liz ise hem korkuyor hem de dua ediyordu Aidan’ın eline sımsıkı tutunurken.

Ayın şavkı etrafında havalanan kılıç kendi etrafında dönmeye başladı yukarıda. Eugene gözlerini bir an bile ayırmadan kılıcına bakıyor ve daha hızlı dönmesi için ona emir veriyordu. Birkaç saniye sonra silah havada tıpkı bir arı kuşunun kanatları kadar hızlı dönerken cin hamle sırasının kendisine gelmesi ve çocuğun canını almak için yanıp tutuşuyordu. Kendine güveni öylesine yüksekti ki ahşap ve metalden yapılmış bu kılıcın tırnağını bile kesmeyeceğine adı gibi emindi.

Hızla dönen kılıç sabit durduğu noktadan hareket etmeye başladı. Daha da yukarı ulaşan kılıç birkaç saniye sonra hedefinin üzerine yöneldi. Dönmeyi bırakan silah aldığı ivmeyle öyle hızlı çakıldı ki yere, yetmiş metrelik mesafeyi saniyeden kat kat daha kısa sürede tamamladı ve hedefine vardı.

Kılıç hedefine ulaştığında cin bir tek adım bile atmadan belini geriye attı ve tekrar doğrulduğunda kılıç gözlerinin ve burnunun öznündeki havayı kesip yere çakıldı.

Eugene hamlesini başarıyla gerçekleştirememiş olduğunu görünce başını yere devirdi ve gözünden akan bir damla yaşın kızıl toprağı beslemesini izledi. Ölüme en yakın olduğu anlardan birini yaşıyordu ve içinde bulunduğu ince zırh onu kurtarmaya yetmeyecekti.

Hamle sırası cine geldiğinde cin sanki bu anın tadını çıkarmak ister gibi olduğu yerde bir süre durdu ve Eugene’in silahını geri çağırmasını bekledi. Eugene kılıcını tamamen unutmuş olsa da kafasını kaldırdığında karanlıkta parlayan bir çift yeşil çukurun arkasında, yerde çakılı olan silahını görünce ona fısıldadı ve süzülüp avuçları arasına girmesini bekledi.

Kılıç havada ağır ağır hareket ederek ona doğru yüzerken cin şen bir çocuk gibi olduğu yerde zıplıyor zaferinin tadını erkenden çıkarıyordu. Hem zaferini kutluyor hem de kurbanının daha yavaş ve daha acılı bir şekilde ölmesini izliyordu o sırada.

Kırmızı zırhın etrafında dönmeye başladı cin ve zafer nidaları atıyordu bir yandan. Onun kafasını bedeninden koparacağını ve içini boşaltıp kendisine şarap kabı yapacağını söylüyor, kalbini yuvasından zevkle çıkaracağını anlatıyordu. Heyecanından titrek titrek çıkan sesi, inceliğiyle daha da dayanılmaz oluyordu cinin. Bu manzaraya katlanamayan Liz ve Aidan ellerinden bir şeyl gelse yapacaklardı ancak hiçbir şey yapamazlardı. Onlar da izlerinin üstüne çökmüş ve Liz başını Aidan’ın omzuna yaslamıştı. Tüm kasları boşalmıştı bu manzara karşısında kızın. Aidan elini kızın omzuna attı, bütün sıcaklığıyla sarıldı ona. Ne yeri ne zamanı olduğunu bilse de ölümün karşısında bulunduğu şu anda çıkıverdi sözcükler ağzından: “Sseni seviyorum!” Sesinde umutsuzluk vardı. Çaresizlik vardı gözlerinde ve ölümün yaşamla ne kadar iç içe olduğunu anlatan bir ifade vardı.

Cin, adımlarını hiç acele etmeden atıyor, kurbanına her yaklaştığı saniyenin tadını çıkarmakta cömert davranıyordu. Kızıl ışıklar saçan zırha yaklaştığında yüksek bir sesle kükredi ve kollarını iki yana açıp tam tepesindeki dolunaya çevirdi vücudunun üst bölümünü. Kulakları yırtan sesle kendisine gelen Eugene, ölümüne çevirebildi gözlerini. Liz ve Aidan da cine bakıyorlardı.

Dolunayın ışığı söndü bir anlığına, karanlık daha da hakim oldu eski şatonun avlusuna. Cinin çığlığı karanlığı yırttı ve bütün gece hayvanlarının korkudan yuvalarına sığınmasına neden oldu. Çığlık öylesine şiddetliydi ki Berghon’un ve Ogernach’ın ahalisi şimdiye kadar toplanmış olmalıydı şehir meydanlarında.

Ay tekrar şavkıdı ve ışığını cömertçe sundu Talyjah’a. Eski şatonun topraklarına bir çift pençe kondu o sırada. Pençelerin arasında yeşil deri parçaları ve kızıl kan damlaları vardı. Koca pençelerin sahibi gözlerini Eugene’e çevirdi. Umursamazlıkla bir kenara fırlattı leş parçalarını ve saygıyla eğerek başını, geldi ikizinin yanına.

“Selam sana!” sözcükleri çıkabildi Eugene’in kanlı dudaklarından. Navu terf karşılık verdi ikizine ve gagasını hafifçe sürttü terden saçları yapışan alnına. O anda içi huzur ve mutlulukla doldu Eugene’in. Bir bütündü artık o navu terf ile. Bir parçanın iki yarısı buldu birbirini böylece ve üç yüz yıl aradan sonra ilk büyücü olma şerefine ulaştı Eugene Lanferd.

Adil Öztürk

Yazmaya şiirle başlayıp kısa öyküyle devam ettim. Fantastik kurguyla tanıştıktan sonra öykülerim çeşitli edebiyat sitelerinde ve e-dergilerde yayınlandı. Epik fantezi şiiri denemelerim olsa da henüz paylaşmaya cesaretim yok. Her gün bir haiku yazarım. 2015 En İyi Canavar Hikayesi Yarışması ‘nda “Yaltar Han Efsanesi” adlı öyküm birinci seçildi.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *