Öykü

Pazuzu

KISA BİR ÖNSÖZ

Ukala görünmek pahasına okuyacağınız öyküyle ilgili olabildiğince kısa bir önsöz yazmayı uygun buldum. Burada okuyacağınız metin “Pazuzu” öyküsünün birinci kısmıdır. Öykü, Mart ve Nisan aylarında yayımlanacak olan diğer iki kısımla birlikte son bulacaktır.

Birinci kısmı 20 Ocak ile 3 Şubat arasındaki iki hafta içerisinde tamamladım. Tabii bu süre içinde diğer iki kısımla ilgili büyük gelişmeler de kaydettim. Sadece ilk kısmı sunuyor olmamın birkaç nedeni var: Birincisi, daha eskilerde olan bir uygulamayı denemek istedim. Bugün koskoca romanlar olarak okuduğumuz Charles Dickens eserlerinin çocuğunun küçük parçalar halinde dönemin gazetelerinde yayımlandığını biliyoruz. Aynı şekilde günümüz yazarlarının da pek çoğu gençliklerinde (ve çok azı hala) dergilerde öykülerini birkaç kısım halinde yayımlamışlardır. Bunun iki nedeni var. Bir tanesi, bu öykülerin uzun olması (okuyacağınız kısım yaklaşık üç bin sözcük) diğeri ise okuyucuların o bekleme heyecanını sevmeleri.

Ben de elimdeki öyküyü hem üç ay boyunca kendimi düzenli olarak yazmaya itmesi için, hem de tek seferde paylaşmak için fazla uzun olacağından üç kısma bölerek yayımlıyorum. Umarım tüm kısımları heyecanla okursunuz.

Bu öykünün yazılmasında en büyük esin kaynağı Neil Gaiman’ın Amerikan Tanrıları kitabıdır. Üç kısımda da karşılaşabileceğiniz tüm adlar, mekanlar, tarihler vs. eğer gerçek hayattan ögelere benziyorlarsa şans eseridir. Kesinlikle gerçekle ilişkileri yoktur. Yalnızca dikkatli okuyucuya ayrı bir tat vermesi amacıyla gerçek hayatla bazı benzeştirmeler yapılmıştır; ki bunlar da öykünün sonunda yapacağınız Google aramalarıyla bulunabilen şeylerdir.

Son olarak da, bana aylık öykü seçkisini üç ay boyunca böyle bir öyküyle işgal etme izni veren Hakan Tunç’a, korku-gerilim türünde de bir şeyler yazmam için beni zorlayan Kırmızı Saçlı Kız’a ve öyküyü okumuş olan, okuyacak olan herkese teşekkür etmek istiyorum. Umarım keyif alırsınız.

1. Kısım

 

“İnsanların şimdiye kadar hayal etmiş olduğu bütün tanrıların bugün hala bizimle olduğuna inanır mıydın?”

– Neil Gaiman’ın “Amerikan Tanrıları” adlı romanından…

Bebekken kulağımıza fısıldanan ninnilere, çocukken anlatılan masallara, gençliğimizde birbirimize büyük bir heyecanla dillendirdiğimiz o korkunç öykülere yetişkinliğimizde inanmayız. Yataklarımızın altında nasıl canavarlar vardıysa, geldikleri gibi gitmişlerdir. Geceleri sandalyeyle elbise askısının gölgesi alevler içerisinde yanan boynuzlu bir iblis değildir artık. Babaannemizin, Alkarısı bizi kaçırmasın diye yastığımızın altına koyduğu sarılı, tütsülü, okunmuş dualar cenazeden cenazeye merhumun başında açılan avuçlara kalmıştır. Kendimizi, çocukluğumuzda iliklerimize kadar titreten hiçbir şeyin Noel Baba’dan daha gerçek olmadığını öyle inandırırız ki, hiçbir zaman gördüğümüzün ötesini düşünmek aklımıza bile gelmez. Ben de öyleydim. Olağan şekilde büyütülmüş, ailesinin yanından kopmuş, evlenmiş, otuz dokuz yaşına gelmiş her insan gibi ben de duyularımla algılayamadığım şeylerin varlığını reddediyordum. Tabii bu söylediğim, sekiz yaşındaki biricik kızımın, eşimi ve aynı sokakta oturduğum iki anneyi daha öldürmesinden önceydi. Ondan sonra her şey değişti.

Önceleri ne olduğunu tam olarak anlayamadık. Sokağın başında oturan bir kadının kaybolduğunu söylediler. Aradan bir gün geçti, iki gün geçti, ağaçlara kayıp ilanları astılar, kadıncağızın kocası kapı kapı dolaşıp bir şey bilip bilmediğimizi sordu. Perişan haldeydi. O hafta bitmeden bu sefer yan apartmanımızdan bir kadın ortadan yok oldu. Bu sefer haftasonu için şehirdışından gelen çocuğu farketmiş.

Yine günler geçti, ikisinden de haber yok. Ardından bir Salı günü, işten eve gelirken, apartmanın önünde karımın çığlıklarını duydum. Öyle bağırıyordu ki yandaki bakkaldan, karşı apartmanın altındaki kuaförden, ve hatta dört apartman ötedeki tesisatçıdan insanlar çıkıp üşüştü apartmanın önüne. Aklıma kötü şeyler getirmemeye çalışarak hızla yukarı çıktım. O üç katı aşmam saniyelerce mi yoksa yıllarca mı sürdü bilmiyorum; ama kapıyı açtığım zaman kızım, Ece’m, yerde yatan karımın üstüne oturmuş, iki eliyle sımsıkı tuttuğu bıçağı karnına saplayıp duruyordu. Her taraf kan içindeydi.

“Sizi apartmanın önünde gören tanıklar var yani?”

Kafamı silkerek tekrar önümdeki adama döndüm.

“Pardon. Tekrarlar mısınız?”

Komiser beni baştan aşağı süzdü, sonra sıkkın bir şekilde tekrarladı.

“Eve karınız öldükten sonra girdiğinizi kanıtlayacak görgü tanıkları var, öyle mi? Bakkal, kuaför, tesisatçı…”

“E-evet. Evet.”

Bu bakışı biliyordum. Bu bakış bana ne işler çevirdiğimi soruyordu. Bu bakış elbette sekiz yaşındaki şirin bir kızcağızın annesini ve aynı sokaktan başka iki kadını daha öldüremeyeceğini, işlediği cinayetleri kızının üstüne yıkmaya çalışan bir babanın da hayatında gördüğü her türlü cesetten daha leş olduğunu söylüyordu; ama kanıtlar öyle demiyordu.

Gerçekten de ben eve geldiğim zaman kızımı annesinin üstünde, onu bıçaklarken bulmuştum. Dahası, bunu yaparken masanın üstüne bir de doğumundan önce aldığımız el kamerasını koymuş ve görüntülemişti. Ev sahibinin bize kullandırtmadığı, kilitli odanın içinden diğer iki ceset de çıkmıştı ve el kamerasındaki kaset her şeyi tek tek gösteriyordu. Kızım kamerayı çalıştırıyor, kimi nasıl öldüreceğini anlatıyor, öldürüyor ve kamerayı kapatıyordu. Onları sakladığı yerleri gösteriyor, bir sonraki anneyi nerede öldüreceğinden bahsediyordu. Bir de bir gün önceki kaset kaydı, diğer iki cesedi nasıl tek başına taşıyarak o kilitli odaya koyduğunu gösteriyordu. Benim sekiz yaşındaki küçük kızım… yetişkin iki kadını taşıyor…

Eve girdim. Salonda, karımın üstünde, onu bıçaklayan kızımı gördüm. O da beni gördü. Küçücük gözleriyle bana dünyanın en masum bakışını fırlattı, gözüne giren bal sarısı saçlarını eliyle geriye attı. Karımın üzerinden kalkıp arkasını döndü ve hiçbir şey söylemeden pencereye gidip aşağıya atladı.

Saatler sonra polisler geldiğinde ben hala kapı eşiğindeydim, karım hala salonda, yerdeydi. Onlara kızımın pencereden atladığını, düştüğünü söyledim. Aşağıda kimsenin olmadığını söylediler. Komiserler geldi, kilitli odadaki cesetler bulundu, birkaç polis beni tartakladı, sonra el kamerasındaki kaseti oynattılar. Görüntüleri iğrenmeyle şaşkınlık arası mimiklerle izlediler. En son kızım kamerayı kendisine doğrultup o şirin sesiyle annesini nasıl bıçaklayacağını anlattı. Kullanacağı bıçağı gösterdi. Annesini öldürdü. Uzakta, kapıda bir siluet olarak benim eve girişim görüldü, kızım bana döndü, sonra arkasını dönerek pencereden atladı. Görüntü karıncalandı. Ekran maviye döndü. Polis memurlarından biri tam uzanıp durduruyordu ki ekranda tekrar kızımın yüzü belirdi.

“Senin için yaptım babacığım.”

* * *

O an, o gece, ertesi gün, o hafta, ve hatta hayatımın geri kalanında nasıl sakin kalabildim bilmiyorum. Bazıları vücudumun şoka girdiğini, o yüzden böyle olduğumu söylediler. Zaman geçtikten sonra olayları oldukları halleriyle idrak edip gerçek tepkiler verebilirmişim. Bana soracak olursanız kızımın tanımadığı iki kadını bıçaklayarak katlettikten sonra gözlerimin önünde kendi annesini öldürmesi, ardından pencereden atlayarak kaybolması ve bir de tüm bunları benim için yaptığını söylemesi herhangi bir zaman idrak edilebilecek şeyler değil. Eğer bu yaşadığım deneyimin adı şoksa, hiçbir zaman o şoktan çıkabileceğimi sanmıyorum.

Olayın ertesi günü resmi ifademi almak için polisler beni alıp karakola götürdüler. Dün bana yolda ezilmiş bir hayvanmışım gibi tiksinerek bakan üniformaların üzerinde bu sefer halime acıyan ve böyle bir şeyin hiçbir zaman onların başına gelmemesi için sessiz dualar eden ifadeler vardı.

“Adınız?”

“Harun Koşaner.”

“Doğum Tarihiniz?”

“8 Şubat 1968.”

“Olay anında neredeydiniz?”

“İşten dönüyordum.”

“Nerede çalışıyorsunuz?”

“Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nde.”

“Olay anını anlatın.”

“İşten dönüyordum. Saat altı buçuk civarıydı. O gün arabayı eşim almıştı. Sabahtan annesine gidecekti. Sokağın başında dolmuştan indim. Apartmanın önüne gelirken çığlıkları duydum. Yukarı çıktım.”

“Gelirken şüphelendiğiniz bir şey gördünüz mü?”

“Hayır.”

“Peki. Devam edin.”

“Kapıya geldim. Salonda eşim ve kızımı gördüm. Kızım beni görünce pencereden atladı.”

“Kızınızı bulamadık ama.”

“Biliyorum.”

“Nerede olabileceğine dair bir fikriniz var mı?”

“Hayır.”

“Kızınızın üçüncü kattaki bir pencereden atlayıp da kaçması size mümkün geliyor mu?”

“Hayır.”

“Peki olaylar başka türlü gelişmiş olabilir mi?”

“Nasıl?”

“İyi düşünün. Belki de gördüğünüz şeyler yüzünden farklı hatırlıyorsunuz. Belki de kızınız pencereden atlamadı.”

“Atladı.”

“Beyefendi mantıklı olun. Üçüncü kattan atladığını söylüyorsunuz. Diyelim ki düştüğünde ölmedi, sokağa doluşmuş onca kişiden biri bile mi görmedi? Bu size mantıklı geliyor mu?”

Bir rüyadan uyanmışçasına birkaç kez gözlerimi kırptım. Hangi mantıktan bahsediyordu? Kızımın bir seri katil olması mı, kendi annesini bıçaklayarak öldürmesi mi, yoksa kaybolması mı? Bakışlarımdan bir anlam çıkarmış olmalı ki; birkaç saniye sustu. Özür dilerim gibi bir şeyler mırıldandı, ifademin kalanını kısa sorularla aldı ve teşekkür ederek beni kapıya yönlendirdi.

Ne yapacağımı bilemeyerek evin yolunu tuttum. Kızımı bulmam gerekiyordu; ama nerede olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Belki de pencereden düştüğünde, öldürdüğü kadınlardan birinin kocası hıncını alamayarak cesedi alıp götürmüştü. Birileri küçük kızımı rahatlıkla alıp saklayabilirdi.

Eve girerken çok garip hissettim. Sanki yıllardır her sabah çıkıp her akşam üstü geri döndüğüm, marketten aldığım poşetleri girişine bıraktığım, yağmurlu havalarda sağ taraftaki gazetenin üstüne, diğer zamanlarda dümdüz önümdeki ayakkabılığa ayakkabılarımı çıkarıp koyduğum o bildik, güvenli yer değil de bana tamamen yabancı olan, filmlerde gördüğüm olay yerleri gibiydi. Orayla ilgili hiçbir şey bana aidiyet hissi vermiyordu. Salondaki kan lekeli halı temizlenmesi (ya da incelenmesi) için gitmiş, olay yeri incelemesinden sonra her taraf düzenlenip toparlanmıştı ve ben şimdi içinde sıcak anılar yaşanan bir yuvadan çok geçmişte kanlı olaylara mekan olduğu için muhafaza edilmiş bir müzeye gelmiştim.

Ayakkabılarımı, montumu çıkarmadan kızımın odasına gittim. Yatağı, küçük çalışma masası, dolabı, hepsi düzenliydi. Önüme gelen her çekmeceyi, her kapağı açtım. Her kitabın arasına baktım. Onu etkilemiş olabilecek, yaptıklarına bir anlam kazandırabilecek bir ipucu bulmak için elime geçen her şeyi inceledim. Duvardaki kırmızı çerçeveli mantar panosuna iliştirdiği çizimlere baktım. Annesini ve beni çizmişti, ortaya da kendisini sığdırmaya çalışmıştı. Annesinin yüzünde kalemle delikler açılmıştı. Başka bir tanesinde piknik yaparken çizilmiştik. Annesinin karnını karalamıştı.

Okul çantasının içine, defterlerine bakıyordum ki; içeriden bir ses duydum. Kulak kabartarak dinlemeye başladım. Bir cızırtı geliyordu. Yavaşça elimdeki defteri yere bırakıp kapıya yöneldim. Kapının eşiğinden sesin geldiği yere, salona doğru baktım. Hala cızırtı vardı. Televizyondan geliyor gibiydi. Karşısına geçtiğimde gerçekten de televizyonun karıncalanmış bir ekran gösterdiğini gördüm. Arada bir rengi bozulmuş görüntüler gelip gidiyor, ekran tekrar karıncalanıyordu. Cızırtıların arasından cılız bir ses duyuluyordu; ama ne dediğini anlayamadım. Televizyonun tuşuna basarak kapatmaya çalıştım, kapanmadı. Tekrar tekrar bastım. Yine bir şey olmadı. Fişini çektim; ama çalışmaya devam ediyordu.

Sinirle televizyonu ittim, yere düştü. Ekranın ortasında koca bir çatlak oluşmuştu; ama karıncalı görüntü hala devam ediyordu. Biri benimle oyun mu oynuyordu? Halüsinasyon mu görüyordum? Aklımı yitirmekten korkarak arkama döndüm ve evden çıkmak üzere kapıya yöneldim. Tam kapıyı açmış evden çıkıyordum ki; televizyondan bir ses duydum.

“Ece?” diye seslendim, duyduğum sesin gerçek olduğuna inanamayarak. Kulak kabartıp iyice dinlemeye çalıştım; ama ses tekrar gelmedi. Merakıma dayanamayarak salona döndüm. Bu sefer görüntülere ve cızırtıların arasında gelen seslere daha çok dikkat etmeye çalıştım. Çorak bir yeri gösteriyordu arada; ama görüntüler hemen geçiyordu. Sesten de bir şey anlaşılmıyordu. Sanki birileri televizyonun antenini ayarlamaya, istediği kanala getirmeye çalışıyor gibiydi. Yanlış duyduğumu düşünerek evden çıkmak üzere tekrar arkamı döndüm. Tam o sırada sesteki cızırtılar ne oldu, baktığım zaman çatlak ekrandaki görüntünün hiçbir sorun yokmuş gibi berrak ve canlı olduğunu gördüm.

Bir haber parçasıydı bu. Kazıların sonunda ortaya çıkan yeni lahitler eski Mezapotamya uygarlıklarını anlamak açısından büyük önem taşıyor. Güney Irak’ta yaşadıkları sanılan Babil halkının kuzeyde, Midyat yakınlarındaki Hasankeyf civarında lahitlerinin bulunmasının, Babil efsanelerinin de değişmesine neden olacağı varsayılıyor. Kazı alanının oldukça kurak ve verimsiz oluşu, toprağın elverişsizliği nedeniyle çok hızlı çalışamadıklarını ifade eden, kazı ekibi lideri İsveçli Arkeolog Bergron Olsson henüz kesin bir şey söylemenin mümkün olmadığını; ama lahitlerin eski dini inanışları incelemekte çok faydalı olacağını söylüyor.

Ve başa döndü. Sözü geçen lahitler ve kazılardan görüntüler, bahsedilen arkeoloğun kameralara karşı konuşması, kazı alanından tekrar görüntüler ve tekrar başa… Görüntüler bu şekilde dört kere döndü ve sonunda ekran tamamen karardı. Televizyonu yerde olduğu gibi bırakrak evden çıktım.

Ece’nin sesini duymamış mıydım? Televizyonda çıkan o görüntüler de neydi? Hiçbir şey anlamıyordum. Anlamaya çalıştıkça beynim çatlayacak gibi oluyordu; ama yine de aklıma mantıklı hiçbir açıklama getiremiyordum. Nereye gittiğimi bilmeden yürürken sabahtan beri bir şey yemediğimi farkettim. İlk gördüğüm kafeye girerek insanlardan uzağa, köşedeki bir masaya oturdum. Ne kadar acıktığımı ancak içeriden yemek kokuları geldiği zaman farkedebilmiştim. Başka bir masada porsiyonunun büyüklüğünü görüp beni doyurabileceğine inanarak şnitzel söyledim.

Yemeğimi bitirmek üzereyken yine aynı masadan Türk kahvesi kokuları geldi. Çok istememiş olsam da yemeğin üstüne bir fincan şekersiz kahve içtim. Karım fal bakmaktan çok keyif alırdı. Onunla ilk karşılaşmamızdan bu yana da ne zaman Türk kahvesi içecek olsam hep falıma bakmıştı. O yüzden gayrı ihtiyari fal kapatmış bulundum.

Pencereden dışarıya dalmış bakıyorken bir anda önümdeki sandalyenin çekilme sesiyle kendime geldim. Büyük ağızlı, koyu sarı saçlı, bol giysiler içinde genç bir kadın önüme oturmuş, fincanımı eline almıştı.

“Kahve senden, fal bizden abim.” dedi.

“Teşekkürler. İstemem.”

“Hii! Aman aman.” diyerek abartılı bir şekilde sıçradı, kahve fincanını çok kötü kokuyormuş gibi iyice yüzünden uzaklaştırdı ve gözlerinin ucuyla dikkat edip etmediğimi kontrol ederek tekrar konuşmaya başladı.

“Abim bu ne? Sen neler yaşamışın?”

“Hanımefendi, gerçekten istemiyorum-”

Sandalyemi geriye çekmiş gitmeye hazırlanıyordum.

“Sen karına üzülmüşsün, çocuğuna üzülmüşsün…”

“Anlamadım?”

Falcı kadın bir şeyler yakalamış olduğunu anlayarak, süsleye püsleye aynı cümleyi bir daha kurdu.

“Otur bir Allah’ını seversen abicim. Bak beni bilen bilir, kimsenin geçip de karşısına oturup fal bakmam; ama gördüm senin yüreğini mutfaktan. Karına ayrı kabarmış, kızına ayrı kabarmış.”

“Kızım mı?”

“Pardon abim. Ben kız gibi gördüm. Oğlun mu vardı?”. Oturduğu yerde toparlandı.

“Hayır, kızım var.”

Acaba neler diyecekti falcı kadın daha. Bir an huzursuzlukla etrafıma bakındım. Tuvaletlere ve mutfağa giden koridorun başında bayağı yaşlı görünen, şişman, dişleri sapsarı bir kadın bizi izliyordu. Umursamamaya çalışarak falcıya döndüm.

“İşte abim. Senin bu sıkıntını atman için konuşman gerekecek kızınla bak.”

“Nasıl bulacağım ki onu?” diye soruverdim bir an heyecanla.

Falcı kadının ağzı gülümseyerek kocaman açıldı.

“Vallahi, yalancı olmayayım ama ben burada bir mezar mı görüyorum park mı görüyorum, öyle bir yerde konuşacaksın kızınla bak.”

“Mezar mı?”

“Yani park da olabilir gibi.”

Kahve fincanının içine görebilmek umuduyla biraz öne eğildim, o da beni tekrar süzdü.

“Yok yok. Mezar var burada. Vallahi abim bazen kızlar bana diyor, Çiçek sen fal bakma, hep kötü kötü şeyler diyon diyolar; ama ben n’apayım ne görüyorsam onu diyorum. Sen abim, bir aile büyüğünün mezarında, herhalde gelecek bayramda kızınla konuşacaksın, aranızı tekrar yapacaksın ben sana diyeyim.”

Fincanın tabağını hızlıca içine döküverdi.

“Karınla da yaza kalmaz barışıyorsunuz. Bir çocuk daha yapacaksınız hatta.”

“Ne?”

Falcı kadın tam yine hatasını düzeltip benim hikayeme uygun bir hale getirmeye hazırlanıyordu ki omzuna konan el ikimizi de sıçrattı. Demin koridor başından bizi izleyen yaşlı kadın omzundan tutup kaldırdı falcıyı.

“Ay kusura kalma Hüzün Ana, çok mu ses yaptım?”

“Yok, kızım sen git bakalım mutfağa, söyle bir de şekerli kahve yapsınlar çocukcağıza.”

Birkaç saniye durakladım. Yaşlı kadın karşıma otururken farkettim benden bahsettiğini.

“Yok ben almayayım.”

“İçeceksin oğlum.”

“Zaten şekerli içmem ben. Çok sağolun.” dedim ve gitmek üzere sandalyemi çekerek ayaklandım. Yaşlı kadın aniden kolumdan tuttu ve beni yerime oturttu.

“Sen kahveni içeceksin, Hüzün de falına bakacak oğlum.”

Her nasıl olduysa son cümlesine verecek karşılık bulamadım. Kafamı sallayarak kahvemi beklemeye başladım. Gelen kahve o kadar kötü yapılmış, şekeri de o kadar bol konmuştu ki midem kalktı; ama yaşlı kadının gözleri üstümdeyken bir an önce fala baktırıp kurtulabilmek için ağzım yana yana bir çırpıda içtim. Kahvemi bitirip kapattıktan sonra sağ elindeki sayısız yüzükten ortası kocaman parlak siyah taşlı birini çıkarıp fincanın üstüne koydu.

Birkaç dakika ikimiz de hiç konuşmadık. Sonra soğuyup soğumadığına bakmadan – daha yeterince zaman geçmemiştir diye düşünüyordum halbuki – yüzüğü ters duran fincanın üzerinden alıp yanına koydu, çevik bir şekilde fincanı ters döndürdü. Birkaç saniye fincanı elinde evirdi, çevirdi ve sadece kafasını sallamakla yetindi. Kafasını kaldırıp gözlerini gözlerime dikti, tekrar fincana çevirdi, tekrar gözlerime dikti.

“Ee, bir şey çıkmamış mı falımda?” deyiverdim sessizlikten rahatsız olarak.

“Senin üzerinde göz var oğlum.”

Bu yaşlı kadın, bir önceki falcıdan da kötüydü. Bir an bile bu kadının gerçekten falımda bir şeyler görebilmiş olacağına inanmama kızdım. Hemen bitirip gitmeme izin versin diye oyununa ortak olmaya karar verdim.

“Kurşun mu döktürsem teyze?”

Yaşlı kadın evirip çevirdiği fincandan yüzünü bana kaldırdı ve büyük bir hiddetle baktı.

“Sen o falları başkasına baktırırsın. Ben senin tepende dolaşan sıkıntıyı, içinin karanlığını söylerim. Senin üzerinde göz var. Biri seni gözlüyor, gözetliyor oğlum. Fırsat kolluyor.”

Eğlencesi kalmamıştı artık oyunun.

“Kimmiş beni gözetleyen?”

Yaşlı Kadın fincandaki bir noktaya birkaç saniye baktı: “Gözleri karadan kara, ruhu en dipsiz kuyudan daha boş, eli ayağı çocuk gibi ufacık; ama ağzı burnu dağlar kadar kocaman.”

Yaşlı Kadın konuşadursun, tekrar pencereden dışarıya, gökyüzüne bakmaya başladım. Ece neredeydi acaba?

“Ece kim oğlum?” dedi kadın birden cümlesinin ortasında. Sesli mi söylemiştim adını?

“Efendim?” diyerek tekrar baktım.

“Ece diye bir kız var burada. Saçları maşallah çok güzel. Yüreği kararmış. Karartmış biri. Kim bu?”

“Sen nereden biliyorsun Ece’yi?” diye soruverdim sesimi kontrol edemeyerek.

“Üç bıçak tutuşturmuşlar bu kızcağızın eline. Çok korkuyor.”

Kolunu sertçe tutup gözlerimi gözlerine diktim.

“Ne diyorsun sen be?”

Hiç istifini bozmadı.

“Bak oğlum burada bir buğday başağı var. Sönmeye yüz tutmuş bir mum var. Bir tane de kadın var seninle yaşıt. Elinde sargı bezleriyle karşına geçmiş, bir kendi karnına sarıyor, bir senin karnına. Bir yandan da almış senin elini sıkıca bastırmış kendi karnına. Senin üzerine eski bir karanlık, eski bir sıkıntı çökmüş belli. Efsunlu bir dert sarmış başını.”

Hipnotize olmuş bir şekilde kadının söylediklerini dinliyordum. Karımı da görmüş olabilir miydi gerçekten falda? Başımda ne tür bir dert vardı? Ben bunları düşünürken yaşlı kadın yine hızlıca fincanın tabağını çevirip içine boşaltmaya başladı.

“Üç vaktin var oğlum.” dedi parmaklarıyla da göstererek, “Üç vakitten sonra sen sen olmayacaksın.” dedi ve elinde fincanla kalkarak mutfağa uzanan koridora doğru yürümeye başladı.

Birkaç dakika sonra kendime geldiğimde garsonlara tekrar tekrar Hüzün Ana’yla görüşmek istediğimi söyledim; ama her seferinde kendisi istemedikçe onu göremeyeceğimi, yanlız kalmak istediğini söylediler.

“Ağabey, her ne dediyse bilmiyorum; ama sen onun dediklerine bakma. Delirirsin vallahi.” dedi bir tanesi en son hesabı öderken. Kafam faldan çıkma sorularla dolu, ayaklarım geri geri giderek tekrar evin yolunu tuttum.

* * *

Sokağa vardığımda güneş batmış, hava kararmıştı. Anahtarı apartman kapısının deliğine sokarken bu gece evde kalamayacağıma karar verdim. Yukarıdan sadece birkaç parça giysiyle küçük bir bavul toplayıp bir otele yerleşecektim. Üç katı çıkıp da dairenin önüne gelince bir saniyeliğine gözlerimi kapadım.

Kapıyı açıp içeri gireceğimi, küçük kızımın koşarak kucağıma atlayıp gizli bir çikolata var mı diye ceketimin ceplerini karıştıracağını, ben onu gıdıklayıp güldürürken karımın gelip yanağıma bir öpücük konduracağını, gıdıklandığı için kendini kontrol edemeyip annesine kafa, bana da çene atan kızımla birlikte üçümüzün canımız çok yanmış gibi abartılı tepkiler vereceğimizi, sonra da ben üstümü çıkarıp bir yandan karıma günümün nasıl geçtiğini anlatırken Ece’nin okulda yaptıkları bir şeyi göstermek için beni kolumdan çekiştireceğini düşündüm. Umdum. Bekledim. Hatta kilidin çevrildiğini belirten sesi duymam ile kapının aralanması arasındaki o kısacık sürede buna gerçekten inandım; ama içerisi karanlık ve bomboştu.

Işıkları açmadan yatak odasına gittim. Dolabın üzerinde duran küçük seyahat çantalarından birini alıp yatağın üstüne koydum. Dolabın benim giysilerimin olduğu yanını açtım ve elime ilk gelen iki gömleği yatağa attım. Bir de pantolon alıp çantaya yerleştirmek üzere dönmüştüm ki; yatakta bir kabarıklık gördüm. Hareket ediyordu. Karanlıkta tam seçemesem de yastığın üstünde bir kafa vardı. Ece’nin kafası vardı.

“Kızım?” diyerek usulca yaklaşmaya çalıştım. Gözleri kapalıydı. Çok huzurlu gibi duruyordu. Gayrı ihtiyari elimi saçlarını götürdüm. Tenine dokunduğum anda gözleri açıldı. Birden doğruldu ve gözlerini üzerime dikti.

“N’apıyorsun kızım?”

“Ben senin kızın değilim.” dedi Ece’nin sesi. Aynı yumuşacık ton, aynı ezgi vardı sesinde; ama bir şeyi eksikti, sanki bir Ece robotu yapmışlar da onu konuşturuyorlarmış gibiydi.

“Kızım bak, ben buradayım. Her şey düzelecek.” diyerek ikna etmeye çalıştım onu. Temkinli bir şekilde bir adım yaklaştım.

“Kızın burada değil Harun. Eğer dediklerimi yapmazsan bir daha onu göremeyeceksin.” dedi aynı yabancı Ece sesi.

“Ne? Sen- sen kimsin?”

Yatağın üzerinde ayağa kalktı. Arkasındaki pencere deli esen bir rüzgarla birlikte açıldı, perdeler savrulmaya başladı.

“Ben Pazuzu.” dedi kızım. “Lodos’un, fırtınanın getiricisi, çorak ve kurak toprakların habercisi, türlü felaketin ve afetin efendisiyim. Eski insanlarınız beni tanrıları diye bilir, farklı adlarla bana yalvarırlardı; şimdi bütün o adlarım eski hikayelerinizde, masallarınızda kaldı. Bir tanesi dışında: Pazuzu, Hanbi’nin oğlu, Lamaştu’nun üveyi, güneybatı rüzgarı… Sen, Harun, insanların beni bir daha asla unutmamasını sağlayacaksın! Beni bulacaksın! Yoksa kızının ne ölüsünü ne de dirisini bulabilirsin.” dedi ve beni kapı eşiğine deviren şiddetli bir hava akımıyla birlikte, ardında uçuşan perdelerle açık bir pencere bırakarak kayboldu.

A. Orçun Can

Alanya’da doğdu. Uzun süre Ankara’da, bir süre de Londra’da yaşadı. Uluslararası İlişkiler ve Sinema-Televizyon alanlarında öğrenim gördü. Kitapları Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkıyor, öyküleri Kafasına Göre Dergi ve Kayıp Rıhtım’da yayımlanıyor. Şu an İstanbul ’da yaşıyor; metrolara, çift satır aralığına, kablosuz teknolojiye ve kırmızıya ilgi duyuyor.

Pazuzu” için 5 Yorum Var

  1. Okuyucuyu direkt olarak içine alan, Amerikan Tanrıları’nın esinliklerinin yaşandığı akıcı ve devamını merakla bekliyor olduğum bir öyküdü bu. Tabi burada bahsettiğim kitap sadece fikrin oluşması için kullanılmış. Geriye kalan her şey, yazarın kendi kalemi çerçevesinde dönegelmiş, büyümüş ve ilk bölüm olarak karşımıza çıkmış.

    Kurgu, hikaye aktarılışı, okuyucuyu yormayan ve gerektiği kadar verilen bilgiler… Dört dörtlük bir öukü olmuş kısaca. Ellerine sağlık 🙂

    Devamını merakla beklediğimi söylememe gerek yok herhalde?!

  2. Gerginliği sonuna kadar koruyan yer yer, yatağınızın ya da masanızın başucunda bir pencere varsa tedirginlikle gözlemenize dahi sebep olabilen oldukça başarılı bir öykü olmuş. Bu topraklara ya da geçmişe ait -bu öyküde Sümer ile olduğu gibi- mitolojileri görmek de öykülere ayrı bir anlam ve tat katıyor.

    Oldukça beğendiğimi söyleyebilirim, yalnızca bazı tekrarlamalara ve dil bilgisine dikkat edilmesi gerek.

    Devamını korkuyla bekliyorum.

    1. Teşekkür ederim yorumlarınız için. Tekrarlar ve dilbilgisi konusu için özellikle dikkat etmeye çalışacağım, umarım 2. ve 3. bölümlerini de beğenerek okursunuz.

  3. Biraz geç bir yorum oldu ama kusura bakmayın.

    Çok beğendiğim ve severek okuduğum bir hikaye oldu. Akıcı olduğu kadar atmosferiyle de okuyucuyu içine başarıyla çekiyor. Ayrıca Türkçe isimlerin kullanılması, bizden öğeler barındırması ve Sümerlerle de bir şekilde bağlantılı olması öykünüzü daha da sevmeme neden oldu. Kısacası çok başarılı buldum. Fırsat bulursam devamını da mutlaka okuyacağım.

    Kaleminize sağlık…

Fiddler için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *