Yağmur yağıyordu. Bir duvar dibinde şarap içiyordum. Şişenin dibini bulmak üzereydim. Karanlığın puslu tavanına omuzlarını yaslamış kulelere baktım. Şimdi onlardan biri bomboştu. İçinde bir hayalet ağlıyordu. Benimdi o hayalet. Bedenim sarhoşken, ruhum orada hapisti. Dün gece bırakmıştım onu, Mimoza’nın koynunda. Şerefsiz Lusigno Şövalyeleri onu zevk kraliçeleri yapmıştı. Alçak insanlarsa ona fahişe diyordu. Oysa asil bir kadındı o, bir ressamdı üstelik. Bir kuleye kapatılmıştı. Ne kadar acı, ne kadar güzel.
Gökyüzünden zalim şimşekler geçip gitti. Gök gürültüleri dolaştı her yanda. Sonra kendi kanı ile çizdiği resimleri gördüm bir an. Beyaz mermere, çarşaflara ve pahalı kumaşlara, şarapla karıştırdığı kanıyla neler neler resmediyordu. Dün gece odasına sızdığımda da sarhoştu, gözlerinde alazlanmış ihtirası, deliliği ve öfkeyi gördüm. Aynı gözler bir kez daha, Lusigno Şövalyeleri Moskito’ya girdiği zaman böyle parlamıştı. Ayios Barnada’nın idollerini yaktıklarında böyle parlamıştı. Yüzlerce denizci boğdurulurken de…
Ve ben o gözlere bir söğüdün altında kapalıyken vurulmuştum.
Oysa dün gece bana bakan gözler artık bambaşkaydı. Çünkü onlarca kirli temasın izini taşıyorlardı. Ağlasın istedim bu yüzden fakat konuşmaya bile cesaret edemedim. “Neden geldin?” diye sordu beni ezercesine. Gözyaşı Meydanı’ndaki geyşaların geçidini düşündüm. Onlarca şövalye sıra sıra dizilmiş, geyşaların, bilhassa da Mimoza’nın kendilerine gülümsemesini bekliyordu. Mimoza da gülümsemişti nitekim. Fakat kim içindi bu tatlı gülüş? Tanrıların nektarı kadar, akşam meleklerinin yağmur yağarken söylediği şarkılar kadar tatlı bu gülüş, kim içindi? Şövalyeler birbirine kılıç çekti. Geyşalar geçip gitti. Meydanda dövüş başladı. Hepsi Mimoza’nın kendilerine gülümsediğini sanıyordu, oysa bana gülümsemişti o…
Bundan cesaret alarak kulesine kadar tırmandım gece olunca. Açık bıraktığı pencereden içeriye gecenin kokuları doluyordu. Pervazda oturup hiç ses çıkarmadan seyrettim onu bir süre. Parmakları kanayana kadar arp çaldı. Sonra yaralı parmaklarıyla resim çizmeye koyuldu, her yanı yaralıydı, ruhu, bedeni ve gözleri. Şaraptan biraz daha içip büsbütün sarhoş olurken ona kendimi gösterdim. Gölgeden elbisemi çıkarıp attım üstümden. Gösterişsiz bir ajan, boz tenli bir zavallı. Gülümsedi beni görünce. “Neden geldin?”
Titreyerek bir şarkı söyledim onun için ve “pişman değilim,” dedim. “Sana ruhumu adadığım için pişman değilim.”
“İyi,” dedi. “Bunu söyleyebilmen çok hoş, cesaret hep iyidir…”
Artık bir gün geçmişti bu temasın ardından. Kalbim hâlâ alev alev yanıyordu. Şehirdeki her deliğe girip çıkmış, her mahzende uyuklamıştım. Yağmur bastırmıştı geceleyin. Sarhoş olmalıydım. Haç Bayramı başlamıştı. Kalelerde, köşklerde ve katakombların tarantulalar gibi kemirdiği yer altı odalarında maskeli balolar düzenleniyordu. O da oradaydı. Kim bilir kimin kucağında. Bana söylediği sözü düşündüm. “Cesaret hep iyidir.” Küfür eder gibiydi. Surat ifadesi, küstah güzelliği ve gözleri. Hatıra ile biraz daha yordum kendimi. Saçlarını düşündüm, sarhoşluğun içinde alev alev yanan arzularla bacaklarını düşündüm, incecik belini ve gülüşünü.
Cesur değildim. Onun arzuladığı biri olamazdım ben. Büsbütün korkak da değildim ama. İki ucube iç içe geçmiş, bende esir kalmıştılar sanki. Biri çok tedirgin öbürü çok temkinli, biri çok cesur öbürü çok budalaydı. Kendimden kaçamazdım, kendi içimde nice esaretler yaratmıştım. Aklım dahi esirdi.
Yağmur hafifler gibi olduğu zaman yürümeye koyuldum. Caddedeki sessizliğe bıraktım kendimi. Muntazam taşlarla dizilmiş yol boştu. Islak mırıltılar her yanda dolanıyordu. Katedralin gotik gölgesi şehrin bulutlarla yüklü tavanına dokunuyor, kırmızı bir ışığın aksini yaratıyordu orada. Kuleler, surlardan yükselen burçlar, kiliselerin heybetli sedaları her yandaydı. Camlar, suratlar ve ifadeler içimi sıktı. Yanan odunun bıraktığı izler, is kokusu, söndürülmüş kandiller, akan şarap, kan ve bir kadının göz yaşları. Aklım imgelerle ağırlaşmış bir halde yürürken içimde onu görmek arzusu kabardı. “Cesaret hep iyidir.” Ne diyebilirdim ki.
Karanlık bir periydi o. Yanlış çağda doğmuştu. Antik zamanın bakır rengi ışıkları altında öpülmüş, bir mücevher, şarkılar söyleyen kayıp bir denizkızı olmalıydı. Aklın uçsuz hülyaları birbiri üzerine göçmüş, psikedelik vadiler ve parıl parıl yanan inci güneşlerinde sarkan bir ölüm ihtirası gibi gülümsüyor. Denizler kıpırdıyor, fikirler çağlıyor ve bir rüzgâr eserken o yeniden, yeniden ve hiç bitmeyen bir çığlık gibi kendini gösteriyor bana. Aklımda akşamın tatlı melankolisi dalga dalga yükselirken ona kendimi teslim etmek istiyorum.
Benliğimden kurtulmak, bir eylemin tek düze vibrasyonunda kaybolmaktı arzum. Sonra müzik seslerinin kabardığını duydum. Erotik danslar yekpare bir titreyişe dönüştü. Maskeler parladı. Yalnızlık çoğaldı. Şarap akıp gitti ve bir kadın sessizce ağladı. Kalbimde patlamaya hazır bir pistol vardı. Onu görmek istiyordum. Ya gülüyor ya da ağlıyordu. Büsbütün sarhoştu belki de ve bir yabancıyı eğlendiriyordu. “Cesaret hep iyidir.” Sahiden cesur olmamı istiyordu sanırım. Ona aşık olduğumu itiraf etmemi bekliyordu belki de. Ne komiğim. Her gece ona aşık olduğunu söyleyen kaç hovarda vardı kim bilir? Bunlar aklımdan geçip giderken yitirdiğim günleri, kaçırdığım fırsatları sayıkladım birer birer. Daha çok sarhoş olmam gerekliydi. Ne cesur ne korkak, yalnızca budala ve sarhoş.
Caddeden koparak ayrıldım. Meyhanelerin arasından açılan kıvrımlı yollardan geçerken, eski çınarların gölgelerine fırlattım elimdeki şişeyi. Sonra şapelde dua eden kuş maskeli doktorların seslerini dinleyerek şehrin tehlikeli bölgelerine girdim. Aşağı meyleden bir ara yol sayesinde dış cephesi beyaz mermer ile örülmüş altı katlı bir hana vardım. Müzik sesleri daha da çoğaldı. Delilik yükseldi. Deniz kabardı. Yağmur sertleşti. Şişkin iri damlalar insafsızca şapır şupur düştü, kocaman çirkin burnuma, suratıma, saçlarıma çarptı. Pelerinim sırılsıklam oldu. Böyle ağlamak isterdim. Tüm yüreğim bir gece kadar engin, yıldızlar kenarda köşede saklanmış ve kapkara bir ızdırap anı gibi süren bekleyişin haykırdığı sancılarla…
Hana girdim. Ne Gözyaşı Meydanı’nda ne de Boya Tepesi’nde kendine bir eş bulamayan St.Lusigno Şövalyeleri buradaydı. Hepsi kaosa saçılmış gölgelere benziyordu adeta. Kehribar bir alaca aydınlık damlatan şamdanlığın ışıkları altında uyukluyorlardı. Mutsuz ve yalnız adamlar. Onlara hiçbir geyşa gülmemişti, bana gülümseyen ise başkalarının kucağındaydı. Şövalyeler karmaşık rüyalar içinde homurdanırken sessizce geçip gittim aralarından.
Gözyaşı Meydanı’nı seyreden duvarlardaki yüz yıllık gediğe nasıl saklandığımı hatırladım, Mimoza’nın geçit başladığı zaman aşk ve hasret ile o gediğe nasıl baktığını da, sonra tüm kılıçlar çekilip taşlara çarparken bana gülümseyişini… Kalbimde kudurmuş bir alev yanıyorken üçüncü kata çıktım. Arkadaşım geleceğimi biliyordu. Kapıyı açık bırakmıştı. Aralı kenarından gördüm onu. Suratı bir karış esmer pirinç gibiydi. Siyah bir cübbe giyinmişti. Yağlı saçları omuzlarına sarkıyordu.
Sıkılgan bir ifadeyle odanın içine adım attım. Duvarlar kırmızıydı. Boyanmış bakırdan hazırlanan bodhisatva idolleri, Yeni Dünya’daki maymunların kafatasları, kutsal yazılardan kesitler vardı her yanda. O ise ortada, üzerinde dharmanın sembolü olan bir halıda oturuyor, parşömenlere hızlı hızlı bir şeyler karalıyordu. “Henüz ne için geldiğini tahmin edecek kadar geliştiremedim yöntemlerimi…”
“Bana bir olasılıktan bahsetmeni istiyorum.”
“Olasılıklar yaşanmamış pek çok dünyanın yankısıdır,” dedi eskilerden bir menkıbeyi hatırlayıp. “Her ihtimal başka bir dünya yaratır.”
“Bunun üzerine düşünmem gerek,” diye itiraf ettim acizliğimi. Güldü.
“Benden pratik bir yardım almak için buradasın…”
“Kessinlikle,” diye kekeledim. “Bir söz kafamı kurcalıyor…”
“Neymiş bu? Ben matematikçiyim, sayıların gizemini kurcalarım, dilci olan sensin oysa… fakat neymiş bu söz, söyle dost.”
“’Cesaret hep iyidir.’ Bana bunu o söyledi. Düşmüş meleğim. Hani ismini senden bile sakındığım. Hani yıldızlara onun adını verdiğim…”
“Kart çek,” dedi ifadesiz bir sesle. Dışarıda yağmur yağıyordu. Gök gürültüleri gelip geçti alay edercesine. Kapalı kartlardan oluşan bir deste gördüm. Midemde ısırgan bir alev büyüyordu. Olasılıklar ve doğmamış dünyalar, diye düşündüm. Penceresiz salonun duvarları ardında yağan yağmuru görür gibi oldum. Her damlada bir kainat, bir cehennem ile iç içe geçmiş taşlara, yola, eşyaya ve insana çarpıyordu…
Korkarak elimi uzatıp, bir kart çektim. Her şey söküldü, ışık bile, geride tek bir seda kaldı. “Cesaret hep iyidir.”
Bir lahza yağmurun sesinden başka ses yoktu. Gözlerimi açtım. Kupaların Kralı karşımdaydı. Bozuk karanlığa çarpan kırmızı renk zonkladı. Kafam karıştı. “Bu ne demek?”
“Kayıtsız bir kral. Denizde savruluyor.”
“Cesur mu olmalıyım?” diye sordum. Kendimi hem aptal hem de bıkkın hissediyordum. Arkadaşım ise, “bunun ne önemi var ki?” diye güldü.
Daha sonra durduk yere bana tarikatın doğudaki eğitim kamplarından, yer altı şebekelerinden, ıssız adalara kurulmuş kenevir plantasyonlarından, okültist savaş doktrininden, dev gemilerden, okyanus yolculuklarından, Bilge Lord Albert Ley Crow’dan ve kaosun kutsallığından bahsetti. Sonra Yeni Dünya’da imal edilmiş esrarlı şaraptan ikram etti bana. Ben içerken konuşmayı sürdürdü. Bir yandan hesaplamalar yapmaya devam ediyordu. “Bundan başka bir evren daha var,” dedi kararlı bir sesle.
“Aritmetik bunu ıspatlamaya yeter mi?”
“Bu kainat yalnızca bir bilgi yığınından ibaret. Sen ve ben. Bu han, bu acımasız şehir ve dünya. Hepsi yalnız bir bilgi parçacığı… biz bildiğimiz için var onlar.”
“Yalnız bir bilgi parçacığı,” diye tekrar ettim onu. İkimiz aynı dünyada yaşıyor, fakat farklı şeyler hissediyorduk. O bilgi parçacıklarının kökenini ararken ben daha bu ismi duyar duymaz kendi aklımın bile şaşırıp kaldığı muhayyel diyarlara gidiyordum. En nihayetinde yalnız bir bilgi parçacığıydım işte. Peki ya Mimoza? “Cesaret hep iyidir.” Cesaretin, korkaklığın ve ahmaklığın önemi nedir?
Bir ekstaz yaşarmışçasına irkildim. Uzak yıldızların alev alev yanan kandiller olabileceğini, aklın ötesinde bir sürgüne gönderilen tanrıların ise kozmosta karanlık eterden içerek sarhoş yattığını söyledim. “Tüm kainat zamanla sarmalanmış bir mumya.” En nihayetinde esrarlı şarap bende aradığım budalalığı ve cesareti peydahlamıştı. “Teşekkür ederim,” diye kalktım gözlerimde yaşlarla. Bakırdan bodhisatva şişkin göbeği ve sarkık kulakları ile seyrediyordu beni. Kozmik bir çınlama duydum. “Gideceğim,” dedim. “Nihayet bu gece, belki başaracağım bunu. Daha önce başardım. Bir hayal ile konuşabildim nihayet… şimdi ise ona dokunacağım.”
Arkadaşım suratında acır gibi bir ifade ile seyretti beni. “Bol şans,” dedi. Başka hiçbir şey söylemeden onu tarikatın karanlık niyetleri, toplu yıkımın şafağı ve de matematiksel kaosta yalnız bıraktım. Caddeye çıktığımda yağmur hâlâ yağıyordu. Müzik dinginleşmişti. Sarhoş ve kör bir rahibin ekstazı gibi yürüdüm karanlık yollarda. Çınarların kuşattığı meydandan, aslan heykellerinin seyrettiği gölgelerden geçtim. Lusigno şövalyeleri beşerli gruplar halinde geziyor, nara atıyorlardı. Sırtlarında Türklerin Budası, sağa sola hakaret yağdırıyorlardı.
Yer altına indim kimseye gözükmeden. Asırlardan beri burada, zaman ve karanlıkla sarmalanmış, sonsuzluğu seyreden mumyalar, kemikler ve hastalığın zerrelerini içime çekerek yürüdüm. Sonra kimselerin girmeye cesaret edemediği o yola saptım. Güzel ve karanlık rüyam böyle başladı. Asırlara yayılmış yoğun bir küf kokusu duydum önce, sonra ışık zerrecikleri gördüm dans eden. Sarhoştum büsbütün ve sanki kozmosta sürünüyordum. Buralarda bir yerde olduğunu biliyordum. Şövalyelerin sesleri yakınlaşıyordu. Dansın kudretli varlığını tenimde hissediyordum.
İçimden bir burukluk geçip gitti. Korkmuyordum fakat cesur da değildim hâlâ, budala ve sarhoştum sadece. Üzerimde gölgeden bir zırh vardı. Karanlık bile tanıyamazdı beni. En nihayetinde görür gibi oldum onu. Bir ikonun içinde. Bilekleri kesikti. Damla damla akıyordu kanı ve bembeyaz satene düşüp yeni dünyalara dönüşüyordu. O narin tenine açtığı kesikler bile o kadar güzeldi ki kanını içmek istedim. Alçak insanlar ise ona “fahişe!” diye bağırıyor, şerefsiz şövalyeler ona sahip olmak için kuduruyordu. Kutsal Ruh köprülerden akıyor ve MAHABHARATA ezgileri sızlayan çığlıklar gibi dolduruyordu karanlığı.
Çarmıhta gülümseyen Buda beni kutsuyordu. Bir elinde Kupaların Kralı, diğer elinde Maçaların Kızı. Sonra param parça olup inleyen bir dünya geçti her şeyin yerine, kahkahalar atan yüzlerce insanın mide bulandırıcı varlığı. Lusigno’nun kederli başı ve bir aslanın vücuduna sahip iki kudretli heykel karşılıklı duruyor, taht locasını koruyordu. Şövalyelerin yer altı salonunda, hiçliğe karşı yapılan o çıldırtıcı dansın ortasında buldum kendimi. Belimde bir hançerden, vücudumu saran gölgelerden başka hiçbir şeyim yoktu. Korkmadım. Cesur da değildim. Sarhoştum sadece.
Dans durduğu zaman Mimoza’yı gördüm. Simsiyah bir maça elbisenin içinde esir edilmiş, pudra ile beyazlatılmıştı suratı. Yanaklarına gözyaşları çizilmiş, ne gülüyor ne de ağlıyordu. Taht locasında, dev bir şövalye-rahibin hemen yanıbaşında oturuyordu. Engizisyon bu gece kararını verecekti. İdam listesi tüm şehre duyurulacaktı. Rahip ayağa kalktığında gölgeleri silkip attım üstümden. Arkadaşımın söylediklerini düşündüm. “Başka bir dünya…”
Ölüm fikri aklımda ışıldadı. Bir an arzulu hisettim. Kendini boğarak öldüren yoldaşlarımın orgazmı geldi aklıma, şimdi güneş de aynısını kendine yapmış, beni, tekmil dünyayı kabaran denizlerin karanlığında bırakmıştı. “Buradayım!” diye bağırdım. “Buda’nın piçi işte burada!”
Tüm şövalyeler güldü. Engizisyonun şişirdiği o dev rahip de. Mimoza ise ifadesizdi. Biliyordu çünkü, onun için gebermeye hazırdım. Fakat kimse beni öldürmeye niyetli değildi. Müzik aletleri sarhoş nefeslerin gıdıkladığı organlar gibi titreyerek orgazmın müziğini çıkardılar, bu titreme tüm vurmalı aletlere de yayıldı. Biraz sonra aşağılayıcı bir gösteri sarmıştı etrafımı. Çembere alınmıştım. Tepeden kafesler sarkıtılıyordu, güneydeki çöl diyarlarının kara maymunları gibi çığlıklar atan cadılar, ismimi haykırarak edepsiz şeyler söylüyordu. Burnu irin dolu bir çıkıntı gibi sarkan cadının biri, onu sahiden tanıyordum, neredeyse baş hizama kadar indirildi. Kadın simsiyah çaputların içinde çürüyordu, gözleri dahi iltihaplanmıştı. Adımı sayıklayarak, “yenildiniz,” dedi. “Kaç.”
Sonra kafes kaldırıldı, gözden kayboldu cadı. Şövalyelerin tüm edepsizliklerini onların müşahadesinde gerçekleştirdiği fresklere baktım acı içinde. Şimdi geyşalar soyunuyor, kılıçlar çekiliyordu. Dışarıdaki yağmur feciydi, sarnıçta inleyen ölülerin kahkahalarını duyuyordum. Ölüler ve diriler yan yana gömülüyordu, yaşam ve ölüm sevişiyordu. Orgazm hasta bedenlere karışıyor, toprak dirilmiş lanetleri fışkırtıyordu.
Dans durunca kurt postu giydirilmiş bir Plütonlu sıçradı önüme. Mimoza sahiden ağladı. Sağ kolu kalktı ve bir kapıyı gösterdi bana. Gözlerine bakınca yüreğim bin parça oldu. Beni unutmuştu. Kendini unutmuştu. Adı, engizisyonun listesindeydi. Gitmem gerekiyordu. Demek ki bir tuzağa çekmişti beni. Onu görmeye geleceğimi biliyordu ve onu ölürken görmemi istiyordu. Demek ki bu yüzden kışkırtmıştı beni. Plütonlu ardımdan aşağılayıcı sözler söylerken kulaklarım çınlıyordu. “İMİTASYON MODÜLÜ şu Türk piçini korkuttu… bozkırdaki deliklerine saklanmaya gidiyor, iyi izleyin!”
Üzerime gölgeleri tekrar geçirirken, Mimoza’nın işaret ettiği kapıya koştum. Dans kaotik bir ölüm pornografyasına dönüştü. Geyşalar inleyerek kendi suratlarını yırttılar ve şövalyeler vajinaların içinde kısılıp kalan penislerini kökünden kopardılar. Gözlerimden yaşlar akıyordu. Bir yerde durup kendimi vücudumun içinden dışarı kusmak istiyordum. “Cesaret hep iyidir,” demişti Mimoza. Onun infazını göremeyecek kadar korkaktım. Oysa rahip kendi adamlarının intiharını zevk ile seyrediyordu, sonra Mimozamın kalçalarına dokundu nefret ile. “Ruhunu içeceğim,” dedi. “Beni ölünceye kadar sarhoş edeceksin…”
Sesini, o kemiklerin ve ufunetin konuştuğu karanlığın çılgın anını ensemde ürperen tüyler gibi yakından duydum. Sonra sarnıca açılan yoldan hızla kaçtım. Yağmur kudurmuş, denizi dövüyordu. Her şeyin altındaydım. Mavilerin, karanlıkların ve ışığın. Güzel, karanlık rüyam kopup gitti bir anda ve gözlerimi açtığımda Manzikerk yakınlarındaydım. Akşam oluyordu. Periler fresklerde şarkı söylüyordu. Üzerinde renkli mantarlar türemişti azizlerin. Bir peri bacasının içinde kendiliğinden oluşmuş doğal mağarada öylece yatıyordum. Buda’nın imitasyonunu getirdi çıplak devi dasiler. Sonra diz çöktüler önümde.
Peşlerinden, dev bir fare postu giymiş arkadaşım geldi. Hatıraların diliyle konuştu kadınlara, hepsi törensel bir edayla çıkıp gittiler odadan. Nefes boruları gibi kireç duvarlarına açılmış oyuklardan içeri sızan akşamın temiz ışığında arkadaşıma baktım. Bir şey söyleyemiyordum. “Yenildik,” dedi. “Burada saklanacağız. Haç Bayramı bitene kadar gücümüzü toplayacağız… batıdan yirmi bin, güneyden elli bin mürit daha geliyor. Yaza kadar peri bacalarındaki toplam nüfus yüz bini geçecek…”
“Moskito’dan ne haber?” dedim. Neredeyse ömrüme bedel oldu bu soru. Arkadaşım ise yanıtlamaktan kaçınır gibiydi.
“Mimoza idam edildi,” dedi. “Öbür fahişelerle birlikte. Geyşalık artık Moskito’da yasak.”
Yumruklarımı sıktım ve nefret ile tısladım, “Mimoza bir fahişe değildi.” Arkadaşım bu acizliğimi karanlık bakışlarla seyretti. “O da tüm kadınlar gibi alçak bir fahişeydi,” diye bastırdı. “Sen onun saçlarının her bir teline şarkı söylerken, o tatlı kalçalarının tadını düşmanların çıkardı. Şimdi de öldürdüler onu…”
“Kuleye ne oldu peki?” dedim hıçkırarak. Arkadaşıma direnecek gücüm yoktu artık. Yenilgiyi, aşağılanmayı kabul ettim.
“Yaktılar,” dedi. “Moskito yanıyor ve bayram bitene kadar da yanmaya devam edecek. Engizisyon öfkeli… bataklıklar derinleşiyor, veba yine hortluyor, fareler toplu ölüm dansları yapıyor…”
“Başka bir dünya daha var mıdır?” diye sordum arkadaşıma. “Sahiden var mıdır?”
Acı acı güldü. “Hikayeni pi sayısının bir ucuna yerleştirdim. Başka bir dünya doğacaksa eğer, Mimozan hikayeni okuyacak. Sen ise bunu bilemeyeceksin…”
Gözlerimi kapadım. Taştan yatağımda kaskatı kesildim. Ölümün soğuk öpücüğü ile ıslanmış gözyaşlarımı akıttım mermere. Arkadaşım çıkıp gitti. Oyuklardan sızan akşamın ışığı karanlığa dönüştü. Gece çöktü. Uzaktaki tepelerde çakallar uluyordu. Kuşlar göllerin üzerinden uçuyor, insanlar muntazam bir uğultu halinde korkularını da alarak mağaralara çekiliyordu. Biraz sonra tek bir ses kaldı geride, Şizofren Pelikan, Mimozayla benim için şarkı söylüyordu.
- Avara’nın Minotor’u Öldürmesi - 1 Şubat 2022
- Cotard City ve İşaretler - 1 Aralık 2020
- Yıldızlarla Birlikte Ağladım - 1 Ağustos 2020
- Masal, Kireç Rengi Kelebek ve Android Kız - 1 Temmuz 2020
- Hepsini Anlatıyorum - 1 Ocak 2020
Ve gene akıl karıştıran, yer yer baş dönmesine hatta mide ağrısına insanı sevk edecek kadar rahatsızlık veren bir öykü.
Yine kayboldum yazarin yarttigi alacakaranlik sokaklarda.
Bazen tam tersini, insanı mayhoş bir rüyada kaybolmuş gibi hissettiren bir şeyler yazmak istiyorum aslında, fakat dönüp dolaşıp illaki bu raddeye geliyor. Gerçi edebiyat muazzam ve deney yapmak keyifli. Yeni ve daha farklı öykülerde görüşmek üzere.
Umarım bir vaporwave şarkısından çıkmış gibi hissettiren işlerde de karşılaşırız.
Umarim. Ilk vaporwave sarkimi dinliyorum ve senin hikayelerini okumak icin idealmis.