Öykü

Wanli Adında Bir Köy

“Nasıl gideceksin?” Soğukluğunu, metalik kablolardan geçerken almış aslında gün sıcaklığında bir sesten çıkan gerçekliğe ait bu küçücük soru, beni, derinlerine daldığım sınırsız evrenden geri getirmişti. Ahmet iş seyahatinde bile ona rahat vermememden dolayı sitemkâr, verdiğim bu çılgın karardan dolayı tedirgin ama beni bilen yanıyla daha önce girdiği tartışmalardan hep yenilgiyle çıktığının farkında, telefonun diğer ucunda vereceğim cevabı bekliyordu. Ne zaman soluk alıp verişi sıklaşsa, yıllardır içinde özenle büyüttüğü bir sevgi topağı çıkıp yerlere yuvarlanacakmış, o yumağın arkasından bir kedi gibi koşarken geride beni unutacakmış gibi gelirdi. O zaman ben de nefesimi tutar, sakince onu örselemeyen sözcükleri bulur, peşinden koştuğu sevgi yumağını yakalamasına izin verir, tekrar bacaklarıma mırıldanarak sürtünmesini bekler ve kollarımın arasına geri alırdım.

—Her saat başı sal seferi yapılıyormuş ve çok korunaklıymış ve her salda bir de refakatçi bulunuyormuş. Yani kaygılanacak hiçbir şey yokmuş. Tüm önlemleri almışlar.

Haberi aldığımdan beri heyecanımı bastırmaya çalışıyordum. Kafası hep bulutlu bir kuzenim vardı, onunla gidiyordum. Karnım burnumda, o çatlakla bu yolculuğa çıkmak ne kadar akıllı işiyse tabi. Evet çok hamileydim, evet yolculuk bebeği tehlikeye atabilirdi, evet hiç mi akıl yoktu. Ülkedeki tek ada olan Krat’taki dünyaca ünlü “Otel 3036”ya gitme şansını bu kez ben yakalamıştım, tabi kuzenim sayesinde. 50 kişi kapasiteli herkesin gitmek için yıllarca beklediği dünyaca ünlü otel, Krat’ın tek oteli, aslında tek binasıydı. Devletin, Krat üzerinde yapılmasına izin verdiği tek yapı, adada var olan tek yerleşim birimi, ada ile hemen hemen aynı yüzölçüme ait Otel 3036’ydı.

Krat, 11 Ekim 1937 tarihinde bir gece ansızın okyanusun ortasında peydahlandığında o güne dek pek az kişinin adını duyduğu Ülkeyi meşhur etmiş, dünyanın dört bir yanından ziyarete gelen yüzlerce bilim adamının araştırma konusu olmuş, onca çabaya rağmen bir gecede yaşanan bu oluşum açıklanamamış ve sonunda aynı gün keşfedilen bir gezegenin buna sebep olduğu sonucuna ulaşılmıştı.

Devlet adaya, Gürcü astronot Grigory Nikolayevich Neujmin tarafından 11 Ekim 1937’de keşfedilen ve yıllarca Rus Bilim Akademisi’nin başkanlığını yapmış asil üye Volodymyr Oleksiyovych Krat’ı onurlandırmak için onun adı verilen gezegenin adını koymaya karar vermiş, zamanla ada üzerinde ve çevresinde şahit olunan doğaüstü olayları dünya ile paylaşmak amacıyla üzerine inşaa edilen tek yapıya da, Krat’ın keşfedilen 3036. gezegen olmasından dolayı, “Otel 3036” demişti. 12 ay yaz mevsimi yaşayan Krat’ın, ülke turizmine katkısı o kadar büyümüştü ki, her ne kadar sonradan Volodymyr Oleksiyovych Krat’ın adı, İkinci Dünya Savaşı sırasında casusluk suçlamalarından dolayı FBI suç dosyalarında yerini almışsa da Amerikasever ülke, iç politikasına bir etkisi olmayacağında karar kılarak adanın ve otelin ismini değiştirmemişti.

Tam bu sırada, yine ülkenin içinden çıkamadığı başka bir olay daha meydana geldi. Yıllar önce düşen hain bir meteorun yok ettiği, ülkedeki tek peri bacası oluşumlarının bulunduğu Kapadokya bölgesinin uzak bir akrabası, Taipe’deki Yehliu Park’ın en ünlü peri bacası “Kraliçe Başı”, o sabah, etrafına terk edilmiş Wanli UFO evlerini de alarak, Otel’in karşı kıyısına yerleşiverdi. Ülkenin kayda değer hiçbir doğaüstülüğe şahit olmamış tarihinde bu iki olay çığır açtı.

Tayvan devleti küplere bindi, alâmetifarikaları olan peri bacasının derhal kendilerine geri verilmesini istedi, notalar, savaş tehditleri havada uçuştu. Çevresine çit gibi ördüğü garip ses dalgalarıyla, dışarıdan tek bir canlının geçişine dahi izin vermeyen köy, Tayvan’ın ve diğer dünya ülkelerinin tüm çabalarına rağmen girilemeyince, Ülkenin bu olaylarda hiçbir suçu olmadığı anlaşıldı. Tayvan çaresiz bu olayın doğaüstülüğünü kabul etti. Ülke de ikili ilişkileri iyi tutmak adına jest olarak köye Wanli adını verdi. Otel’den elde edilen gelirin çok yükselmesiyle, Tayvan’a ayrıca gelir ortaklığı teklif edildi, ancak Tayvan bunu geleneklerine ve atalarına saygısızlık olarak nitelendirdiği için reddetti.

Köyde dört UFO evi vardı. İkisi sarı ikisi turuncu. Renkler üzerlerine çamur yağmuru yağmışçasına pislikten geçilmiyor, arada kalan açıklıklardan zar zor seçiliyordu. On pencereli bu silindir gövde gri- siyah leopar desenli metal bir çember ve o çemberi taşıyan V şeklinde dört ayak üstüne oturmuş ve yerden yükselmişti. Uçan daireler, bir gece ansızın gelip yere konmuş ve daha sonra sahipleri tarafından terk edilmiş gibi ıssız duruyorlardı. Her bir evin oval kapısından yere doğru daire şeklinde inen tahta merdivenler vardı. Evlerin o bakımsızlığına, o pejmürde hallerine rağmen merdivenler sapasağlam duruyordu. Pencereler yine silindir olarak gövdeye açılmış, ortasına dikdörtgen çerçeveler yerleştirilmişti. Gövdeyi göz gibi saran pencerelerin kırık camlarından uçuşan, rengi kirden siyahlaşmış tüllerle daha çok hayalet evleri andırıyorlardı. Adadan bakıldığında, sanki on göz birden sizi izliyor gibiydi. Ancak, şimdiye dek kimse tek bir canlı izine rastlamamıştı köyde. Çirkinliklerinin tam ortasında, kendilerine tezat oluşturacak, mağrur yapılı kuğu boyunlu Kraliçe Başı yükselirdi göğe. Tacı, kalkık burnu, göz oyukları, belli belirsiz ince bir çizgi şeklindeki, gülüyor mu hüzünlü mü kestiremediğiniz ağzı, sanki iki eliyle tam yerden kalkacakken, yer yutmuş da omuzlarından sonrasını toprağa gömmüş ancak O yine de can havliyle toprağı kaldırarak bir tepe oluşturmuş, her an kaçmaya hazır hali tek bir yere bakardı; Otel 3036’ya.

Işığın dansı. Tüm bu akıl almaz olayların sonucuydu. Otele seçilip de bu görsel şölene şahit olanlar ancak cılız tanımlamalarla anlatmayı başarabiliyorlardı. Harika, olağanüstü, muhteşem, enfes sıfatları onları tatmin etmiyor, yazarlar şairler dizelerce cümle döktürseler de, o baş döndürücü anı bir türlü betimleyemiyorlardı.

Okuldaki tezimi, otel ve adanın tarihçesi üzerine yapmıştım. Uzun uzadıya detaylara girmeden sadece önemli bir nokta paylaşmak istiyorum. Yaptığım araştırmalara göre, Kraliçe Başı’nın ilk ortaya çıkış tarihinden bugüne kadar geçirdiği evrim, taş yüzünün gerçeğe dönmesine çok az zaman kaldığını gösteriyordu. İlk günden bu yana taş yüzeyin üzerindeki milyonlarca delikten çıkan renk ışıkları şimdiki fotoğraflarda daha parlak ve keskin gözüküyordu. Boynu daha incelmiş, gözleri daha içeri çökmüştü. Bu bulguları üniversite yönetimi çok hafife aldı. Dayanağımın olmadığını söyleyerek tezimi geri çevirdiler.

Gökyüzünde, akşam saat 22.00’den sonra UFO evlerinin siyah beyaz ışıkları ile dans eden Kraliçe Başı’nın renkli ışıkları, hemen hemen herkesin gözlerini bir daha açılmamak üzere kör etmişti. Tayvan’lı yetkililer, evler ve peri bacası kendilerindeyken, bu tür olaylara hiç rastlamadıklarını belirttiler.

Otel 3036 müşterilerini alışık olmadık yollarla seçerdi. Bir ay diğerini tutmazdı. Kah telefon rehberinden rastgele seçtikleri kişiler, kah dünyanın en uzun yaşayan insanlarından belirli fiziksel özellikte olanlar, kah iki gözü farklı renkli olup da belirli bir ayın belirli bir gününde doğanlar, kah o kah bu kah şu. Otel yönetimi, şanslı ilk 20 kişiyi bir toplantı odasına alır, kısa bir “uyulacak kurallar” konuşmasından sonra, taahhütnameleri imzalatır, yardımcı kitleri verip, ertesi gün limanda buluşmak üzere toplantıyı kapatırlardı.

Ben, oğlan çocuğuna hamile sarışın 1.70 boyunda yeşil gözlü sağ avucunda belirgin bir beni olan kadınlardan biriydim. İlk 20’ye girmiştim. Yanımda bir misafir götürebiliyordum. Elbette, benim adıma başvuruyu yapan kuzenimi.

Limana vardığımızda, her birimiz için ayrı hazırlanmış konforlu sallar bizi bekliyordu. Yol boyunca, benimle birlikte gelen refakatçi bir hafta kalacağımız otelle ilgili bilgiler vermeye devam etti. Nihayet otele vardık. Odam köye bakan kısımdaydı. Mutluydum.

Oteldeki ilk gecem erken sona erdi. Hamileliğimin verdiği ağırlığa yolculuk da eklenince bedenim yorgun düştü. Odama çıkıp, dört gözle beklediğim köyün sarhoş edici ışık dansını seyredemeden, dinlenmek üzere uzandığım yatakta uyuya kaldım. Rüyamda, Kraliçe Başı’nın ılık boğuk bir sesle uzaklardan beni çağırdığını işittim: “Çıkart beni buradan.” Sabaha karşı uyandığımda, sağ elim uyuşmuştu. Avucumu açtım. Üç sözcük gördüm. “Dün, bugün, yarın”. Gözlerimi kırpıştırdım, tekrar baktım. Hiçbir şey yoktu. Doktor, “hamilelikte sanrılar görebilirsin, bu doğaldır.” demişti. Ona yordum.

Bütün günümü dinlenerek geçirdiğim için ikinci akşama hazırdım. Herkesin ballandırarak anlattığı geceyi bir kez daha kaçıramazdım. Otel odamın balkonuna çıkıp, kendimi ışığın dansına bırakmak üzere koltuğuma yerleştim. Aşağı verandadaki kalabalığa katılmak istememiştim. Çılgın kuzenimin otel misafirleriyle sosyalleşme çabaları çoktan beni yormuştu.

Tam saat 22.00’da, göğü kadifeden bir perde kapladı. Geceyi hiç bu kadar siyah görmemiştim. Sonra bu kuzguniliğin üzerinde dumanlı lekeler belirmeye başladı. Sanki dev bir mürekkep balığı, gökteki perdede yüzerken beyaz ile siyahın o güne dek hiç görmediğim tonlarını havaya salıyor, sanki bir denizanası uzaklardan gelip bu tonları parlak bedenine çekip geri püskürtüyor, sanki yakamozlar gökte gri gri haykırıyorlardı. İşin tuhafı, tüm bu siyah-beyazlıklar, UFO evlerinden yansıyordu gökyüzüne. Bir anda, göğe yerleşmiş tüm o metalik griler, kömür siyahlar, süt beyazlar, kirli beyazlar kenara çekildi ve tam ortalarında Kraliçe Başı’nın her bir hücre deliğinden fışkıran renklere yer açtı. Renklerin önce ağırdan başlayan süzülmeleri, yerini çılgınca devinimlere bıraktı. Bütün maviler, sarılar, yeşiller, mor ve diğerleri çığlıklar atarak, siyah beyaz tonlara saldırıyor, siyah beyaz tonlarsa renklerin çevresini sarmış, kılıçlarıyla hiç durmadan delik deşik ediyorlardı. Bir çivit mavisi, gün kurusuna katılıyor, zeytin siyahı onların önünü kesiyor, oradan kaçmaya çalışırken, küstah bir griliğe yakalanıyor ve sonunda kan kırmızısına dönüşüyordu. Işığın dansı, savaşın dansı, renklerin savaşı. Ses yoktu ama nedense ben Kraliçe’nin hıçkırıklarını duyabiliyor, bedenine giren siyah beyaz renk oklarının acısını hissedebiliyordum. Yutkunarak, coşkuyla kendilerinden geçmiş kalabalığa baktım. Bu zalimliğe daha fazla katlanamadım. Gözyaşlarım sicim gibi yanağımdan aşağı akmaya başladı. Işığın dansı, işkencenin dansıydı. Yatağın üzerinde bayılmışım.

Ertesi güne, içimde sanki benden izinsiz birisi dolaşıyor ve bana bir şey anlatmaya çalışıyor hissiyle uyandım. Duygu çarpılması yaşıyor, titreşimler aracılığıyla başka bir canlının acısını hissediyordum. Sanki tüm vücuduma kısa aralıklarla elektrik şoku veriliyordu. Uyumak istedim olmadı. Aklımda olan tek şey, bir an önce otelden ve adadan ayrılmaktı. Seyrettiğim şey, herkesin alkışladığı masum bir renk dansı değil, arenada vahşi bir kalabalığın önüne çıkmak zorunda bırakılan bir gladyatör dövüşüydü. Buna bir gece daha şahit olmak istemiyordum.

Etime batan bu acıyı durdurmak için bir şeyler yapmalıydım. Bu his bana ait değildi. Kendimi sakinleştirdim ve titreşimleri, bedenime verdiği his yumaklarını sözcüklere çevirmeye başladım. Hiç şüphesiz bu bir kadındı ve benimle zihinsel bir iletişim kuruyordu:

Her şey bir yanılsamayla başladı. Gökyüzünün rengi maviden griye döndü. Aynı anda; tutkuyla yıkanmış bir çift el sahibini sormaya başladı gelene geçene. Aynı anda; sağanak başlayan umut tanecikleri, yere inene kadar buharlaşıp tekrar havaya karıştı. Aralarından sadece biri yaşamayı başardı ve kendini doğuracak bir rahim bulmak için dolandı ülkenin dört bir yanını. Ve aynı anda; yol ayrımının başında bir kelebek durdu. Renklerin onu götüreceği yerin “siyah” olduğunu bilmezmiş gibi kanatlarındaki milyonlarcasından birini takip etmeye karar verdi.”

Kulağımda uğuldayan ve mideme yerleşen bu titreşimlerin ardından, birden çok ses bir araya gelerek beynimin içinde bir koro oluşturdular ve hep bir ağızdan bağırdılar:

“Ne fark eder; kozalağının içinden çıkmak için harcadığın zaman kadar olmayacaksa ömrün. Ne fark eder; ilk ya da ikinci kanat çırpışında, dokunup kör edeceklerse seni. Ne fark eder; gün doğduğunda sen çoktan yorgun düşmüş olacaksan.”

Felçli bedenime yapışmış, beynimi ve hislerimi örümcek ağı gibi kavrayan o kadın devam etti:

Ve her şey bir yanılsamayla sona erdi. Gökyüzü griliğini parlak güneşin ardına sakladığında, tutkulu eller çoktan yaşlı bir adamın çelimsiz bedeninde yaşama sarılmıştı. Ve kelebek, siyahın içinde özgürdü artık. Ne dün vardı, ne bugün, ne yarın. Çıkart beni buradan”

Sonrasını hatırlamıyorum. Sabaha karşı saat 04.00’de uyandığımda, hava hâlâ aydınlanmamıştı. Dilimde paslı bir tad vardı. Olanları hatırlamaya çalıştım. Huzursuzdum. Kraliçe Başı’nı düşünüp duruyordum. İçimden bir ses bir şeyler yapmam gerektiğini söylüyordu. Ama ne? Gözlerim, az parça eşya koyduğum bavula takıldı. “Bavulu aç!” Kalkıp, bavulun yanına gittim, kayıtsızca fermuarını açtım, elbiselerimin olduğu köşede bir şişkinlik vardı. Kaldırdım. Avuç içi kadar büyüklükte metal bir disk duruyordu. “Senden bu gece bu diski köye götürmeni istiyorum.” Ses, tam kulağımın dibinden girmiş, beynimin komut alan bölgesine yapışmıştı. Affalamıştım. Bu disk nereden çıkmıştı. Köye gidilmeyeceğini herkes biliyordu. Kendimi ve bebeğimi nasıl riske atardım.Yüzümden terler boşalmaya, ellerim titremeye başladı. Ne yapacaktım. Koşup kuzenime, oteldeki herkese bana olanları anlatmaya karar verdim. Ama bir adım bile atamadım.

İşte sonra, tam bu karamsar düşüncelerin etkisindeyken olağanüstü bir şey oldu. Karşımda, milyonlarca renkli ışıktan oluşan saydam bir siluet belirdi. Korkmam gerekiyordu ama korkmuyordum. Tüm kaygılarım ışığın önünde erimiş yok olmuştu. Zihnim hiç olmadığı kadar berraktı. Mutluydum. Gülüyordum. Sarhoştum. İyiydim. Saf güzelliktim. Her şeydim. Siluete doğru bir adım attım, ve vücudumla birleşmesine izin verdim. İnanılmaz olan gerçekleşiyordu. Şu televizyonlarda gördüğümüz süper kahramanlar gibiydim. Gözlerimden, ellerimden, dudaklarımdan, saçlarımın her bir telinden, derimin üzerindeki her bir gözenekten rengarenk ışıklar çıkıyordu. Tüy gibi hafif odada dolaşıyordum. Artık her şey çok açıktı.

Hiç tereddüt etmeden metal diski aldım. Sessizliği yararak, havada süzülen koca bir ışık huzmesi oldum. Köye ulaştım, köy beni göremedi, yol içerilere süzülmeme izin verdi. Kraliçe Başı’nın tam yanına geldim. Ömrümde hiç tanrıça görmemiştim. Ve o bir tanrıçaydı.

Büyülenmiştim. Hiç sorgulamadım. Metal diski tanrıçanın eteklerine bıraktım. Sol elim karnımda, sağ elimle bedenine dokundum. “Dün, bugün, yarın” diye fısıldadım. Yeşil bir kapı aralandı. Çıplak, siyah dümdüz saçları beline kadar uzanan, pürüzsüz beyaz tenli bir kadın gördüm. Yanıma geldi, beni gözlerimden öptü ve siyah bir kelebek olup uçtu gitti.

Havada süzülerek otele geçtim. Kendimi odama, yatağın üzerine attım. Ne kadar hareketsiz, kendimden geçmiş bir şekilde orada kaldım bilmiyorum. Karnımda müthiş bir kasılmayla kendime geldiğimde, şiddetli bir patlama işittim. Wanli köyünün üzerinden dev bir duman bulutu yükselerek çılgın alevlerle birleşip göğü sarmıştı. Otel 3036’daki çığlıklara, ben de doğum sancımla katıldım. Tarih 11 Ekim 2037 idi.

Müge Koçak

Uzun zamandır yazıyor, yazmaya çalışıyor, devam etmeye çalışıyor. Zaman değişiyor, dengeler değişiyor, hayat değişiyor, yazı kalıyor, o hala yazıyor. Deneme, yanılma, oradan, buradan, şuradan. Bir gün - büyüdüğünde - yazı projelerini gerçekleştirmeyi umuyor. Ziyaretçi sayısı parmakların sayısını geçmeyen iki blogu var. Bu kadar yazan, çizen, onca tanınmış, tanınmamış insan arasında kendisine nasıl bir pay düşer bilmiyor, çok da umursamıyor. Ne önemi var ki! Altı üstü hep birlikte eğleniyoruz canım..

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Kaleminize sağlık, çok güzel bir mistik bilimkurgu öyküsü olmuş. Akıcı, samimi, üzerinde düşünülmüş. Renklerin anlatıldığı kısımda bir tık mistisizm azaltılabilir gibi geldi. Güzel olmuş ama öyküyü biraz yavaşlatmış. Onun dışında konuşmalar, tarihi bilgiler sonlara doğru artan bilinmezlik çok hoşuma gitti.

    :point_up: Çok beğendim buraları. Elinize sağlık. Görüşmek dileğiyle.

  2. Okuyup yorumladığınız için çok teşekkürler :slight_smile:

  3. Merhaba,
    HIkayeniz cok ilginc bir karisim ve kendini okutuyor.
    Bana verilen bir kac tavsiyeyi aktarayim. Kisa hikayelerin dogasinda ister istemez hikayeyi kurmak icin anlatilmasi gerekenler var ama bunlari cok uzun tutmak dogru degil. Sizin anlattiginiz koy, otel ve ada birbirine karisti. Bir an Gurcistandan bahsederken, bir anda Tayvana goturdunuz beni ama ben ne oldugunu kavrayamadim.

    Elinize, emeginize saglik,

    Murat

  4. Okuyup yorumladığın için teşekkür ederim.
    Tavsiyenizi mutlaka göz önünde bulunduracağım. Aslında Ülkede iki doğa üstü olay gerçekleşiyor. Otele ve adaya adını veren, Gürcü bir astronot tarafından keşfedilen bir gezegen. Tayvan’dan ise Peri bacasını ithal ediyoruz :slight_smile: Demek biraz daha netleştirmek gerekiyor.

    Hoşçakalın

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for Mrt_Yldrm Avatar for Muge_Kocak Avatar for ulu.kasvet