Öykü

Kitab’ül Aşk

GİRİŞ

Kadim rivayetlere göre, Erlik’in insanoğlu ile irtibatı yasaklanmıştı. Buna rağmen Erlik, her fırsatta kuralı bozar ve dünyaya gönderdiği uşaklarıyla insanları manipüle etmeye devam ederdi. Zavallı insanlar mezarlıklarda, darüşşifalarda, imarethanelerde ya da dört yolun birleştiği boş arazilerde Erlik’in onlarla konuşmasına izin verir ve karşılığında reddedemeyecekleri hediyeler, ün, şan, para, sağlık vaatlerine kanıp ruhlarını ona verirlerdi. İşte bu yüzdendir ki Erlik’in kandırdığı masumlar etrafta biçare gezer durur, kendi ruhlarını kurtarmak için başkalarının ruhlarını ona sunarlardı.

I

Zemheri aylarının en karanlık gecesinde, çok uzaklarda yalnız kalmış bir Balkan köyünde, genç bir adam, beyhude umutlar içerisinde canhıraş adımlarla evine dönmeye çalışıyordu. Sanki bir şeyden kaçıyordu ama kimden kaçtığını hatırlayamıyordu. Bu soğukta oraya nasıl geldiğini de anlamamıştı keza adımını her attığında ezilen karlardan çıkan tok sesler, ahşap evlerin çevrelediği dar sokakta yankılanıyor ve onu daha da korkutuyordu. Normalde kemiklerine işlemesi gereken kara soğuğu hissetmiyor oluşunun getirdiği farkındalık, onu, kendisini rahatsız eden aynı soruya yöneltti.

“Ben neden buradayım? Buraya nasıl geldim?”

Adımlarını sıklaştırdığı bir anda, elini aba parkasının derin cebine soktu ve parmaklarına sırayla sürten ince uçlardan cebindekinin ne olduğunu anladı. Bu bir taraktı. Nizami yontulmuş uçları sivriydi ve iyice kurutulduğu için sertti. Kemik tarağı görür görmez, sıcak heyecan dalgasının kalbinden vücuduna dağılmaya başladığını hissetti ve o anda cılız bir çan sesi duydu. Ses, sanki ona doğru geliyordu. Tarağa dehşet içerisinde tekrar baktı ve hızlıca yere attı. Yürümeyi bıraktı, koşmaya başladı. Bir süre koştuktan sonra, çan ve ayak seslerinin iyice arttığını hissetti. Çan sesleri sanki hemen yanından geliyordu. Dar sokağın köşesindeki ahşap binanın önünde dizili odunları hatırladı. Lâkin kurtulacağına dair minik umut zerreciği, hemen arkasından gelen soru karşısında rüzgâra karışıp kayboldu. Genç adam, tüm çabalarının nafile olduğunu anlamıştı.

“Nereye gidiyorsun?”

Aniden kayarak durdu. Yılan gibi tıslayan sesin sahibi, en son karşılaşmak istediği varlıktı. Adam çok korkmuştu. Heyecandan dili kurumuş, vücudundaki türlü hormonlar sebebiyle yüzü kaskatı olmuştu. Korkudan titreyerek cevap verdi. Arkasındaki zebaniye dönüp bakamamıştı bile.

“Kara ağaçtan yaptığım evime!”

Tıslayan varlık kara kürkünü titretti, koca değneğini yere vurdu ve tekrar sordu: “Nereden geliyorsun?”

Adam aklını oynatmak üzereydi. Ama Erlik’in uşağının oyununu oynaması gerekirdi. “Kara” kelimesi ile başlamayan cevaplar, ona oyunu kaybettirirdi. Canını da!

“Kara dumanlı dağdaki kara taşlı kovuktan!”

Erlik ’in uşağı gülümsedi. Yamuk ağzındaki kara dişleri bir anlığına gözükmüştü. Cevaplar doğruydu, ama oyun daha bitmemişti. Koca asasını tekrar yere vurdu ve sordu. Bu sefer sanki daha coşkuluydu.

“Neden bu vakitte buradasın?”

Adam, kendinin de cevabını bilmediği soru karşısında kalakalmıştı. Yavaşça arkasını döndü ve karakonculu işte o zaman gördü. Küçük ve kambur yaratık, bir çocuk boyutundaydı. Kara tüylerinin üstündeki irin ve katran donmuştu. Çirkin yüzündeki korkutucu gülümseme bakanı yerine mıhlıyor; belindeki iri çanlar, ufak bir kıpırdamada çınlayacak kadar parlıyordu.

Adam sonunun geldiğini anlamıştı. Çünkü bu soruya cevabı yoktu. Yaratığa ne diyeceğini düşünürken, karakoncul, ince ve kırışık kolunu yukarı kaldırarak, avucunu açtı. Bu şekilde sanki bir şeyi çağırıyordu. Kısa bir an içinde mat bir nesne eline geldi. Bu, genç adamın kaçarken attığı taraktı. Adam oyunu kaybetmişti. Cezası ise tarakla ölmekti. Karakoncul, elinde çevirdiği tarağı adamın saçsız kafasına indirdi ve onunla fani hayat arasında kalan son ipliği de kesti.

II

En karanlık gecenin sabahında, iç gıdıklayıcı rüzgâr, köyü oluşturan evleri bir bir dolaşıyor ve sıcak evlerinde uyuyan kulların kulaklarına aksak melodiler fısıldıyordu. O sabah öyle bir sabahtı ki ne kuşlar semada uçmayı ne de rüzgâr dağlardan esmeyi istiyordu. Doğmak üzere olan güneş bile havadaki kasvete engel olamayacaktı.

Köy meydanına yakın bir kümeste aylak aylak gezen koca ibikli horoz tam derin bir nefes almıştı ki yürekleri dağlayan, kulakları sağır eden bir çığlık duyuldu. Öyle bir çığlıktı ki, sümme haşa duyan sanki Hazreti İsrafil Aleyhisselam’ın sûru üflediğini sanırdı. Çünkü o ses, cehennem gazabından kaçan kullarınki kadar acıydı. Sesi duyanlar yataklarından fırlayarak uyandı ve hiçbir şey düşünmeden panik halinde dışarı, sesin kaynağına koştu. Bazı insanlar kandil yakmayı akıl etse de çoğunluğu karanlıkta can havli ile fırlamıştı. Sesin kaynağına ulaşanların büyük bir kısmı, gördükleri görüntü karşısında dillerini yutmuşsalar da aralarında ortamı yatıştırmaya çalışanlar da vardı. Onlardan biri de büyük seyyah Evliya Çelebi’ydi.

Onlarca diyarı hane hane gezmiş, gördüğü her detayı didik didik yazmış bu kutlu kişi aslında tesadüfen oradaydı. Melek Ahmet Paşa’nın maiyetinde köyleri tahrir etmekle görevliydi ve geceyi geçirdikten sonra yoluna devam edecekti. Lakin bu gördüğü esrar dolu hadiseden sonra bittabi kalmaya karar verdi. Bir önceki gece yaşanan bu hadise, onun kalan ömründe asla unutmayacağı bir anı olarak kalacaktı.

Seyyah, kazınmış kafasını güzelce saran, samur kürkünden siyah bir börk takmıştı. Üstüne giydiği kahverengi gocuk sade ve mütevazıydı. Ayaklarına geçirdiği okçu çarıkları ve eldivenleri ise manda derisindendi. Ölen adamın başındaki kalabalığı aşarak, cansız yatan kula doğru yaklaştı ve hemen yanına doğru eğilip, loş kandil ışıkları altında onu incelemeye başladı. Bu esnada kalabalıktakiler ölen adamı tanımış ve şimdiden ne olduğuna dair varsayımlarını sıralamaya koyulmuşlardı. Kimisi “buna kara büyü sebep olmuş,” derken, kimisi ise “çor yapmış,” diyordu. Ağlamalar, bağrışmalar, fısıltılar ve hıçkırıklar arasında ünlü seyyah ölen genç adamı dikkatlice incelemeye devam ediyordu.

Maktul sırtı üstü şekilde düşmüştü. Yatış şekline bakılırsa kaskatı kalmıştı. Yüzünde acılı bir ifade vardı ve dudaklarındaki şaşkın ‘O’ ifadesi göze çarpıyordu. Dili ve parmakları morarmıştı. Görünürde kan yoktu lâkin kafasında yedi tane küçük delik mevcuttu. Soğuktan veyahut başka bir efsundan olsa gerek, kanı daha akmadan donmuştu. Seyyah, sağ elindeki deri eldiveni çıkardı ve hafifçe adamın kapalı göz kapağına dokundu. Gözü nazikçe açmasıyla beraber, kalabalıktan korku ile karışık bir şaşkınlık mırıldanması yükseldi. Çünkü adamcağızın gözleri vahim derecede soluktu. Sanki günlerce bir kap suda durmuş da rengi öyle atmıştı. Seyyah, adamın gözlerini inceledikten sonra elini çekti, ağzına doğru sanki masum bir buse verecekmiş gibi eğildi ve adamın açık kalmış ağzını kokladı.Evliya Çel

ebi gezdiği diyarlarda birçok farklı bitki görmüş, çeşit çeşit gıda ve hububatı da tatma fırsatı bulmuştu. Bu, onun her konudaki bilgi dağarcığının ne kadar yüksek olduğuna dair küçük bir emareydi. Kafasını kaldırdıktan sonra, kalabalığın şaşkın bakışları arasında, “şerbet,” dedi ve cebinden çıkardığı küçük deftere bir şeyler karaladı. Defteri cebine soktuktan sonra sağ çizmesinin koncundan kabzası fildişi kabartmalı bir çakı çıkardı. Adamın parmaklarına doğru hamle yapıp, kenetlenmiş parmaklarını açmaya çalışırken kalabalıktan bir ses duyuldu. “Vah zavallı adam! Parmakları nasıl da kenetlenmiş kalmış!”

Seyyah, tecrübeliydi. Bunun gibi çok vaka ve maktul görmüştü. Hatta bazılarını notlarına da almıştı. Bir süre uğraştıktan sonra adamın parmaklarını açmayı başardı ve çakısı ile tırnaklarının aralarını kontrol etti. Nafile, adamın tırnakları sütten kesilmemiş bir bebeğinki kadar temizdi. O esnada uzaklardan bir ses duyuldu. Hava ise iyice aydınlanmıştı.

“Çekilin bre! Yer açın! Yettim!”

Bu ses, ara sıra hekimlik de yapan baytar efendiye aitti. Şişman adam, köyün yollarında birikmiş karlar üzerinden seke seke geliyordu. Ciğerlerinden gelen hırıltılı nefesler, sesli ve sinir bozucuydu. Kızarmış suratı soğuktan değil, şaraptandı. Her adımında ağzından çıkan buharlar, adamın kafasında bembeyaz bir bulut tabakası oluşturuyordu. Öyle ki adam soluklanmak için her durduğunda, kel kafası sanki Keşiş Dağı’nın zirvesiymiş gibi sisli ve yalnız görünüyordu.
Adam geldi ve Evliya Çelebi’nin yanına çöktü. Maktulün bileğini başparmağı ile sıktı. Odaklanmak için kafasını mağrur bir şekilde yukarı kaldırdı ve “ölmüş,” dedi. Tam o esnada, kalabalıktan bir kıkırdama sesi geldi. Sonra bir daha… Ve bir daha… Baytar muzip gülüşmelere aldırmadan doğruldu ve seke seke geldiği yöne yürüdü. Sekerken düştü, Keşiş Dağı’ndaki sis de dağıldı.

Bu esnada seyyah, adamın üstüne doğru eğilmiş ve ceplerini karıştırmaya başlamıştı. Üşümüş olan kalabalığın da yavaş yavaş dağılması ile beraber, ortam da bir nebze sakinlemişti. Adamın cebinde çok güzel ve nizami yazılmış bir mektup vardı. Evliya Çelebi, şöyle bir göz attıktan sonra mektubu cebine koydu. Ayağa kalktı ve ölmüş adama bir daha baktı. Bakarken çevresinde dolaşıyor ve adamın geldiği yönü gözünde kestirmeye uğraşıyordu. Adam muhtemelen orman tarafından geliyordu. Seyyah, yemenilerindeki çamurlardan bu kanıya varmıştı. Biraz orman tarafına doğru yürüdü ve ayak izlerini bulmaya çalıştı. Lâkin çevredeki kalabalık tüm izleri yok etmişti. Daha da geriye gitti ve konakladığı küçük hanın önündeki çeşmede adamın izlerini buldu.

Evliya Çelebi, birçok muharebede bulunup, birçok diyar görmüş, her türlü hayvanın avına katılmış usta bir kemankeş olmasının yanı sıra, iyi de bir iz sürücüydü. Bu vesileyle gerek iz sürmeyi gerek de avın peşinde sessizce gitmeyi iyi bilirdi. Lâkin bu av öyle sıradan bir av değildi.

Seyyah izleri incelerken, maktulün ormandan geldiğine ikna oldu. Yalnız adam yalnız değildi. Ayak izlerine başka izler de karışmıştı. Sanki asası olan çıplak ayaklı bir çocuktu. Ama yedi parmağı vardı. Bir de kuyruğu… Gezgin şaşırmıştı. İzleri iyice incelediğinde merakını zirveye çıkartan o şeyi gördü. Bunlar çocuk ayak izi falan değildi. Sivri, uzun tırnakları ve yuvarlak topuğundan, bu izlerin âdemoğlu izi olmadığı açıkça belliydi.

III

Gece olduğunda, ihtiyarlar meclisi ivedi olarak toplandı. İhtiyarlar haricinde, bu toplantı özelinde katılması uygun görülen birkaç kişi daha vardı. Aralarında köyün imamı, baytar efendi, beylerbeyinin birkaç neferi yanı sıra, Evliya Çelebi’nin de katılımı istenmişti. Ünlü gezginin, herkes tarafından saygı gören, maharetleri tüm yöre tarafından bilinen ve sevilen biri olmasına karşın, toplantıya katılmasının asıl sebebi, onun âdemoğlu haricî varlıklar hakkındaki engin bilgisiydi.

Köyle ilgili verilecek önemli kararları alan ihtiyarların yaşları altmış iki ile yetmiş sekiz arasında değişmekteydi. Köydeki her şey kusursuz ilerlediği sürece yılda sadece birkaç kez toplanılırdı. Bu da genelde bayramlar ve düğün gibi kutlamalar ile alâkalı olurdu. Toplantı, yaşlılardan biri olan Kazancızâde Ali Bey’in sahip olduğu, ahırdan bozma, kaplamaları sökülmüş, tek katlı eski bir kârgir binada yapılacaktı. Binanın ahşap kapısı, at nalı şeklindeki kemerle süslenmişti. Koca at nalı, demirden yapıldığı için paslanmış olsa da hâlâ ihtişamı yerindeydi.

Katılımcılar, buluşma vakti geldiğinde teker teker paslanmış at nalı kemerin altından geçtiler ve binanın ortasına kurulmuş ceviz ağacından masaya oturdular. Zemine yayılmış samanların kokusu tüm ahırı sarmış ve eski günlerden kalma anılar da onları yaşayanların zihinlerinde rengârenk kıvılcımlar oluşturmuştu.

Herkes birbirini selamlayıp, yerleştikten sonra ihtiyarların en yaşlısı Yaşar Efendi konuşmaya başladı. Yaşlı sesindeki titreme ve esrar-ı cinayetin getirdiği bilinmezlik, yüzünü kaplayan biçimsiz beyaz sakalların bile gizleyemediği korkuyu ele veriyordu.

“Efendiler” dedi. “Dün gece, sessiz ve sakin köyümüzde, son yıllarda hiç görmediğimiz bir vahşet hâsıl oldu. Evet! Daha önce köyümüzde bazı talihsiz ölümler, kaybolanlar olmuştu belki. Lâkin bu vaka, tılsımlı bir garabetin korkunç eseri midir, yoksa erbain saikasıyla gelen kara soğukların âmili olduğu bir talihsizlik mi?” diye sordu.

Yaşar Efendi sözlerine devam ederken, masada oturanlar kafalarını sallayarak onun laflarını onaylıyorlardı. “Vakanın failini bulmak çok vahim bir meseledir. Lâkin mevcut durumumuzu da düşünmeliyiz! Ben derim ki bu geceden tezi yok, dışarı bekçiler dikelim. Tekrarlanmaması için elimizden gelen gayreti gösterelim.” Söz daha bitmeden bir başka ihtiyar araya girdi. “Peki, hanesi köye uzak olanlar ne yapacak? Onları kim koruyacak? Bu bekçiler uzaktaki hanelere de konulacak mı?” Bunu duyan diğerleri kafalarını sallayarak “evet”, “doğru söylüyor,” nidalarıyla konuşan ihtiyarı desteklediler. Yaşar Efendi, toparlandı ve cevap verdi: “Eğer herkes hemfikir kalırsa neden konulmasın Mehdî Efendi?” Kalabalıktan tekrar, “doğru söylüyor” şeklinde mırıldanmalar yükseldi. “O zaman herkes kendi vicdanıyla müzakere ederek reylerini söylesin.”

Küçük bir duraksamadan sonra herkes görüşünü bildirdi ve sokaklara, geceden tezi yok bekçiler koyulmasına karar verildi. Köy büyük bir köydü ve asayişi sağlamak kolay olmayacaktı. Köyün nizamını korumakla görevli neferler haricinde, bekçiler her haneden yalnızca bir kişi olacak şekilde seçilecekti. Yaşı on altıyı geçmemiş çocuklar ve elli yaşını geçmiş ihtiyarlar bekçi olamayacaktı. Bu durum zemheri ayları bitene kadar devam edecek, havanın ve hadiselerin durumuna göre meclis tekrar toplanacaktı.

Toplantıya katılım gösteren herkes görüşlerini sunarken Evliya Çelebi notlar alıyordu. Maktulün üzerinde yaptığı incelemeleri düşünüyor ve kafasındaki bazı sorulara yanıtlar bulmaya çalışıyordu. Konuşma sırası ona geldiğinde ayağa kalktı ve tüm meclisi selamladı.

“Saygıdeğer efendiler! Beni buraya çağırmanız, şahsımı ziyadesiyle bahtiyar etti. Anlıyorum ki böyle hadiselere aşina değilsiniz. Ne yazık ki benim için aynı durum geçerli değil. Yine de mevcudiyetimin sınırlı olduğu fani ömrümde, gördüklerimin naçiz ruhumu diri tuttuğu da bir gerçek!”

Seyyah anlatırken, topluluğu oluşturanlar dikkatlice dinliyorlardı. Evliya Çelebi ise etkili anlatımına devam ediyordu.

“Ben aslında köyünüzde kalıcı değil, gidiciydim. Aldığım sorumlulukları yerine getirmek boynumun borcudur. Lâkin takdir edersiniz ki dün gece yaşanan hadise merakımı bir hayli cezbetti. Aciz nefsime gem vuramayıp zavallı adamın yanına koştum ve merakımı giderme umuduyla her bir an beni daha da içine çeken gözlemlerde bulundum.”

Baytar efendi haricinde, tüm ihtiyarlar pür dikkat kesilmiş gezginin ağzının içine bakıyorlardı. Baytar ise mintanına dökülmüş somun kırıntılarını silkmekle meşguldü.

“Öncelikle söyleyeceklerim korkunç bir masalın mübalağalı dizeleri değil, gerçektir! Lâkin bulgularımı paylaşmadan önce zavallı adam hakkında malûmat almak isterim! Kimdir? Kimin nesidir? Bekâr mıdır yoksa evli mi? Düşmanı var mıdır ya da anlaşamadığı birisi?”

Evliya Çelebi maktulün hakkında bilmek istediklerini sıralarken, ihtiyarların en büyüğü olan Yaşar Efendi öksürerek araya girdi.

“Bittabi Evliya Efendi, ölen kişinin adı Ömer’dir. Sen ben gibi normal biridir. Kimse ile anlaşmazlığı yoktur. Çobandır. Arada rençberlik de yapar. Evlidir. Lâkin karısı yanında değildir.”

Tam bu esnada Evliya Çelebi, Yaşar Efendi’nin sözünü kesti. “Zavallı adamın cebinde muntazam yazılmış bir mektup buldum. Karısı burada olmadığına göre, başka bir kadınla mı münasebeti vardır?”

Birden heyetten mırıltılar ve şaşkınlık nidaları duyuldu. Evliya Çelebi, cepkeninin yan cebinden çıkardığı kâğıdı masaya koydu. Mektup elden ele dolaştıktan sonra tekrar ona döndüğünde herkes artık Ömer’in başka bir kadınla münasebeti olduğunu biliyordu. Mektup kısa ve kibarca yazılmış bir buluşma teklifiydi. Mektubu yazan isimsiz kişi, gece yarısı onu ormanda bekleyeceğini söyleyerek süslü sözlerini bitirmişti.

Topluluk dakikalarca bu durumu tartıştı. Kimisi Ömer’e masum dedi. Kimisi ise kâfir… Söz tekrar Evliya Çelebi’ye geldiğinde herkes tekrardan puta dönmüştü. Seyyah bulgularını bir bir anlattı.

Zavallı adam kar gibi bembeyaz olmuştu. Kafasında yedi tane delik vardı. Yaralardan çıkan kan daha akmadan donmuştu. Korkmuş yüzü olduğu gibi kalmıştı. Parmakları ve ayakları da… Ağzı şerbet kokuyordu. Reyhan ile daha önce tatmadığı birkaç meyvenin esansını ihtiva ediyordu. Bu garipti çünkü büyük seyyah yedi iklimde her çeşit şerbeti tecrübe etmişti lâkin bu yabancı gelen tatlar onu şaşırtmıştı. Dahası da vardı. Genç adam ormandan geliyordu ve takip ediliyordu. Onu takip edenin vaziyeti ise yürekleri durduran türdendi.

Bu esnada ahali yerinde doğruldu ve hep birden Evliya Çelebi’nin olduğu tarafa doğru meylettiler. İçlerinden birisi ise kendini tutamayıp nida attı.

“Kimdir, derviş? Nedir söyle!”

Evliya Çelebi etrafındakilere baktı ve konuşmasına devam etti.

Genç adam, büyükçe bir asaya sahip, kalınca bir kuyruğu olan ve tahminen kısa boylu bir garabet tarafından takip ediliyordu. Bu garabetin yedi parmağı, uzun tırnakları ve kalınca bir topuğu vardı. Seyyah, yaptığı incelemelerden üzülerek onun bir âdemoğlu olmadığını anlamıştı.

Seyyahın dediklerini duyan ahali bir süre sessizce oturdu. Ortamda sadece nefes alışveriş sesleri duyuluyordu. Kimsenin söyleyecek bir şeyi yoktu. Belki kendileri için, belki de sevdikleri için endişelenmişlerdi. Neticede köye dadanan bu garabet nasıl hayra yorulabilirdi ki? İçlerinden birisi sessizce dualar mırıldanmaya başladı. Diğerlerinin de ona katılmasıyla, ortamdaki kasvet yerini huşuya bırakmıştı. Lâkin ardından güç bela duyulan bir kadın çığlığı ve hemen akabinde çalmaya başlayan uyarı zilleri, masadaki herkesin ödünü patlatmaya yetti.

IV

Çığlığın geldiği evin kapısı köylüler tarafından kırılmış ve içeride perişan halde genç bir kadın bulunmuştu. Genç kadın ocağın kenarına oturmuş ve korkudan titreyerek hüngür hüngür ağlıyordu. Evin içindeki yaklaşık on kişi bir yandan kadını telkin etmeye, bir yandan da olan biteni anlamaya çalışıyordu. Genç kadın biraz da olsa sakinleştikten sonra kendisine verilen suyu içerken, “canımı zor kurtardım,” diye söylendi. “Adımı söyledi! Beni çağırdı!”

Birkaç kere nefes alıp verdikten sonra kafasını kaldırdı ve karşısındakilere, “sesi annemin sesiydi! Yedi yıl önce ölen annemin!” diye bağırdı. Kadın tekrar titremeye başlamışsa da konuşmaya devam ediyordu. “Merakla dışarı çıktığımda, üzerime çullandı. Eve zar zor girebildim. Çığlık atınca da kaçtı gitti!”

Genç kadın başından geçen talihsiz olayı anlatırken, Evliya Çelebi içeri girdi ve içeri girer girmez kendisiyle göz göze gelen kadının masum güzelliği karşısında efsunlanmış gibi kalakaldı. Kadın, gözlerini bir an için ondan kaçırsa da hemen sonra tekrar ona doğru baktı. Sanki bir ömürmüş gibi uzun süren ama aslında kısacık olan bir lahza içinde, iki göz birbirine görünmez ağlarla bağlanmıştı bile. Öyle bir bağlanmaydı ki sanki tüm ışıklar sönmüş ve tüm sesler susmuştu. Genç kadın, köylülerden gelen soruları duymadan Evliya Çelebi’yi süzüyordu, Evliya Çelebi de onu… Bu esnada yaşlılardan birinin seyyahı dürtmesi ve bir şeyler söylemesiyle ortam onun için tekrar görünür oldu.

“Evliya Efendi, Belkıs Hanım’ın başından geçen malûmatı öğrenmek istemez misiniz?”

Genç kadının adı buydu: Belkıs. “Ah! Ne güzel bir isim,” diye düşündü seyyah. Kendinden emin ve sakin hareketlerle kadının yanına gitti ve ona başından geçenleri bir kez daha anlatmasının bir mahsuru olup olmadığını sordu. İkilinin ilk konuşması buydu. Belkıs başından geçenleri Evliya Çelebi’ye anlattı anlatmasına lâkin seyyah ona bakmaktan onu duymuyordu sanki. Bu esnada evdeki köylüler muhabbet ediyorlar ve evde çok fazla pancar sebzesi olmasının ne kadar garip olduğundan tutun da çaya ne kadar dem konulması gerektiğine kadar türlü türlü gereksiz tartışma yapıyorlardı.

Bir süre sonra herkes sakinleşip, evlere dağılma vakti geldiğinde Belkıs Hanım doğal olarak yalnız kalmak istememişti. Yaşadığı olaydan sonra tek başına bırakılmaması da gerekirdi. O esnada Evliya Çelebi genç kadının yanına oturdu ve sakince, “Ben bu göreve nail olurum. İsterseniz size refakat edebilirim,” dedi. Genç kadın bu teklifi duyduğuna mutlu olmuştu. Masum yüzünü ona çevirdi ve “lütfen,” dedi. “Lütfen kalın.”

V

O gece gönüllü kalan birkaç kişi daha olsa da genç kadın ve Evliya Çelebi sanki yapayalnızdı. Seyyah ve güzeller güzeli Belkıs Hanım sabaha kadar oturdular. Kadın anlattı, anlattıkları dilden dile aktarılmış gezgin dinledi. Bu sefer anlatmak değil dinlemek istiyordu. Gece bitip sabah ezanı okunmaya başladığında, kafayı seyahat etmekle bozmuş adamın aklına, ilk kez gitmek yerine kalmak gelmişti.

VI

Sokaklarda nöbet tutan neferlerin etkisinden mi yahut insanların artık geceleri dışarı çıkmamasından mı bilinmez, sonraki günlerde başka bir vaka yaşanmamıştı. Köy biraz da olsa sakinlemiş, insanlar yaşanan hadiselerden farklı şeylerden de konuşmaya başlamıştı. Bu esnada Belkıs Hanım ve Evliya Çelebi garipsenecek kadar çok rastlaşıyorlardı, gören sanki birbirlerini takip ediyorlarmış sanırdı. Bu rastlaşmalarda uzun sohbetler ediyorlar ve birbirlerine her geçen gün daha da alışıyorlardı. Aralarında oluşan görünmez ağlar ise giderek sıklaşıyor ve daha da kuvvetleniyordu.

Bir zaman sonra seyyah, esrar-ı cinayete olan ilgisini yitirmiş gibiydi. Esrarlı hadiseyi araştırmak yerine sık sık yürüyüşlere çıkıyor, gördüğü detayları yazdığı defterleri artık gazellerle dolduruyordu. Köyün ihtiyarları da seyyahın bu durumundan memnunlardı. Neticede ona saygı duyuyorlardı. Evliya Çelebi gibi biri ne kadar çok köyde kalırsa, insanların refahı o kadar artar diye düşünüyorlardı.

VII

Günlerden bir gün Belkıs Hanım ve Evliya Çelebi pazarda karşılaşmıştı. Pazardaki insan kalabalığı, gelen türlü kokular ve bağırışlar arasında sohbet etmeye başlayan ikili kısa bir hâl hatır muhabbetinden sonra bir kenara çekildiler ve uzun sohbetlerine bir yenisini daha eklediler. O esnada Belkıs Hanım, seyyaha ormana açılan patika üzerinde bulunan serasını, her türden çiçekleri ve toprağın verdiği tüm harikaları ne kadar sevdiğini dakikalarca anlattı. En sonunda da kızarmış yanakları ve kaçamak bakışları ile en büyük arzusunun, Evliya Çelebi’ye yetiştirdiği bitkileri göstermek olduğunu söyledi. Belkıs Hanım, arzusunu seyyaha açıklarken sergilediği utangaç tavırlar, seyyahın hoşuna gitmiş ve kadının onun üzerindeki etkisini daha da arttırmıştı. Neticede Belkıs Hanım, ünlü seyyahın çorak kalbinde daha önce tanıştığı hiçbir kadının ona hissettiremediği duyguları yeşertmişti. O güne kadar Evliya Çelebi’ye ciltlerce sayfayı doldurmaya yetecek ilhamı veren yegâne şey merak olsa da o günden sonra yaşayacağı tarifi zor hisleri; korkusuzluğu, özgüveni ya da en vahşi mitolojik varlıklara bile kafa tutacak gücün kaynağı ise aşk olacaktı.

Belkıs Hanım, seyyahın olumlu tavırlarını görünce, bu gece gelmesi gerektiğini çünkü dolunayda bitkilerin çok daha canlı olacağını söyleyip, arkasını döndü ve pazar kalabalığının arasında gözden kayboldu.

VIII

Evliya Çelebi konakladığı hana geri döndüğünde vakit kaybetmeden gece için hazırlık yapmaya başladı. Gece olup ormana gitme vakti geldiğinde ise sanki mutluluktan uçuyordu. Bir süre sessiz sokaklarda sakince ilerlemiş ve nöbet tutan bekçilerle rastlaşmamaya özellikle dikkat etmişti. Nihayet ormana açılan patikaya geldiğinde, yaşlı bir kayın ağacının altında kendisini bekleyen Belkıs Hanım’ı görmüş ve yüreğinden karnına doğru kıvrılan heyecan dalgasına engel olamamıştı.

Genç kadın ile patikadan usulca yürüyen seyyah her bir adımda daha da yükselen ağaçların bekçiliğinde köyden giderek uzaklaşıyordu. Kısa süren bir yürüyüş sonunda nihayet Belkıs Hanım, “artık geldik,” dedi ve seranın girişini seyyaha gösterdi. Sera, aslında dar bir oyuktan girilen bir mağaraydı. Seyyah bunu fark edince bir süredir yüreğinin kıvrımlarında saklı kalmış merak duygusu da istemsiz bir kaşıntı gibi açığa çıkmıştı.

Dik durulamayacak kadar dar olan oyuğa eğilerek girdiler ve sakince yürümeye başladılar. Seyyah içeri girer girmez yüzüne çarpan nem ve karanlığı kucaklamış, iyiden iyiye artan merakının cazibesine kendisini bırakmıştı. O esnada Belkıs Hanım, küçük bir kandil yakarak yolu aydınlatmaya çalışıyordu. İkili ilerlerken hiç konuşmuyor, ortamda sadece mağaranın çeperlerinden damlayan su damlalarının çıkardığı ince notaların ezgileri dolaşıyordu. Çamur kokularının çiçek parfümlerine dönüşmeye başladığı anda, oyuğun sonunda genişçe bir alan gözüktü.

Oyuk bitip de mağaraya girdiklerinde Evliya Çelebi gördükleri karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Mağaranın zeminini kaplamış türlü türlü bitkiler, çiçekler ve en renkli meyveler karşısında ölüp de cennete gitmiş gibi şendi. Nemli duvarlardan akan damlalar, duvarları süsleyen koyu yeşil yosunların arasından sızıyor ve mağaranın toprak zemine doğru akıyordu. Mağaranın ortasına doğru ilerlediğinde, kendisini daha da şaşırtacak bir şey gördü. Mağaranın tam tepesinde dışarı açılan bir delik vardı ve ay ışığı sanki bir gelinin süslü duvağı gibi bitkilerin üstüne süzülmekteydi. Ay ışığı ile birlikte bazı bitkiler de mavi ve yeşil fosforlu ışıklar saçıyorlardı. Seyyah kendisini daha fazla tutamayıp “Nasıl?” diye sordu. “Böyle bir mucize nasıl olur da burada saklı kalır?”

Evliya Çelebi, daha önce karşılaşmadığı hatta varlığından bile haberdar olmadığı birçok bitkiyi seyre dalmanın verdiği cesaretle sanki sarhoş olmuştu. Hızlı adımlarla çevrede dolaşmaya başladı. Her bitkiye bakıyor, kimisini elliyor, kimisini ise kokluyordu. Ara sıra gözleri Belkıs Hanım’ı arıyor ve onun da kendisini izlediği görünce daha da şevke geliyordu.

Seyyah mağarayı tam anlamıyla dolaştıktan sonra nefes nefese ve mutluk sarhoşluğu içinde Belkıs Hanım’ın yanına döndü. O sırada genç kadın, mağaranın tepesinden sızan ay ışığını gören bir yere kurulmuş ahşap bir masada oturuyor ve yan tarafında bulunan bir sehpa üzerine yerleştirilmiş beyaz bir porselen sürahideki şerbete birtakım bitkiler ekliyordu. Masanın üstünde gri bir masa örtüsü ve toprak işçiliğinde kullandığı aletler ve çeşitli kimyasallar vardı. Evliya Çelebi’de boş olan bir sandalyeye oturdu ve Belkıs Hanım’ın ikram ettiği şerbeti içti. Derin bir nefesten sonra bitkilerden nasıl da etkilendiğini anlatmaya başladı. Sohbet esnasında gezdiği yerlerde gördüğü bitkilerden bahsediyor, zaman zaman kıyaslamalar yapıyor ama her hikâyenin sonunda böyle bir yeri daha önce hiç görmediğini üstüne basarak söylüyordu.

Koyu muhabbet saatlerce devam etti. Evliya Çelebi, bu hoş sohbete saatlerce devam etmek istese de artık gitme vaktinin geldiğini anlamıştı. Neticede sohbet her ne kadar koyu olsa da bir erkek olarak ağırdan alması gereken zamanın farkındaydı. Belkıs Hanım’dan müsaade istedi ve bu sohbetlerin kendisini çok mutlu ettiğini söyleyerek mağaranın çıkışına açılan oyuğa doğru ilerledi. Kovuğun başına geldiklerinde Belkıs Hanım, Evliya Çelebi’ye aba gocuğunu giydirdi, yanağına bir buse kondurdu ve geldiği için kendisine teşekkür ederek onu uğurladı.

IX

Seyyah, mağaradan dışarı çıktı ve soğuk orman havasını içine çekti. Çok mutluydu çünkü bunca yıllık yaşamında ilk defa böyle bir duyguya nail oluyordu. Konakladığı hana doğru ağır aksak yürürken dünyevi tüm sorumluluklarından azat edilmiş gibiydi. Bir an önce uyumak ve ertesi sabaha uyanmak istiyordu. Aklında ise Belkıs Hanım vardı. Köyün merkezine doğru girdikçe içinden uyuyan tüm insanlara inat bağırmak geliyordu.

Konakladığı hana yaklaştığını anımsadığı anda yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu fark etti. İçindeki mutluluk duygusu, sanki üzerine kara bir gölge düşmüş gibi yerini huzursuzluğa bırakmıştı. Bu esnada kar yağışı başladı. Seyyah yağan karlara bakarken durdu ve hiç üşümediğini fark etti. Yüzüne kırbaç gibi vuran karların dokunuşunu hissetmiyordu. “Gitmeliyim,” diye düşündü lâkin nereye gittiğini unutmuştu. Belkıs Hanım’a ait anılar ve mağaradaki güzellikler aklından yavaşça silinirken, zihninde bir soru belirdi.

“Ben neden buradayım?”

Bulanmış zihni Evliya Çelebi’yi şaşırtmıştı. İstemsizce elini gocuğunun cebine soktu ve parmaklarına sürten sivri uçlarından cebinde bir tarak olduğunu anladı. Tarağın yanında da avcuna sığacak büyüklükte, yüzeyi pütürlü ve görece yuvarlak bir meyve vardı. Tam cebindekileri çıkartıp bakacakken cılız ve ince bir çan sesi duydu. Seyyah bu sesin neye ait olduğunu iyi bilirdi. Çan sesleri yaklaşırken sakince ne yapabileceğini düşünüyordu. Geçmişi düşünerek bildiklerine erişmeye çalıştı. Lâkin Erlik’in uşağı çoktan arkasında durmuştu. Kötü kokulu varlık asasını yere vurdu ve ürpertici sesiyle sordu. Köydekilerden ise ne bir iz ne de bir ses vardı.

“Nereden geliyorsun?”

Seyyah, karakonculu iyi bilirdi. Ne ondan korkardı ne de efendisinden!

“Kara yoldan aşağı indim. Kara ormandan bir hışımla geçtim. Kara çatılı evime gideceğim, kara kazanımdan kara lahana çorbası içeceğim!”

Kükürt kokulu zebani şaşırdı. Belki de karşısında ondan korkmayan bir kulu beklemiyordu.

Huzursuzca kara kürkünü titretti ve koca asasını yere vurdu.

“Neden bu vakitte buradasın?”

Soru ile Evliya Çelebi hüsrana uğradığını hissetti. Çünkü içinde bulunduğu bu duruma dair hiçbir şey hatırlamıyordu. Teslim olmuşçasına arkasını döndüğünde, Erlik’in uşağı karşısındaydı. Kara dişlerini göstermiş ve efendisine götüreceği ruh için sanki kutlama yapıyordu. Kolunu havaya kaldırdığı anda eline seyyahın cebindeki tarak geldi. Hemen ardından Evliya Çelebi istemsizce ellerini cebine soktu ve cebindeki meyveyi çıkardı. Garip bir şekilde bu meyve karakonculu dünyadan defedebilecek tek şeydi! Bir pancar. Evliya Çelebi’nin zihnini işleten milyonlarca sinir hücresi o meyvenin işlevini hatırlamaya çalışırken, karakoncul kafasına koca tarakla vurmak üzereydi. Evliya, kendine mâlum olduğu üzere meyveyi büyük bir iştahla ısırdı ve çiğnemeye başladı. Tam bu esnada karakoncul, kendisi için tüm kapıları kilitleyen bu tılsıma direnemedi ve kara kürkünü topladığı gibi geldiği yere döndü.

X

Evliya Çelebi, başına gelen bu hadiseden sonraki birkaç saat olduğu yerde durmuş ve unuttuklarını hatırlamaya çalışmıştı. Her şeyi hatırladığında ise esrar-ı cinayeti de çözmüştü. Vakit kaybetmeden Belkıs Hanım’ın evine koşmuş, evin kara dumanlar çıkararak yandığını kaldığını görünce de hezimete uğramıştı. Seyyahın yüreğine çöken hüznü hisseden köpekler ulumaya, kuşlar ise ağlamaya başlamıştı.

Evliya Çelebi, yanan evi söndürmeye çalışan köylülere aldırmadan durduğu yerde duruyordu. Tahminine göre Belkıs Hanım çoktan köyü terk etmişti. Bu gerçeği fark edince omuzları iyice düştü, zaten eğik olan boynu ise iyice büküldü. O canlı ve sevecen insan gitmiş, sanki yerine umutsuz ve hayat amacı olmayan biri gelmişti. Arkasını dönüp, konakladığı hana doğru yürürken kalbini çalan insana karşı kırgındı. Yine de Belkıs Hanım’ın da ona karşı aynı şeyleri hissettiğinden emin olmuştu. Çünkü cebine koyduğu tarağın yanında, bir de koruyucu tılsım vardı.

Gezgin hana girdiğinde kimselere selam vermeden ağır adımlarla odasına çıktı. İçeri girdiğinde hemen yatağının yanında duran komodine yöneldi. Yatağa oturdu, komodinin çekmecesini açtı ve içinden kalınca bir kitap çıkardı. Eserin nizami süslenmiş yaldızlı kapağında ‘Kitab-ül Aşk’ yazıyordu. Kendi yazdığı kitaba uzun uzun baktı ve kırılmış kalbine söz geçirmek için kendini avuttu. Günün sonunda her şeyi unutması gerektiğini biliyordu.

Seyyah köyden ayrılırken arkasına dönüp bakmadı. Diyarları gezmeye ve merakını cezbeden her şeyi öğrenmeye devam etti. Yıllar geçtikçe ünü de büyüdükçe büyüdü. Sözünün eri ve değerlerine bağlı biri olması sebebiyle her mevkiden kişinin gönlünü kazandı. Ömrü boyunca evlenmedi ve o uzak Balkan köyünde yaşadığı vakayı bir daha ne konuştu ne de yazdı.

Yiğit Hakan Mermeroluk

1986 yılında Aydın/Nazilli’de doğdu. İlkokul, ortaokul ve lise eğitimini Bursa’da, lisans eğitimini ise Erzurum’da tamamladı. 2009 yılında Kimya Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Hâlen aynı alanda çalışıyor. Tarih, Anadolu söylenceleri, Türk folkloru ve halk dansları ile yakından ilgileniyor. 2016 yılından beri yazdığı hikâyelerde geçmişi, masalsı bir üslupla ele almayı amaç edinmekte. İlk eseri “Demirci Kazan ve Ateş” Şubat 2023’te Karakum Kitap etiketiyle yayımlandı.