Öykü

Albino

Asaf’ı, Lavinia’ya seslendirten neydi? Neydi Rodin’i bu denli yetenekli kılan? Peki Büyük Kulüp’te Eyüpoğlu’nu, karısının yanında gözyaşlarına boğan? Güzel bir şiire ait güzel bir hikayedir bu. Karadutu, çatalkarası; karısı, kısrağı kimdi? Bir kocanın, karısına aşkını yeniden ilan ettiği duygu dolu satırlar mı bunlar? Sizce de, yıllardır evli ve hayat meşgalesindeki bir adamın içinden taşmak için fazlasıyla coşkulu değil mi? Başka bir şey var bu mısralarda. Bir evliliğin kabına sığamayacak heyecan, toy bir arzu gizli satır aralarında. Kelimeleri bozup dağıtsanız, yeniden birleştirdiğinizde Eyüpoğlu’nun böğrüne saplı kara saplı bıçağı görecek gibisiniz. Bir bıçak ki resimlerini resim, şiirlerini şiir yapmış, böğründen çıkıp gittiğinde “Türküler bitti / Halaylar durdu” dedirtmiştir. Sanatçının bu bıçkın dönemi bir daha hiç geri gelmemiştir.

Anladım, siz Eren Hanım kadar anlayışlı değilsiniz. Üstelik doğrusunun da bu olduğunu düşünüyor, düşüncelerimi ahlaka aykırı buluyorsunuz. Peki serbestçe eş değiştiren Trobriadlılar için de durum böyle mi? Doğru kişiyi buluncaya kadar arayan ve birlikte olmanın hiç bir sorumluluk yüklemediği bir kültürü anlamak sizin için zor olmalı. 1970’te Nayarlar’ın özgürlükçü cinsel ilişkilerini yazan Goodenough da onları sizin gibi yargılamış mıdır? Kimin kiminle değil, kimin kimlerle birlikte olabileceğini belirleyen bir toplum düşünce sınırlarınızın ötesinde. Kenya’daki Turkana’lar domuzlarına baktırmak, ABD’deki Mormonlar ev işlerine yardım ettirmek için aynı şeyi yapmıyorlar mı? Biraz kızdınız sanki. Ah, lütfen, böyle söylemeyin. Siz, her gün haberlerde gördüğünüz, taşlama cezası veren fanatik insanlardan da, zina yapan kadının kıyafetine “A” harfini işleyen ilkel düşüncelerden de çok ötedesiniz. Sadece zihniniz, bundan daha iyisinin olabileceği düşüncesine hazır değil. Bense size bunu göstermek için buradayım.

Binlerce toplum, binlerce farklı kültür ve yaşayış varken evrensel bir doğrudan söz etmek mümkün mü? Yaptığımı ve duygularımı yadırgamanız, hangi genel kabul görmüş etik ilkeye dayanıyor? Ben ve sevgilim – evet, sevgilim – olduğumuz gibi mutluyken bir kişinin – evet, karımın – mutsuzluğu sizi neden bu kadar alakadar ediyor? Üstelik bu yaptığım, safiyane duygularımın tezahüründen başka bir şey değilken. Toy günlerimin eni konu düşünemeyen heyecanının hediyesi evliliğimin hayatımı çekilmez kılmasına izin vermek eminim sadece sizi değil, Mecnun’u bile duygulandırırdı. Mutsuz da olsa bir evliliği ölünceye dek sürdürmem gözlerinizi yaşartırdı. Ama hayır, böyle yapmayacağım. Hayatı, mutluluğu aradığım bir yolculuk olarak değerlendirecek ve bu yolculukta bozulabilir – hatta bazı kültürler için “genişletilebilir” – bir yasal kurumun beni engellemesine izin vermeyeceğim. Konu Nayarlar olduğunda esneyebilen ahlaki vizyonunuzun bana da bir ayrıcalık tanıyacağından kuşkum yok. Gerçek aşkın gücünü anlayacağınıza dair inancım ise tam.

Kaldı ki haklı gerekçelerim olduğunu da yadsıyamazsınız. Orta Çağ’daki ezoterik toplulukları araştırırken Fado dinleyen, 14. Dalai Lama’dan meditasyon dersleri alan bir adamın – evet, benim – karşılanmayı bekleyen ihtiyaçlarının daha fazla olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Antik Mısır’da kedilerin sembolik yerini tartışırken eve neden minik bir kedi yavrusu almayı hiç düşünmediğimizin sitemiyle karşılaşıp, İtalyan Rönesansı’nda mimarinin gelişiminden bahsederken artık apartman dairemizden çıkıp bahçeli bir eve taşınmak isteyip istemediğim sorusuyla karşılaştığımdan beri biricik karımla “bir şey” konuşma çabalarımı ertelemiş bulunmaktayım. Uzun zamandan beri ilişkimiz, yeni bikinisinin içerisinde güzelliğini sergileyebilmesi için gittiğimiz sahilde sırtına güneş kremini sürerken bana yaptığı tarifler ile ojesini tutarken paylaştığı iyi makyaj yapmanın sırlarından ibaret. Onunlayken zihnim, antropoloji doktoramdan, üniversitedeki kürsümden ve yazdığım onlarca bilimsel makaleden bihaber. Karım, yıllardır sürüp giden tartışmanın, Tabula Rasa önermesinin ayaklı bir kanıtı gibi. Tek farkı, onun levhasının halen bir şekil almamış olması.

Fısıldaşmalarınızı duyar gibiyim. Evet, her erkeğe nasip olmayacak bir hediyeyle ödüllendirildiğimi biliyorum. Dediğinize katılıyorum, kendisi bir ölüyü diriltecek kadar güzel bir kadın. Ona baktığınızda, vücudunun her bir parçasında bir kaç dakika ayırmadan gözünüzü alamayacağınızın ve bedeninizi saran yangının kravatınızı gevşetme isteği uyandıracağının bilincindeyim. Kendisi de bu yangını söndürmek için doldurulmuş bir kova su gibidir. Yangını kimin çıkardığıyla ilgilenmez ama ateşi söndürmekte üstüne yoktur. Ne var ki, ona bahşedilen güzelliğin duruluğu vücuduyla sınırlı kalmayıp aklına da sirayet etmiş, zekası ancak bir babununki kadar gelişmiştir. Gününün büyük bir çoğunluğunu, Yunan tanrıçası heykelleri gibi kusursuz vücuduna bakım yapmak ya da makyajla geçirir, akşama kadar bu güzelliğini sergiler, günün tek performansını ise hava kararıp, ışıklar söndükten sonra yatak odamızda gösterirdi. Tanrı bilir, bunda da oldukça başarılıydı.

Entellektüellik seviyesi, palyanço balığından farksız olan eşimin yarattığı boşluğu, evliliğimizin ilk günlerinde “farklı şekillerde” gidermeyi becersem de zaman ilerleyip yıllar geçtikçe içimde oluşan devasa boşluğu saklayamaz hale geldim. Maslow’un ihtiyaçlar piramidinde nasıl var olma ilk, kendini gerçekleştirme son sıradaysa; ilişki piramidinde de seks ilk, kültürel tatmin son sıradadır. Evliliğimiz süresince basamakları birer birer tırmanan yüreğim son basamağa bir türlü çıkamıyor, peşi sıra geleduran dürtüler ise onu daha yukarıya çıkmaya zorluyordu. Beni bugüne kadar daha fazlasına zorlamayıp, evliliğimin tek güzel yönüyle yetinmeyi beceren zihnim, açık denizde fırtınaya yakalanmış bir balıkçı teknesinden farksız olan yüreğimi daha fazlasına sürüklüyordu.

Kader, yalnızca arayıp sorduğunda hatırladığınız uzak akrabanızdır. O sizi bulmadıkça adını anmaz, kendisini hatırlamazsınız. Benim de, bir süredir görüşmediğim uzak akrabam, bu sefer yanında yeni yetme bir araştırma görevlisiyle çıkagelmiş; tekrar bakma isteği uyandırmayacak kadar basit suratı ve bu suratı taşımak dışında başkaca bir işe yaramayacak kadar sıradan vücuduyla bu kadını benimle aynı odaya hapsetmişti. Yanlış anlamayın, kendisini çirkin bulmuyorum ve evet, kendisinden bilimsel araştırmalarımda yardımcı olması dışında bir şey beklemiyorum. Ancak yine de, benim için onun dış görünüşü, banyoda kullandığım havludan farksız; çıktığımda neye benzediğini bile hatırlayamayacağım kadar sıradan. O kadar ki, dersten döndüğüm bir gün odada onu gördüğümde yanlış geldiğimi düşünüp doğru odayı aramaya başladım. Kendisi de bu düşüncelerimin farkına varmış olmalı ki birlikte çalışmaya başladığımızdan bu yana işle ilgili konular dışında pek bir paylaşımımız olmamıştı. Ta ki telefonda, sevgilisi olduğunu düşündüğüm şahısla vişne çürüğü rujuyla uyumlu eteğini ne kadar beğendiğini konuşmasını beklerken, amatörce ama içten bir şekilde Güney Doğu Asya yerlilerindeki psikolojik rahatsızlıklardan bahsetmeye çalıştığı o güne kadar. Kız, bildiğini gösterip öğretmenini etkilemek isteyen bir ilkokul öğrencisi gibi heyecanlı anlatıyor, hastanın penisinin karnına kaçıp, öleceği kaygısını yaşadığı “koro” hastalığından bahsettikçe telefondaki çocuk bu “açık görüşlü” kızı akşam bir kahve için evine davet etmesinin o kadar da zor olmayacağını anlamanın şevkiyle bu heyecanı körükleyici sorularla kızın tansiyonunu yüksek tutuyordu. Ne bu telefon konuşması ne de bu akşam büyük ihtimalle yaşanacak olan “kahve keyfi” ilgimi çekmiyordu. Ancak konuşulan konu, her ne kadar bir akademisyen antropolog olsa da çoklarının bilemeyeceği cinsten bir araştırma ve okuma arzusunun meyvesiydi. Hele böylesi bir konuyu erkek arkadaşına anlatmak, ya asosyal ve erkek arkadaşsız geçen bir ergenliğin ya da benzerine az rastlanır bir entelektüel kişiliğin yapabileceği cinstendi. Etkilenmiştim.

Evdeki tek düze ilişkiden bunalmış ilgimi hemen yepyeni bir maceraya, çalışma arkadaşımı daha yakından tanımaya kaydırdım. Bugüne kadar bir yarasa körlüğüyle fark etmediğim ne de çok şey vardı. Öğrencilerin sınav kağıtlarını okutmayı layık gördüğüm bu genç kız her öğlen Hint restoranında Alu Gobi ya da Alu Matar yiyor, Steinback okuyup hafta sonları arkadaş grubuyla şiir dinletilerine katılıyor, şehrin öbür yakasındaki bale gösterisine gitmek üzere erken çıkmak için benden izin istiyordu. Her daim toplu duran saçlarını tutan Nefertiti’nin tokasından başka bir şey değildi. Konuştuğunda ağzından dökülen kelimeler özenle seçildiklerini belli ediyordu. Sanki bir derginin kültür-sanat editörüydü de bu ayki sayıyı hazırlamak için hummalı bir telaş halindeydi. O kadar doluydu ki, ona baktığımda suratını değil, bir şeyler paylaşma açlığımı görüyordum.

Hissettiklerim gerçek miydi yoksa evliliğim süresince içimde büyüyen duygusal boşluk, sıradan bir insana aşırı değer yüklememe mi neden oluyordu? Bu kız gerçekten, olduğu gibi var mıydı yoksa delirmeye mi başlamıştım? Onu sınamalıydım. Bilgisinin, genç kız dergilerine serpiştirilen bir kaç enteresan makaleden; kültürünün, televizyonda kanal değiştirirken rastladığı bir kaç belgeselden ibaret olmadığını kanıtlamalıydım. Diğerleri gibi bir öğleden sonra, üniversitedeki odamda günlük işlerimizle uğraşırken, bilgisayarımda açık bir makaleyi okur gibi yapıp Schumann’ın tüm bestelerini karısına adamış bir adam olarak akıl hastanesinin yolunu boylamasının tesadüf olmadığını söyleyiverdim. Kafamı kaldırıp gözlerine baktım. Şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Gözlüğümü çıkarınca kekeleyerek konuşmaya başladı. Schumann’ın piyano çalmak istediğini ama parmaklarını kuvvetlendirmek için yaptığı düzenekle orta parmağını sakatlayınca beste yapmaya yöneldiğini söyledi. Mükemmeldi. “Gotik sanata katkısı yadsınamaz.” dedim. “Müziğe romantizmi getirmemiş miydi?” dedi. Ayağa kalktım. “Liszt’in, Marie d’Agoult’tan olan üç gayri meşru çocuğu olduğunu biliyor muydun?” diye sordum. “O olmasaydı Paganini Etüdleri’ni belki de hiç dinleyemeyecektik.” dedi. Büyülenmiştim. Yanına geldim. Oturduğu yerden beni izliyordu. Elini tutup kaldırdım. “Puccini sever misin?” diye sordum. “Ah, vıcık vıcık melodramları sevmem. Sizce de banal duygusallıktan muzdarip değil mi?” dedi “Bence aşık.” dedim ve dudaklarımla beynine, özür dilerim, dudaklarına yapıştım.

Sonraki bir yıl göz açıp kapayıncaya kadar hızlı geçmişti. Sanki birileri ışık hızına ulaşmış da bizi geride bırakmıştı. Üniversitedeki odam, liseli aşıkların buluştuğu çay bahçelerine dönmüş, dersin bitmesi için gözümün içine bakan öğrencilerle rollerimizi değiştirmiştik. Artık ben, her dersi farklı bir bahaneyle yarıda bırakıyor, dersimin olmadığı günlerde bile kendimi üniversitedeki odamda buluyordum. Odama kapalı olduğumuz yedi, bilemediniz sekiz saatte konuşmadık, paylaşmadık konu bırakmıyorduk. Bu kimi zaman insan zihninin kısıtları oluyor ve kısıtları kaldırıp ateşli bir sevişmeyle sohbeti noktalıyor; kimi zaman dünyanın farklı yerlerinden ölü gömme adetleri oluyor ve kaybettiğimiz binlerce kıymetli bilim adamı için saygı duruşu niteliğinde bir birleşmeyle mesaimizi noktalıyorduk. Tartışacak çok konumuz vardı ve bilgiye olan açlığımız iflah olmaz derecede fazlaydı. Bu açlık bazen öyle bir noktaya varıyordu ki, araştırmalarımıza devam etmek için akşamları ya da hafta sonları üniversitedeki odamıza kapanmak zorunda kalıyor, yoğun bir çalışma temposuyla kafamızdaki soru işaretlerini gidermeye çalışıyorduk. Bildiklerimiz, sonsuz bilgi denizinde bir kaç damladan ibaretti ve ben o damlaları onun dudaklarından içmekten hiç de şikayetçi değildim.

Günler, haftalar birbirini kovalarken, her zamanki gibi asistanımla odamda hararetli bir tartışmanın tam ortasında aniden kapının çalınmasıyla irkildik. Toparlanıp, etrafa dağılmış eşyaları ortadan kaldırmakla geçen yarım dakikanın ardından kapıyı açtığımda imalı gözlerle beni süzen özel kalem müdürüyle karşılaştım. Elinde tuttuğu mektubun rektör beye hitaben yazıldığı ve ilgilenmemiz için bizi seçtiğini söyledikten sonra bana ve asistanıma bakıp, “kolay gelsin” diyerek gitti. Kısa bir süre birbirimizle bakıştıktan sonra mektubu okumak için masama oturdum. İç Anadolu’nun dağ köylerinin birinden gelen bir mektuptu ve anlaşıldığı kadarıyla rektör beyin hemşerileriydi. Kendilerine has üsluplarıyla bir hikaye anlatıyor, hayvanlarına musallat olup öldüren garip bir felaketten bahsediyorlardı. Son üç aydır dört köylünün beş büyükbaş, ondan fazla da küçükbaş hayvanı telef olmuştu. Tüm olaylar gece yarısı yaşanmış, köylüler sabaha karşı hayvanlarını boyunlarındaki küçük deliklerden sızan kan birikintilerinin içinde bulmuşlardı. Ancak ne bir şey gören ne de işiten vardı. Yalnız, köyün nispeten dışında, tek başına oturan ve “deli” lakabını taktıkları Hacı Emmi gece yarısı köyde uçan beyaz bir kuş görmüştü ve Emin Çavuş’un yeni doğan buzağısının öldüğü gece onların ahıra girdiğine kalıbını basmaktaydı. Ancak bu onlar için bir deli zırvasıydı çünkü bir kuş, hele ki beyaz bir kuş bir buzağıyı devirecek ne yapabilirdi ki? Kendi aralarında toplanıp karar veren köylüler konuyu pek muhterem hemşerilerine açmaya karar vermişti. Ne de olsa koskoca üniversitenin en tepesindeki adamdı. Kendisi olmasa bile emrindekilerden biri illa ki sorunlarına bir çare bulacaktı.

Tam da bir antropoloğun ilgilenebileceği cinsten bir konu. Hayvan sağlığı ile ilgili hiçbir bilgim olmadığı gibi, ilgimi de çekmiyordu. Anlaşılan bu iş için düşünülen ilk isim de ben değildim çünkü mektubun üzerinde zoolojiden meslektaşım “Ahmet Bey’in dikkatine!” yazıyordu. Meraklı özel kalem müdürü bu detayı atlamış, bizi iş başında yakalamak için eline geçen ilk fırsatı değerlendirmeyi başarmıştı. Her ne kadar konuyla ilgilenmesem de kaçış fikri ilgimi çekmiyor değildi. Tüm üniversitenin gözü önünde cereyan eden asistanımla paylaşımlarım başıma dert olacak kıvama gelmiş, meraklı gözleri üzerimde daha fazla yakalamaya başlamıştım. Yakından takip ediliyorduk. Hem de sadece üniversitedekiler tarafından değil, eşim tarafından da. Yoğun çalışma düzenim ev hayatıma da yansımış, yaptığım ve “yapamadığım” her şey eşimi kuşkulandırır olmuştu. Bu durumu birkaç kez yorgunluğa, son seferdeyse iş stresine bağlasam da aklındaki soru işaretlerini giderebildiğimden emin değildim. Beni, avına konsantre olmuş dişi aslan gibi tetikte izliyordu. Maillerimi kontrol ediyor, beklenmedik telefon aramaları yapıyor, her şeyi en ince ayrıntısına kadar sorguluyordu. Tedirgindim. Öğle yemeği için dışarıda olduğumuz bir günde iki kez ona benzeyen birini uzaktan seçer gibi oldum. Şapkayla örttüğü saçları ve gözlükle kamufle ettiği yüzü bana onu çağrıştırsa da emin olamamıştım. Hemen o tarafa yöneldim ve kokladım. Bir eşine sahip olmanız için küçük bir serveti gözden çıkarmanızın gerekeceği o kokuyu aldığımda minik bir kalp kriziyle karşı karşıya kaldım.

İşte tam da bu nedenlerle bu gezi, özür dilerim bu araştırma görevi benim için biçilmiş kaftandı. Gözden ve böylece gönülden ırak olacak, resmi sayılabilecek bir görevi yerine getirirken kimse tarafından rahatsız edilmeyecektik. Üstelik sadece ikimiz olacaktık. Ya da ben öyle zannediyordum. Artık her konuda ince eleyip sık dokuyan eşim bu habere de temkinli yaklaştı. Başka hiçbir konuda sergilemediği zekasını kullanarak tek bir şartla gidebileceğimi söyledi: o da gelecekti. Bunun bir iş gezisi olduğundan bahsedip, gideceğimiz köyün onun beklentisini karşılamayacağını anlatmaya çalışsam da fayda etmedi. Ben, asistanım – canım sevgilim – ve korumam – biricik karım – uçakla başlayıp, arabayla tamamlanan, virajlı dağ köyü yollarında döne kıvrıla ilerlediğimiz bir yolculuğun ardından köye ulaştık.

Yolculuğun başında tanışma seremonisinde elini uzatmayan biricik eşim, yolculuk boyunca takınacağı nemrut tavrın ilk işaretini vermişti. Misyonu belliydi. Bu seyahatte samimiyetimizle ilgili mümkün olduğunca fazla bilgi toplayacak, dönüşte ya benim dünyamı dar edecek ya da gönül rahatlığıyla kuaför seanslarına kendini verecekti. Ancak bilmediği bir şey vardı. Biz de buna hazırlıklıydık. Yanında olduğumuz süre boyunca ben küstah profesör, o ise yeni yetme araştırma görevlisi rolünü oynayacak, birbirimizle mümkün olduğunca az muhatap olacaktık. Ortak zevkleri olan iki arkadaş değil, birbirinden zerre hazzetmeyen mecburi iş arkadaşları olacaktık. Bu saçma araştırma görevini uzatabildiğimiz kadar uzatacak, gün içinde araştırma amacıyla dışarıda olduğumuz anları ise birlikte geçirecektik. Riskliydi ama yaşamak kadar. Ve ben onunla bir saniye daha geçirmek için her türlü tehlikeyle yüzleşmeye hazırdım.

Dağ köyü beklediğim gibi kırk, bilemediniz kırk beş haneden oluşan, güneşin her sabah doğup her akşam batması dışında bir olağandışılığın yaşanmadığı sakin bir coğrafyaydı. Kimi tarlasını sürüyor, kimi salça yapıyor, herkes “yaşıyor”du. Hayvanların telef olmaya başladığı garip günler gelene kadar kimsenin halinden en ufak bir şikayeti yoktu. Bu olağanüstülük baş gösterince en başta köyün imamına gitmişler ve dua istemişler; okunan Yasinler, edilen dualar en başta çözüm olacak gibi olmuşsa da nihayete erdirtememişlerdi. Bir umut jandarmaya gitmişlerse de ciddiye alınmamışlardı. Telef olan hayvanlar farklı farklı ailelerden olduğundan hasetliğe yoramadıkları gibi, civarda başka köy olmadığından hırsızlığı da olası görmemişlerdi. Çaresiz kalan köylüler, aralarından çıkan, çocukken birlikte oynadıkları hemşerilerini hatırlayıp yardım dilenmişlerdi.

Bizi, kurtarma ekibini, ilk gördüklerinde o kadar sevindiler ki köyün sınırlı sayıda kalan küçükbaş nüfusundan iki neferi karşılama merasiminde kurban ettiler. Akşam köy meydanına gerilen ışıklar, devasa masanın üzerinde duran envai çeşit yemeği aydınlatırken, davullu zurnalı eğlence “kulaklarımızın pasını” siliyordu. Bir yanımda köy muhtarı, diğer yanımda tek ineğini kurban veren ilk felaketzede otururken cılız bir çığlık zurnanın sesini susturdu. Oturan birkaç kişi ayağa fırlayıp sesin geldiği yöne baktı. İçlerinden biri “Sünelerin İbrahim” dedi ve koşup uzaklaştı. Peşi sıra hareketlenen kalabalık iki dakikalık telaşlı bir yürüyüşün ardından yeşil boyalı, kerpiç bir evin önünde durdu. Kapıdan dışarı elleriyle kafasını yumruklayan, beyaz başörtülü, yaşlı bir kadın çıktı. Bahçeye açılan kapıdan girdiğimizde tüm köylü sağlı sollu ahırın kapısında sıralanmıştı. Tezek kokusu ve küfürlerle, amonyak koklamış halterci gibi açılan zihnim bana oyun oynamıyorsa yere devrilmiş bir inek ve kanlar içindeki başı kucağında oturan yaşlı bir adam görmekteydim. “Beş gündür olmuyordu.” dedi birisi. “Açığını böyle kapatmış.” dedi başkası. Öbür yanda bir bir yere devrilmiş ve beyaz tüyleri ala boyanmış koyunlar yatıyordu.

O gece sıtma dolu nöbetler ve ateşle ne kadar uyuyabildiğimi hatırlayamıyorum. Nasıl bir vahşetin içinde olduğumu düşündükçe delirecek gibi oluyordum. Yabanın ortasında bir köyde, sebepsiz yere arka arkaya ölen hayvanlar ve tüm bu olanları araştırmak için gönderilen bir antropolog. Hangi gözü karalıktı beni bu araştırmayı üstlenmeye iten? Böylesine sırılsıklam aşık mıydım? Gerçekten aşk mıydı beni buraya getiren? Öyleyse bile nasıl bir beklenti içindeydim ve ne umuyordum? Yarı rüyada yarı uyanık, aklımdaki sorularla sayıklayarak ateşler içinde sabahı zor ettim.

Sabah, eşimin her türlü ısrarını kesin bir dille reddedip, onu gözleme açıp, turşu kuran ev sahiplerimize emanet ederek yanından ayrıldım. Asistanımı – canım sevgilimi – misafir olduğu evden alıp araştırmamıza koyuldum. Her zamanki halimin tersine ne yolda giderken ne de günün geri kalanında canım hiç konuşmak istemiyordu. Buradaki durum tahmin ettiğim kadar basit değildi. Bilinmezlik had safadaydı ve zavallı köylüler bir şeyler yapmam için gözümün içine bakıyordu. Bir görevim vardı ve onu yerine getirmeliydim. Öyle de yaptım. Hayvanlarını kaybeden ailelerle tek tek görüştüm. Hiçbiri, hiçbir şey görmemişti. Yalnız bir kaçı gece yarısı tiz bir çığlık sonrasında hayvanlardan gelen acı dolu böğürtüler duymuş, sesleri kötü bir şeye yormaksızın uykusuna devam etmişlerdi. Sabah ahırlarında hayvanları kanlar içinde yatarken bulmuş, boyunlarındaki bir çift deliğin nasıl açıldığına ise anlam verememişlerdi. Bazıları bunun bir kurdun işi olduğunu düşünse de diğerleri onu kesin bir tavırla reddetmiş, dağ köyü olsa da ne sürülerine ne de hayvanlarına bugüne kadar kurdun dadanmadığını defalarca hatırlatmıştı. Başka birisi, hayvanların yeni ortaya çıkan bir hastalığın kurbanı olmuş olabileceğini savunuyordu. Her ne kadar antropolog olsam da deride böylesine nizami iki deliğin hastalıkla ya da kendiliğinden açılmayacağından emindim. Tek emin olmadığım bunun gerçek nedenini öğrendiğimde onunla yüzleşip yüzleşemeyeceğimdi.

Gün boyu bu ve buna benzer yüz farklı mesnetsiz açıklama dinledikten sonra akşam üzeri köy kahvesinde oturmuş, muhtarla konuştuklarımızı değerlendirirken uzaktan bağıra çağıra gelmekte olan birini fark ettik. Kolunu havaya kaldırıp bize doğru sallıyor, yaklaştıkça netleşen sesi ara sıra küfürlerle dolup taşıyordu. Neden sonra sustu ve telaşla yanımıza geldi. Bir muhtara bir de bana bakarak “Bu mu?” dedi. Muhtar evet anlamında kafasını salladı. “Niye boş yere bu kendini bilmezlerle vakit kaybediyorsun? Neden en başta gelip benle konuşmuyorsun densiz?” diye kükredi. “Sen bu deliye bakma hocam. Bunun konuşması böyle.” diye açıklamaya çalıştı muhtar. “Sus be…” diye atıldı öbürü ve tek elini kaldırıp muhtara patlatacakmış gibi üzerine yürüdü. “Sana beyaz canavardan bahsetmediler değil mi? İyi, bir delinin ağzından dinlemen seni daha fazla korkutur da geldiğin yere geri dönersin belki. Köyün batı yamacında, kayalık araziyi geçince bir mağara var. İşte oradan her gece beyaz bir canavar çıkıyor. Gözlerimle gördüm. Kuş desen değil, yarasa desem beyaz olmaz. Kanat çırpa çırpa, döne dolaşa köye giriyor ve ne zaman gelse bir hayvan telef oluyor. Korkusundan bu pısırık köylüler gidip de ne olup bittiğine bakamıyor da göz göre göre hayvanlarını kurban veriyorlar. Madem bu işi çözmek için onca yolu tepip geldin, bu görev de sana düşer. Haydi Allahaısmarladık.” dedi ve geldiği yöne doğru gözden kayboldu.

Akşam yemeği ve sohbet sonrası çıktığımız odamızda günlük kıyafetlerini çıkarıp, pijamalarını giymek üzere soyunan tanrıçayı izleyecek keyfim bile yoktu. Gözümün önünde belirip kaybolan kıvrımlar havada dans ediyor, zihnimde bir imge yanıp, kayboluyordu. Canavar mı? Bu köyde mi? Bu adama niye deli dediklerini şimdi daha iyi anlayabiliyordum. İç Anadolu’nun bir köyündeydim ve bir köylü bana hortlak ya da gulyabani yerine canavar diyordu. Birbiri ardına ölen hayvanların hepimizin sinirini bozduğundan şüphe yoktu ama böylesine sıra dışı da olsa olup biteni bilim dışı bir yaratığa bağlamak hiç de kabul edilebilir değildi. Korktuğumdan değil ama aklıma yatmadığından bu düşünceyi kabul etmek istemiyordum. Bilim, ne kadar açıklanamaz görünse de bugüne kadar pek çok bilinmeyeni netliğe kavuşturmayı başarmıştı. Bugün de öyle olacaktı. Sırf önermesini yanlışlamak için o mağaraya gidecek, canavar diye bir şey olmadığını kanıtlayacaktım. Yarınsa kaldığım yerden araştırmama devam edecektim.

Derin düşüncelerden sıyrılıp, pijamalarımla yatağa uzanmış gerçekliğime geri döndüğümde üzerimde gergin duran yorgandan karımın da çoktan yattığını anladım. Uyumuştu. Ne kadar süredir düşünce alemindeydim bilmiyorum ama bu iyiye işaretti. Elimden geldiğince sessiz bir şekilde giyinip, karımı uyandırmadan kendimi evin dışına attım. Elimde bir tek fener vardı ve cılız sokak lambası, kapkaranlık köy yolunu aydınlatmada son derece başarısızdı. Batıya doğru köyden çıkarken son ev Hacı Emmi’ninkiydi ve perdesi aralanmış pencereden beni izliyordu. Göz göze gelince onaylarcasına başını salladı. Fenerimin aydınlattığı kayalık yolda takılıp düşmemek için güçlükle ilerliyor, ancak zikzaklar çizerek yürüyebiliyordum. On dakikalık yürüyüşün ardından mağara ağzını andıran bir şey gördüm. Önüne geldiğimde bunun beklediğimden de büyük bir mağara olduğunu anladım. Fenerim mağaranın tamamını aydınlatamıyor, bir sağa bir sola kıvrılan, kimi yerde ikiye hatta üçe ayrılıp, dallanıp budaklanan yolların sadece ipuçlarını verebiliyordu.

Bu yollardan birini gelişigüzel seçip, korkusuzca atıldım. Elimle duvardan destek alarak, bir daralıp bir genişleyen, kimi yerde eğilmek, kimi yerde çıkıntılarından atlamak zorunda kaldığım koridorda ilerledim. Fenerim az ileride geniş tavanlı bir açıklığı aydınlattığında beş dakikadır yürüyordum. Şimdi çıktığım yer daha alçak tabanlı bir genişliği tepeden görüyor, adeta tiyatro salonunun balkonu gibi bir görüş imkanı sağlıyordu. Bu balkon dar olsa da, yüksekten hakim olduğu boşluk daha genişti ve yer yer sarkıt ve dikitlerle bezenmişti. Bu devasa “salon”un ortasında insan elinden çıkmışa benzer bir yapı, üstündeyse hafifçe aralanmış taştan bir kapak vardı. Sanki birisinin yemek masası ya da mezarıydı.

Eğilmiş bu garip yapıyı daha detaylı görmeye çalışırken derin ve tiz bir çığlıkla ürperdim. Bu çığlığı binlerce çığlık izledi ve mağaranın kuru havası yüzlerce yarasanın kanat çırpışıyla hareketlendi. Bir o yana bir bu yana uçan siyah yarasaların arasından beyaz bir kuş çıkageldi. Önce onların ritmik dansına kapılıp, mağaranın dört bir yanını dolaştı. Ardından, zarif bir şekilde mağaranın ortasındaki yapıya kondu. Olabildiğince çirkindi. Kağıt kadar ince kanatlarını açıp esnedi. Bu bir kuş değildi. Yarasaydı, hem de beyaz bir yarasa. Kan çanağı gibi kırmızı gözleri ve pembe uzuvlarına inat bembeyaz tüyleriyle onu gören gözlere bir yanılsama oyunu oynar gibiydi. Gerinip esnemesi hiç bitmeyecekmişçesine sürekli sallanıyor, sanki içinden başka bir şey çıkacakmışçasına titriyordu. Öyle de oldu. Bir an titremesi kesildi ve göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede yarasa kaybolup yerine bembeyaz teni ve parlak beyaz saçlarıyla bir insanımsı çıkageldi.

Olduğum yerde donakalmıştım. İçten gelen bir titreme tüm vücudumu sarsıyor, çenemin bir yüzüstü uzandığım zemine bir  üst çeneme çarparak ses çıkarmasına neden oluyordu. Gözümün önünde bir vampir duruyordu. Hem de albino bir vampir. Karnını yeni doyurduğunu gösteren suratı kan içindeydi. Elinde kuruyan kanları yalamak için ağzını açtığında gerilen dudakları sivri köpek dişlerini sergiliyordu. Uzun ve sivri tırnakları kirliydi. Kıyafetleri bir konttan çok yoksul biri olduğunu gösteriyordu. O kadar ki, bir yaratık olmasa köylülerden birinin şakasına kurban gittiğimi düşünecektim. Havada süzülürmüşçesine yumuşak iki adım atıp yerde duran su birikintisine eğildi. Kirli suyla ellerini yıkayıp doğruldu. Önce ellerine, sonra kollarına uzun uzun baktı, bir sağa bir sola çevirip memnuniyetsizce homurdanarak inceledi. Sonra kıyafetlerine dokundu. Ansızın bir çığlık kopardı ve sıktığı yumruklarıyla kollarını yukarı kaldırıp salladı. Çığlıkla havalanan yarasalar etrafında dönmeye başladı. Yüzlerce, belki de binlerce yarasa etrafında dönüyor, hortuma kapılmış eşyalar gibi ritimlerini hiç bozmuyorlardı. Derken bir çığlık ve bir çığlık daha. Yarasaların hızı gittikçe artıyor, mağaradan havalanan toz etrafa yayılıyordu. Bu sahneler meraklı gözler için biraz fazlaydı ve davetsiz misafirler, vampirlerin mağarasında bile olsalar hiç hoş karşılanmazlardı.

Geldiğim yoldan, hayatımın en sessiz yürüyüşlerinden birini yaparak mağaradan çıktım ve köye doğru yola koyuldum. Yolda, köydeki pek çok ışığın yandığını fark ettim. Yaklaştıkça feryatlar ve bağrışmalar kulağıma çalınmaya başladı. Batı yakasından köye girdiğim sırada camdaki gözcümün yolunu gözlediğini fark ettim. Aldırış etmeden misafir edildiğimiz eve yönlendim. Gürültülere yeni yeni uyananlar evlerinden çıkıyor, kargaşanın merkezine doğru yol alıyordu. Kimseyle konuşmadan asistanımın – bundan sonra tek sevgilimin – evine yöneldim. Evin önünde durdum ve uyuduğunu bildiğim odanın penceresine birkaç küçük taş attım. Altı, belki yedinci taşta pencereye çıkınca aşağı inmesini işaret ettim. Aşağı indiğinde bir melek gibiydi. Belinden yakalayıp dudaklarına bir öpücük kondurunca kendini geri çekti. “Ne yapıyorsun, görebilirler.” dedi. “Hiç önemli değil.” dedim. “Yarın bu dertten tamamen kurtuluyoruz.” Ne dediğimi, neyi kastettiğimi anlamamış gibiydi. “Sadece bana güven ve dediklerimi yap. Bana söz ver.” dedim. “Söz.” dedi. Onu orada, karanlık gecenin güvenli kollarında bırakıp misafir edildiğim eve yöneldim. Odama girdiğimde tahmin ettiğim gibi canım karım üçüncü uykusundaydı. Ona belli etmemeye çalışarak yatağa girdiğimde kıpırdamadı bile. Ona yaklaşıp sarıldım. Biraz is ve toz kokuyordu. Ne yazık ki bu köyde her akşam yıkanma şansı yoktu ve henüz uyku parfümü pazarlamacıların aklına gelmemişti. Heyhat gideceği yerde parfüme hiç ihtiyacı olmayacaktı.

Sabah kahvaltımız geride kalan iki günün en buruğuydu. Ev sahibimiz acı haberi uyanır uyanmaz verip, ahırda hayvanlarının başında nöbet tutan Ali Onbaşı’nın öldüğünü gözyaşlarına engel olamayarak anlattı. Eşinin bir boğuşma ve silah sesi duyduğunu, koşarak gittiği ahırda kocasını, boynundaki bir çift delikle kanlar içinde yerde yatarken bulduğunu söyleyince daha fazla dayanamayarak kendini hıçkırarak ağlamaya bıraktı. Sözlerini tamamlayan kızı, kolundan da vurulmuş olduğunu, sesler üzerine Ali Onbaşı’nın evine hemen gitmiş olsalar da adamcağızın kan kaybından oracıkta can verdiğini söyledi. Ölmeden önce ne olduğunu sorduklarında beyaz yarasa diye sayıklayıp dursa da ne olduğunu, nasıl olduğunu anlatamadan hakkın rahmetine kavuşmuş. Gayesi, tek ineğini korumak olan Ali Onbaşı, neyle karşılaştığını, kiminle boğuştuğunu bile anlamadan önce kolunda kurşunu ardından da boynunda da vampirin dişlerini hissetmiş; kanı vücudundan çekilirken bir yaratığa hayat vermekte olduğunu aklından bile geçirmemişti. Kısa yaşamında, belki kahvedeyken açık duran televizyondan kulağına çalınan ama önemsemediği, belki kasabadaki liseye giderken İngilizce kitaplarında işlenen Cadılar Bayramı’nda kıyafetini giydikleri çocuklardan bildiği vampir burada onu bulmuş, kurban etmişti. Şimdi, taziye evinde, ölü bedenine bakarken benimse aklımdan geçen tek bir şey vardı: yarın görevini son bir kez daha yerine getirmesi.

Cenaze töreni ve taziye ziyaretleriyle geçen günün gecesi de son derece üzüntülü ve kahır doluydu. O gece her zamankinden de erken evine çekilen ahali ışıklarını erken söndürmüş, unutturan ve rahatlatan yataklarına daha erken girmişti. Yarınki büyük planla meşgul zihnim, beklediğimden de erken uykuya dalmış, rüyamda bana olası felaket senaryolarını ve dikkat etmem gerekenleri tek tek göstermişti. Hikayeler arası geçişlerde arada bir uyandırmış, bu uyanışlardan birinde biricik eşimin yanımda olmadığını bana göstermişse de bir sonrakinde onu yatağa uzanırken görmemi sağlamıştı. Başını yastığa koyup beni uzun uzun inceledikten sonra alnıma bir öpücük kondurmuş ve “İyi uykular tatlı prens” dedikten sonra arkasını dönüp yatmıştı. Çok güzeldi. Tek isteği böyle kalmaktı ve yarın, bir açıdan bu isteğini gerçekleştirmiş olacaktım.

Ertesi sabah, hep birlikte edilen sessiz bir kahvaltı sonrasında hazırlanmak için odama çıktığımda tam da beklediğim üzere eşimin, araştırma ekibimize ısrarlı katılım talebiyle karşılaştım. Bizimle gelmek için yalvarıyor, tüm şirinliğiyle hiç bir sorun çıkarmayacağının sözünü verip, sadece uzaktan bizi izleyeceğine dair yeminler ediyordu. Bir yandan belli etmemeye, bir yandan da hevesini çok fazla kırmamaya çalışarak yaptığım bir kaç retten sonra çok sevdiğim bu kadının ısrarlarına daha fazla dayanamamışım izlenimini yaratarak bizimle gelmesini kabul ettim. Sevinçten havalara uçarak ve kıyafetini seçmek için yarım saatten fazla bekletmeyeceği sözünü vererek büyük bir öpücüğü yanağıma kondurdu. Bir saat sonra mağaraya doğru yola çıkarken minik ekibimiz üç kişiden oluşuyordu: ben, eşim ve müstakbel eşim.

Onlara, Hacı Emmi’nin mağaradan çıkan bir kuş gördüğünü ve bu kuşun, hayvanların kanını emiyor olabileceğini söylediğimde karımın suratı, yüzündeki bir kat fondotene rağmen gözle görülebilecek derecede solmuştu. Bizimle geldiğine şimdiden pişman olmuştu ve geri dönmek ister gibiydi. Muhtemelen korkulacak bir şey olmadığını, çünkü bilinen böyle bir kuş türünün olmadığını söyleyip, mağara ziyaretimizin bir geziden başka bir şey olmayacağını anlatarak güç bela ikna ettim. Mağara girişinde, dar ve dönemeçli yollardan geçebileceğimizi söyleyerek üçümüzü belimizden birbirimize bağladım. En önde eşim olacaktı, arkasından ben ve benim arkamdan da asistanım gelecekti. Feneri en öndeki eşim taşıyordu ve aramızda iki metrelik bir mesafe vardı. Engebeleri aşıp, dönemeçlerden döndükçe bazen bu mesafe artıyor, kimi zaman seslenerek birbirimizin sesine doğru ilerlemeye çalışıyorduk. Her adımda, sadece büyük salonla balkonu değil, benim geçmişimle geleceğimi de birbirinden ayıran dönemece biraz daha yaklaşıyorduk. Cebimden çıkarttığım çakıyla eşimi, bize bağlayan ipi kestim. Dönemece vardığımızda eşime seslenerek sol duvara dayanarak devam etmesi gerektiğini, hemen arkasında olduğumuzu söyledim. O, sol eli duvara dayalı olarak giderken biz sağ duvar boyunca devam ettik. Bir kaç adım sonra dün üzerinde yükseldiğim balkona çıkmıştık bile.

Merakla büyük salonu gözetlemeye başladım. Eşimin fenerinin ışığı, koridordan büyük salona uzanıyordu. Sonra koridordan, küçük feneri iki eliyle tutmuş, korkudan titreyen eşim çıktı. “Birbirimizi kaybettik, ip kopmuş olmalı. Neredesin?” diye bağırdım. “Büyük bir boşluğa çıktım. Nerdeyim hiç bilmiyorum. Çok korkuyorum.” diye bağırırken son kelimede sesi ağlamaya dönüştü. “Korkma, seni duyabiliyorum. Etrafında ne var?” diye sordum. “Hiçbir şey yok sanırım. Kocaman bir yok…” cümlesini tamamlayamadan salonun ortasında duran büyük lahiti fark etti. Yavaş adımlarla ona doğru yöneldi, dibine kadar geldi. “Burada mezar gibi bir şey var.” dedi. “Kapağı da aralık.” Oltaya takılmıştı. “Kuşlar karanlık ve nemli yerleri severler. Bak bakalım bizim beyaz kuş orda mıymış?” dedim. Asistanımı – kıymetli sevgilimi – bir gülme tutmuştu. Zavallı karım her şeyden habersiz mezara doğru eğiliyordu. Feneri yavaşça kaldırdı ve mezarın içine doğru tuttu. Birden çığlık attı ve elindeki feneri yere düşürüp iki eliyle yüzünü kapattı.

“Ne oldu? Ne olur bir cevap ver.” diye bağırdım. Eliyle bastırdığı ağzından boğuk çığlıklar yükseliyor, nefesi ve bağrışları mağarada yankılanıyordu. Yere düşürdüğü fener bize dönük olduğu için gözümü alıyor, durduğu yerden karımı zor seçiyordum. Derken bağırışlarının tonu düştü, rengi değişti. Ellerini yavaşça yüzünden çekip, kollarını iki yanına sallandırdı. Yüzüne dökülen saçları, kafasını arkaya attıkça suratını gizlemeyi bıraktı. Gülümsüyordu. İlk başta belli belirsiz olan gülümseme yavaşça arttı ve tüm suratına yayıldı. Birden bir kahkaha patlattı ve karnını tuta tuta gülmeye başladı. Neden sonra gülmesi azaldı ve donuklaştı. Yüzü bize dönüktü. Sanki durduğum yerden beni görüyor, nerede olduğumu biliyordu. “Arkanıza bakın.” diye bağırdı. Önce birbirimize baktık, sonra kafamızı arkaya çevirdik. O oradaydı.

Kanım bir süre için akmayı kesmiş, bütün vücudum ani bir felç geçirip tekrar kendine gelmişti. Aklımdan anlamlı hiç bir kelime geçmiyordu. Düşünemiyor, sadece bakıyordum. Boğazımda uzun ve ince parmaklı bir el hissettim. Boğazımı sıktı, beni kaldırdı ve büyük salona fırlattı. Arkamdan da asistanımı ait oldu yere, yanıma gönderdi. “O kadar da kötü oyuncu sayılmam hı, bay çokbilmiş? Yoksa yine de yatak odamızda oynadığım rolleri mi tercih ederdin pis zampara?” diye sordu ayaklarını açmış, başucumdan ters bir şekilde bana bakarken. “Öğlen yemeği için gittiğiniz o lüks restoranda gördüğünü zannettiğin kadın bendim.” dedi ve yavaşça yürümeye başladı. “Ne haltlar yediğinizi sevgili dostum özel kalem müdüründen öğrendim. Fiziksel bir şey olmadığını biliyorum, seni nasıl etkilediğini de. Çok akıllısın değil mi, küçük şırfıntı?”  diye sorarken bir yandan da ayakkabısının topuğuyla kızcağızın elini eziyordu. Muhtemelen yere düşerken kırdığı kaburgalarının sancısından arta kalan nefesiyle cılız bir acı ifadesi çıkardı. “Seni iki gece önce buraya kadar izledim. Sonrasında da sevgilinin evinin önünde buluşmanızı gördüm. Söylesene, benim için düşündüklerin doğru mu? Gerçekten de palyaço balığından daha mı kültürsüzüm?” Cümle kurabilecek kadar fazla oksijeni ciğerlerimde bulamıyordum. Sadece hayır anlamında kafamı iki yana sallayabildim. “Bu kadar korkma, bence de öyle. Ancak unuttuğun bir şey var sevgili kocacığım: eğitim ile zeka farklı şeylerdir ve bende her ne kadar birisi çok az olsa da diğer tahmin ettiğinden daha fazla var. Ancak sen bununla ilgilenmekten çok bunlarla ilgilendin.” dedi ve bir göğsünü avuçladı. “Hakkın da yok sayılmaz ama beni fazla küçümsediğin de bir gerçek. Bense küçümsenmekten hiç hoşlanmam. Aynı senin kültürsüz bayanlardan hoşlanmadığın gibi. Ben de korkumu yenip buraya geldim ve zavallı yarasa adamımı ağlarken gördüm. Köylüler tarafından dışlanan ve şeytan olarak görünen, basit bir hastalıktan muzdarip, zavallı bir köylüden başka birisi değildi. Yıllar evvel tüm köylülerce canice katledilip, bu mağaradaki lahite atılmışsa da intikam için geri dönmüştü. Ne kadar ortak noktamız var değil mi? Neden gelmiyorsun sevgilim?” dedi ve eliyle onu çağırdı. Ağır aksak yürüyüşüyle yanına geldi. Yüzünde yer yer kan kırmızısı olmasa beyaz ve pembenin mükemmel bir uyumuydu. Gözünü ayırmadan onu izliyordu. “Onun olmam karşılığında bana bir hediye verebileceğini söylediğinde bu teklifini hiç düşünmeden kabul ettim. Kıymetimi daha fazla bileceğinden hiç şüphem yok.” dedi ve parmağını şıklatıp, yaratığa kızı işaret ettikten sonra kendisi de bana doğru yaklaşmaya başladı. “Seninle bugüne kadar çeşitli fanteziler denemiştik. Kıyafetler, eşyalar, roller. Bir yenisini eklemeye ne dersin?” dedi ve uzamış köpek dişlerini çıkartarak hırladı. Yaratık, kızın boynuna dişlerini saplarken bana “Affet beni kocacığım ama ben kan seviyorum.” dedi.

Albino” için 10 Yorum Var

  1. Merhaba,
    Güzel bir öyküydü önceki öyküleriniz gibi. Üzerinde çalışıldığı, uzun zamanda yazıldığı belli. Cümleler biraz uzundu ve her cümle dolu doluydu neredeyse bu da akıcılığı biraz yavaşlatmış geldi bana. Gerçi sizin diğer öykülerinizden gözlemlediğim kadarıyla anlatım biçiminiz bu. Anlatım biraz sadeleşirse öykünün daha iyi oturacağını düşünüyorum zira baş ve orta kısımlardaki yoğunluk ve size özgü anlatım biçimi sonlara doğru yerini aksiyon filmine bırakmış gibi; son kısımlar oldukça sade öykü geneline göre. Bu anlamda “Basübadelmevt” öykünüzü örnek verebilirim başladığı gibi biten anlatım biçimi olarak ki o öykünüz çok hoştu gerçekten.
    İhanet ve intikam yarasa sosuyla verilmiş, ilginç de olmuş.
    Kaleminize kuvvet.

    “Kader, yalnızca arayıp sorduğunda hatırladığınız uzak akrabanızdır. O sizi bulmadıkça adını anmaz, kendisini hatırlamazsınız. ” / güzel.

    1. Merhaba,
      Benim öyküm hakkında düşündüklerimi birebir siz dile getirmişsiniz. Kelime kısıtına uyabilmek için öykünün sonlarında ağdalı anlatımımdan vazgeçmek zorunda kaldım. Kısa cümlerle anlam dolu cümleler yazmak ustalık işi ve sanırım henüz onu başaracak yetenekte değilim. Biraz da bu haliyle sevmiyorum dersem yalan olur 🙂 Zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim.

  2. Merhabalar. Çok güzel bir öyküydü, önceki öyküleriniz gibi. Birinci tekil anlatımında başarılısınız, cümleler hayli uzun evet ama bu, bu denli uzun bir metinde -bu arada benimkinden daha uzun bir öykü gördüğüm için ziyadesiyle memnunum :)- okumayı hızlandırıyor ve akıcılık sağlıyor; bu sebepten rahatsız olmadım. Belki aralara serpiştirilecek birkaç kısa cümle Öznur Babur’un söylediği sadeleştirmeyi sağlayacaktır. Karakterleri, tavırları ve mizaçları güzel resmetmişsiniz. Finali de başarılıydı; lakin Albino’nun tavırlarını gerçeklik açısından uygun bulmadım. Canice katledilip lahite kapatılan bir adamın intikam için geri dönüp hayvanlara saldırması ve lahitte ağlarken bulunması… Ama beyaz bir yarasa güzel düşünülmüştü, albino oluşu da keza öyle. Ellerinize sağlık diyerek gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umuyorum.

    1. Yarasanın intikamı hakkında söylediklerinize tekrar bakınca kesinlikle size hak verdim. İntikama hiç girmemek en doğrusu olabilirmiş. Okuyup yorumladığınız için teşekkürler.

  3. Öncelikle, lirik ve içten bir anlatımınız var. Sanki bir şey okuyor değil de izliyor gibiydim. 1.tekil şahıs anlatımlarında samimiyeti vermek görece kolay olsa da okuyucuyu yormadan aktarmak başlı başına bir başarı göstergesidir. Anlatım samimiyet yüklü, ağlamaklı bir ifade ya da hayata karşı bir serzeniş içermiyor. Aynı zamanda nefesinizi neredeyse ensemde hissettim okurken. Bu da öyküye ne kadar dahil olabildiğimi gösteren çarpıcı bir ayrıntı.

    Aklıma takılan minik bir detay, yarasanın tüylerinin olması? 🙂

    Öykünün güzelliğinin yanında işlenen bir konuda da fikir terakkisi yapmak istedim. Cinselliğin ilişki için vazgeçilmez unsurlardan biri olduğunu düşünsem de bizim toplumumuzda, ilişkinin odak noktasına bu kadar yerleştirmeye çalışılınca aklımı farklı şeyler kurcalıyor. Galiba insanların hayattan aldıkları hazlar ve mutluluk kaynakları sınırlı olacak ki; cinselliğe bu kadar büyük anlam yüklenip, merkezde cinsellik olacak şekilde, tabiri caizse onun etrafında dönerek bir çeşit tapınma ritüelleri sergilenmesi garip karşılanmasa gerek. Bu umumi haz arayışı, süper egoyla dizginlenmediği sürece her an herhangi bir bireyle aldatmaya dönüşme riski taşıyor bence. Her ne kadar doğamız böyle olsa da günümüzdeki nesilden bunu daha sık duyar olunca rahatsızlık hissetmeye başlamıyorum değil. Bu yazdıklarımın sizinle alakası yok, sadece yazmak istedim hepsi o. 🙂

    Elinize sağlık.

    1. Merhabalar,

      Zaman ayırıp okuduğunuz ve güzel yorumlarınız için teşekkürler.

      Her ne kadar öykü bağlamında yazmadığınızı ifade etmiş olsanız da ben cinsellikle ilgili tespitinizi hikaye dahilinde yorumlamak istiyorum. Hikayedeki karakteri mümkün olduğunca kendini beğenmiş ve ben merkezli birisi olarak düşünüp yazdım. Bu özelliği nedeniyle de her ne kadar zeki kadınlardan hoşlansa da dünya güzeli ama aptal bir kadınla evlenebiliyor ve doğru kişiyi bulduğundaysa onu aldatıp, sonra da öldürmeye kadar da götürebiliyor. Bu nedenle bence merkezi olan cinsellik değil, profesörün alt edilemez kendini beğenmişliği.

      Teşekkürler.

      1. Pek tabii, not düşmüştüm ya aslında birebir yazdığınıza yorum değil o kısım diye. :)Elinize sağlık tekrar.

  4. Merhabalar, üzerinde ciddi bir emek olduğu, sayısız okumadan geçtiği çok net anlaşılan bir öyküydü.

    Öykünün başındaki yoğun ilişki sarmalı ve felsefi farkındalıkların sonrasında mağaraya ve yaratığa bağlandığımızda tamamen başka bir öykü okuyormuş gibi hissettim. Giriş ve gelişmedeki o anlatım tarzı benim daha çok ilgimi çekti. O bölümden sonra sonuca ulaşabilmek için öykü biraz koşar adım gitmiş gibi geldi.

    Bu hikaye öyküden çok, romana doğru ilerlese daha keyifli olabilirmiş diye düşünmedim değil.

    Emeğinize, kaleminize sağlık.

    1. Merhabalar,
      Zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim. Kısa yazmayı beceremeyenlerdenim. 3000 kelimeyi aştığımda daha öykünün ortasında olduğumu farkedince sizin de belirttiğiniz gibi tempoyu arttırmak zorunda kaldım. Umarım bir şeyler hissettirmeyi becerebilmişimdir.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *