Öykü

Üç Kıyamet Bir Penaltı

“Sevgili Noel Baba,

Bu sene kıyamet kopacaktı. O yüzden çocuklarım fazla uslu duramadılar. Onlara yaramazlık yapmamaları gerektiğini söylemeyi önceki senelere saklamıştım. Eşim bu konuda biraz katıdır. Onun kusuruna bakmıyorum. Benim biraz aklı evvel olduğumu düşünüyor, çalıştığım fabrikadaki patronum ve iş arkadaşlarım da öyle düşünüyor. Aslında sanırım herkes öyle düşünüyor. Küçükken öğretmenimiz arkadaşlarıma bana iyi davranmalarını söylüyordu. Arada sırada babam okula geliyor, birkaç çocuğu dövüp gidiyordu. Ona zaten uçabildiğimi anlatmakta zorlanmıştım. Sonra öldü. Babalar bir ara ölürler. Ben de öleceğim, ben öldükten sonra çocuklarıma eşim bakacak. Onu yalnız bırakmamanı istiyorum. Yardımcı ol. Arada gel, bir bak aç kalmasınlar. Sobayı doldur. Zaten bacadan giriyorsun zor olmaz. Kuzey kutbunda çok güzel ağaçlar varmış, onlardan odun kestirirsin güzel elflerine. Biraz da oyuncak falan getirirsin çocuklarıma. Bir numara özellikle şeftali suyu içiyor, vişneyi sevmiyor. İki numara vişneyi pek seviyor kerata. Birbirleriyle yarış içindeler galiba. Niye bilmiyorum. Eşim bunun benim çamaşır makinelerine duyduğum özel ilgiyle bir bağlantısı olduğunu düşünüp sinirli bir şekilde yumurta pişiriyor. Kabullenemiyorum.

Sevgili Noel Baba,

Bir numara bu sene çok yaramazlık yaptı. Geçen gün bir tavşanı üçüncü kattan atıp öldürdü. Televizyondaki çizgi filmden esinlenmiş. Ben iyi bir baba oldum ve onu karşıma alıp biraz kızdım. Özür diledi. Özür dilediği için iyi bir çocuk olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden onu affet. Bahanesi hazırdı veled-i zinanın. Olay şöyle olmuş; şimdi bu çocuk habire bizim buradaki gölete gidiyor. Arkadaşlarıyla piknik yapıyorlar. Benim hanım kahvaltılık bir şeyler hazırlıyor. Ekmek var tereyağı var, yani öyle utanılacak bir şey yok. O gölette çok uzun kalmışlar. Biri yüzmek istemiş. Diğerleri karşı çıkmış. Orada kum çekiyor biliyor musun? Çok derin değil ama dibi pis olduğu için bataklık gibi olmuş. O yüzden tehlikeli epey. Yüzmemek lâzım. Gelirsen bir gün gideriz, tavuk falan pişiririz, ben çok güzel mangal yaparım. Neyse Noel baba, lâfı fazla uzattım, sadede geleyim. Öteki çocuk girmiş göle. Sonra çıkmamış. Görememişler, kafası falan da girmiş. Söylediğine göre dipten kum almaya çalışıyormuş. Bir süre beklemişler. Sonra hava kararmış. Zaman, Noel Baba! Zaman! Zaman nasıl akıp gider sen bilir misin? Ben bilirim. Hem de adım kadar iyi bilirim. Zaman akrebin yelkovanı, yelkovanın akrebi kovaladığı gibi akıp gider. Sonra birbirlerinin üstüne gelirler, bir şeyler kırılır bükülür. Üzülürsün. Çünkü onların üst üste geldiği dilim, bir andır! Tam olarak bir andır! Her şeyin sıkıştığı, ürküntünün tüylerini titrettiği, damarlarının genişlediği, göz bebeklerinin büyüyüp göz koca adamı olduğu bir andır. Çağlarca süren bekleyişin sonunda, gelmiştir artık. Mutsuzluktur o an. Korkudur ve çaresizliktir. Ben onu sık sık yaşıyorum. Fabrikada öyle bir şey olunca saatime bakmaya korkuyorum. O zaman saate bakamam Noel Baba, bu üzücü olur. Çünkü karşımdaki herkes gülmektedir. Bana bakmakta, sırıtmaktadır. Altımdaki pantolonun düştüğünü, benim küçüklüğün sallandığını görüp gülmektedir. Bunun ayıp olduğunu bilirim. Çekerim pantolonumu ama gülmeye devam ederler. Öyle bir ana yakalanmış herhalde bizim çocuk. Herkes ona gülüyormuş; ama o eminmiş o göldeki arkadaşının deniz kızına dönüştüğünden. Çünkü bak, Noel Baba, çocuk kum almaya suyun dibine girmiş. Çıkana kadar hava kararmış. O kadar zaman geçer mi suyun altında? Boğulursun. Nefes alamazsın. Senin hiç nefes alamadığın oldu mu Noel Baba? Vücudunun tüm uzuvları bir anda bütün olduklarını hissetti mi? Her nokta titrereyerek biraz hava için çıldırmak düzeyine geldi mi? Gelmediyse bilmezsin. Öyle olmuş sanmış bizim çocuk öteki çocuğa. O yüzden de orada donup kalmış. Denizkızını o yüzden görmüş herhalde. Kız yüzdüğü gibi uçuyormuş da. Çıkmış gölün tam ortasından böyle arkasında parlayan güneşin ışıklarıyla darlamış küçücük yüreğini yavrumun. Yüzüne yaklaşmadan kulağına fısıldamış. ‘Öldürücülüğün tadını öğren ve büyü,’ demiş. Sonra tekrar suyun içine doğru süzülerek kaybolmuş. Diğer çocuklar bizimkine gülüp duruyormuş; çünkü öteki çocuk çoktan sudan çıkmış meğerse. Bir numara da sonraki gün öğretmenine büyüyünce katil olmak istediğini söylemiş. Öğretmen bunu bana geçen gün söyledi; ama geç söyledi. O yüzden bizim çocuk çoktan tavşanı öldürmüştü.

Sevgili Noel Baba;

Bizim iki numara geçen gün arkadaşlarıyla çok fena kavga etmiş. Birinin burnunu kanatmış, diğerinin elini yarmış. Bunların şiddete meyyallari neyden vallahi bilmiyorum. Ben çok sakin bir adamım. Sükunetin bu topraklardaki adıymışım. Anneannem küçükken öyle derdi. Ben Allah’ın bir lütfû imişim. Onlar benim sayemde cennete gideceklermiş. Çoktan gitmişlerdir herhalde. Böyle bir amaca hizmet etmek beni mutlu ediyor. Beni seveceklerse her şey olurum Noel Baba. Yine de bazı şeyleri anlamam ben. Safım, o yüzden galiba. Mesela niye bir erkek adam güçlü olmalı? Mesela niye bir erkek adam evinin direği olmalı? Benim üstüme üstüme yıkılır çatılar. Kiremitlerimin tepesine konan kuşların tırnakları omzumu çiziyorsa benim suçum değil. Ben kuşları seviyorum çünkü, onlar benim çatılarıma konuyor diye pisliklerini başka adamların camlarından temizledim. Babamın ayakkabılarını kaç kez sildim belli değil. Karşılığında beni dövüyordu; çünkü notlarım iyi değildi ve bazen okulda çıplak koşturuyordum. Rahat ediyordum ama ben. Hava çok sıcak olabiliyordu. Fazla insan oluyordu çünkü sınıfta. Öğretmen varken öyle gelmiyordu. Camı açtırıyordu çünkü o zaman. O gidince ne cam ne de açık kapı kalıyordu. Yan sınıflardaki çocuklar bile sınıfa doluşuyordu. Hepsinin yüzünde çok mutlu olduklarını belirten bir sırıtış vardı. Hayat o kadar basit değil miydi Noel Baba? Biri sana bakarak gülüyorsa bu seni sevdiği anlamına gelmiyor muydu? İçini koza belleyen kelebeklerin çırpınışlarına kulak asmak gerekmez miydi peki? Öyle yapınca neden bu çocuklar beni sıranın üzerine çıkarıp dans ettiriyorlardı? Ben dans etmeyi de bilmezdim tabii. Nereden bileceğim? Yalan dolan o televizyonlar hep. Leğende yıkanıyordum, bulaşık süngeriyle koltuk altımı siliyordum, sümüğümü top yapıp masanın altına yapıştırıyordum. Dans etmeyi bildiğimi söyleyecek kadar yalancı değilim. Kahrolası dürtüler işte Noel Baba. Hâkim olamıyordum. Ağzımdan akan salyaya, titreyen elime hakim olamıyordum. O yüzden de dans edip onları geçiştiriyordum. Sonra biri gelip pantolonumu çekiveriyordu ve daha çok gülüyorlardı. Beni daha çok seviyorlardı sanıyordum. Ben de çıkarıp atıyordum. Sonra içerisi çok sıcak geliyordu, yüzüm kızarıyordu, koşup çıkıyordum koridorlara. Öğretmenler babama söylüyor, dayak yiyordum. Ben babamı seviyordum çünkü o bana akşam çikolata getiriyordu. Ben de şimdi çocuklarıma akşam çikolata getiriyorum ama ne duyuyorum? Bizim iki numara cam kırığıyla arkadaşının elini kesmiş. Nedenini anlatmasını istiyorum. Mâkulce konuşuyor. ‘Bu sene kıyamet kopacak baba,’ diyor. Ben söylemiştim onlara. O da çok korkmuş. Keşke söylemeseydim, hanımdan bu yüzden fırça yedim zaten. Neyse, konuya dönersek, bizim çocuk kıyametin kopup kopmayacağını öğrenmek için camiye gitmiş. Üç saat secdede öylece beklemiş. Bildiği bütün duaları tekrar tekrar etmiş. Sübhanekenin her harfiyle akraba olmuş yani. Sonra imam gelip bunu kovmuş. Bu da üzüntüsünden mezarlığa gitmiş. Köydeki ilk öğretmenin mezarı var orada, belki biliyorsundur. Böyle gösterişli bir mezar. Demiş, ‘herhalde burada biraz dua etsem kıyamet kopcak mı söyler bana.” Durmuş bir saat de ona dua etmiş. Akşam ezanına az kalınca da korkmuş; tam arkasını dönmüş ki bir ses duymuş. İrkilmiş önce. Geceleri çok sakız çiğniyor bizim velet. O yüzden ölülerin etini çiğnediğini sanmış. Adamın fırlayıp da, ‘ya etimi çiğnemeyi bıraksana artık,’ diyeceğini sanmış. Önce bir el titreyerek çıkmış toprağın içinden. Sonra adam, üzerinde toprak kırıntıları olduğu halde dikilmiş tepesine. Kendi mezarına basıyormuş; ama bizim çocuk ses etmemiş. ‘Ne istiyorsun?’ diye sormuş adam. Çocuk korkarak, ‘kıyamet kopacak mı bu sene?’ diye sormuş. Adam durur mu yapıştırmış cevabı, ‘Kopar belki, bilmiyorum, kaçıncı kıyamet oldu bu ya, üç falan herhalde,’ demiş. Sonra devam etmiş, ‘bizim zamanımızda üç korner bir penaltı ederdi, şimdi üç kıyamet bir pazarlama tekniği ediyor.’ Sonra uzun uzun konuşmuş. Son dersini vermiş çocuğa. Çocuk bu bilgileri arkadaşlarıyla paylaşmak istemiş hâliyle. Koşmuş mahalleye. Anlatmış da anlatmış. Çocuklar inanmayınca gidip mezarı göstermiş. Adamın geldiği gibi sakince mezarına girip kaybolduğunu unutmuş. Mezar temiz tabii, ne leke ne bir şey. Çocuklar dalga geçince sinirlenmiş, dövmüş bunları. Erkek adam olacak büyüyünce ama nezâket nedir bilmiyor.

Sevgili Noel Baba;

Çocuklarım bu sene kıyamet kopacağını düşündükleri için pek uslu duramadılar. Anneleri sinirli sinirli yumurta pişiriyor. O hep sinirli zaten. Çok da kilo aldı son zamanlarda. Evimizin küçüklüğünden falan şikayet ediyor. Elden ne gelir, baba yadigârı ev. Gelin geldiği günü hatırlatmaya çalışıyorum ama o zaman da çok mutlu değildi zaten. Kanlı çarşafı yıkarken de sinirliydi. Gele gele bana gelin gelmiş. Köyde onu alan adam yokmuş, babam çok başlık parası vermiş. Bana bakacak adam lâzımmış. Gece altımı ıslatıyorum ama benim suçum değil. Sen küçükken bana bir lâzımlık getirirsin diye ummuştum ama hiç getirmedin. Neyse zaten benim senden istediğim o değildi. Annemin, kapalı kapılar arkasında ağladığını hatırlıyorum. Komşuların o da evlâtları inliyor zihnimde. Ben dahi anlamında ayrı yazılan evlat olmak istemiyordum ki Noel Baba, ben bitişik yazılandan olmak istiyordum. Anneyle bitişik yazılandan hani. Yedi yaşında çamaşır makinesini uzun uzun izledi diye tokatlarla kendinden uzaklaştırılandan değil. O yaşında tekrar içine almak ister gibi sıkı sıkı sarılınıp bitişik yazılanından. Böyle notları falan hep en yüksek olup gururla bitişik yazılanından ve isminden sonra kendi soyadını yazdı diye kasılan babanın evladından olmak istiyordum. Bunları sobanın üstüne astığım çorabıma niye koymadın? Ben yaramaz çocuk değildim ki. Yaptığım en büyük yaramazlık damda maydonozları yola yola ağlamamdı. Kızmıştım ama. Ne yapayım? Babam beni iş yerine götürmemişti. ‘Onu mu göstericem adamlara,’ demişti anneme. Kızmıştım ben de. O kızmamalara sahip olmak istiyordum ben. Onları koyacaktın çorabımın içine. Koydun da parmak uçları delik diye sobanın umarsız alevlerine mi düştü mutluluklar yoksa? Bu sana yazdığım ilk mektup aslında. Tamam suç bende. İlk adımı senin atmanı bekledim hep. Yanlış yaptım, istediğim şeyleri hayal etmem değil yazmam lâzım. Ben de belki yazdıklarımla varım, bunu hiç düşünmediysem bu senin suçun değil. Büyüdüm diye artık bana hediye getirmezsin biliyorum. Bu yüzden çocuklarım adına konuşuyorum. Çünkü onlar biraz utanıyor senin karşına çıkmaya.

Sevgili Noel Baba;

Bir numara böyle çok güzel yirmi dört vites bir bisiklet istiyor. Arkadaşlarının hepsinin varmış.

Sevgili Noel Baba;

İki numara böyle çok güzel ışıklı ayakkabılar istiyor. Biraz dikkat çeksin de etrafına toplansınlar o da hikâyeler anlatabilsin.

Sevgili Noel Baba;

Hanımım kendini çarşıda pazarda kollayacak, ele güne karşı utandırmayacak bir koca istiyor.

Sevgili Noel Baba;

Ben ailemi çok seviyorum, onların dileği benim dileğim.”

Sevgilerimle.

Özgürcan Uzunyaşa

İstanbul'da yaşıyorum. Film yapıyorum. Üç arkadaşımla birlikte Marşandiz Fanzin'i çıkarıyorum.

Üç Kıyamet Bir Penaltı” için 3 Yorum Var

  1. Selamlar Özgür;

    Uzun zamandır böyle bir öykü okumamıştım. İlk satırda güldürüp, ikincisinde hüzünlendiriyor. En sonunda da bir burukluk kalıyor içinde insanın. Kalkıp adama yardım edesi, destek gösterisi geliyor içinden. İnsan hayali bir kahraman için üzülür mü? Üzülüyor işte… Belki de o kadar da ‘hayali’ olamamasıdır bunun sebebi.

    Kalemine sağlık…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *