Öykü

Kısas

-Önsöz-

Gece kan kokuyordu.

Bir kandilin ışığı altında gözlerini ahşap zemine mıhlamış adam, dizlerini çenesine yaslamış, karşısındaki sobada tutuşmakta olan kanlı kıyafetlerinin dumanını soluyordu.

-Giriş-

Umut, karnına kadar çekili yorgana rağmen ürperdiğini hissetti. Gözlerini kapattı, karanlıkta birkaç dakikalığına öylece sustu. Daha bugün geldikleri baba evinin elektrikleri açtırılmamıştı ve odadaki tek ışık kaynağı karşı duvarda asılı duran gaz lambasıydı.

‘’İyi oldu,’’ dedi Sevim, başı kocasının çıplak göğsüne yaslıydı ve sesi usuldu.

Umut’tan herhangi bir tepki yahut yanıt gelmeyince ekledi:

‘’Hele birkaç gün geçsin, bak sen de alışacaksın.’’

Umut yavaşça açtı gözlerini, ‘’Ben bu evde doğdum,’’ dedi, ‘’Çocukların kaldığı oda ablamla benimdi ve şimdi altımızdaki yatak da babamların. Babam, ablam ve annemin aksine bu köyde değil de şehirde öldü biliyor musun? Yine de onu buraya getirdik. Halam, ‘Kendi evine götürelim,’ demişti, ‘geceyi yatağında geçirsin, sabahına da köy mezarlığına defnederiz; Halime ablamın yanına.’ Makuldü sözleri, biz de en doğrusunun bu olduğunda karar kıldık ve onu evine getirdik. Cansız bedenini bu karyolaya yatırdık.’’ Umut hafifçe doğrularak elini beyaz çarşafın üzerinde gezdirdi, akabinde eşinin dudağına eğildi ve usulca tadına baktı. Sonra da gözlerini onunkilere dikti ve devam etti:

‘’Sabahında babamı annemin ve ablamın yanına gömdük, uzak değil taş çatlasa iki kilometre ötede mezarlık. Öldüğümde beni de oraya gömecekler, belki seni de oraya gömerler.’’

Sevim korkmuş gibiydi. ‘’Bunları bana neden anlatıyorsun?’’ dedi. ‘’Daha önce ailen hakkında tek kelime etmezdin.’’

‘’Alışacaksın dedin,’’ dedi Umut. ‘’Ben zaten alışkınım, burada kendi evimdekinden daha rahat uyuyorum. Yediğim yemekler daha lezzetli geliyor, hatta soluduğum nefes de. Çünkü gerçek evim burası. Ablam, babam ve annem buradalar. Şimdi ben de buradayım, çocuklarım ve seninle birlikte.’’

Sevim hızla kocasını yana ittirdi ve gırtlağına yapıştı. Yüzünü yüzüne yaklaştırdı, o kadar yakındı ki Umut onun nefesini soluyordu. ‘’Beni korkutmaya çalışıyorsun,’’ dedi, sonra gülümsedi. ‘’Yemezler! Buraya geldik ve yazı burada geçireceğiz.’’

*  *  *

Rüzgâr esiyordu ve gökte yenice batmış güneş dünyayı rutubetli bir ambar kadar soğutmuştu. Çocuk, ‘’Gelmiyon mu?’’ diye sordu. ‘’Yoksa korkuyon mu?’’

‘’Neden korkcakmışım,’’ dedi kız. ‘’Korktuğumdan değil, ama…’’

Oğlan feneri yüzüne doğru kaldırdı ve ışığından kıstı gözlerini. Fenerin isle boğulmuş şavkı bu karanlık gecede mağaranın genişçe girişini ancak belli bir ölçüde aydınlatabiliyordu. Oğlan alt dudağını gevdi ve tereddütle ilk adımını attı mağaraya. Kız da hemen yanındaydı, kollarını birbirine dolamış, rüzgârla kımıldayan gri entarisini hınç alırcasına kavramıştı. ‘’Tamam,’’ dedi kardeşini kısık gözlerle süzerek. ‘’İnanır artık. Gidelim burdan. Babam işitirse ikimizi de öldürür.’’

‘’Olmaz!’’ dedi oğlan kati bir tonda. ‘’Buraya kadar geldik ve ben o şeylerden birini yakalamadan gitmem. Onlardan birini Aksağa gösterdiğimde yüzünü sen de görcen.’’

Kız demedi bir şey. Oğlan derince bir nefesle ciğerlerini doldurdu ve fenerini önünde tutarak mağarada ilerledi. Dört-beş adımın akabinde kaldırdı kolunu ve etrafa bir göz gezdirdi. Her yer kayalardan ibaretti; rutubetli ve gri kayalardan. Başka hiçbir şey yoktu.

‘’Bak,’’ dedi kız usulca arkasından. ‘’Bi şey yok ki hem. Burda değiller belli ki. Gidelim artık, ne olur gidelim.’’

Oğlan gönülsüzce de olsa başıyla onayladı. Zaten kendinin de gidesi vardı. Gözleri mağaranın duvarlarında son bir kez daha gezdikten sonra ‘’Gidelim madem,’’ dedi. Ancak mağarayı terk etmek için daha ikinci adımlarını bile atamadan gerilerden gelen şiddetli bir sesle donakaldılar. Fener çocuğun elinden usulca kaydı ve taş zeminde parçalara ayrılırken içindeki gazyağı alev aldı. Kız, kardeşini alevlerden esirgemek için koluna yapışıp kendine doğru çekti. Oğlan, ‘’O ses de neydi?’’ dedi tıkanık bir iniltiyle.

‘’Bilmiyom,’’ dedi kız, en az kardeşininki kadar tıkanıktı sesi.

Bir çığırtı daha geldi. Bu seferki daha şiddetliydi ve mağaranın zeminine saçılmış alevler kara islerle tavana ağarken simsiyah bir güruhu seçti çocukların gözleri; üzerlerine gelen onlarca yarasa tek ve devasa bir yaratık gibiydi.

*  *  *

Sevim kocasının kasılmalarıyla uyandı ve korkuyla bıraktı nefesini. ‘’Umut,’’ dedi, ‘’kâbus görüyorsun.’’

Umut sağ eliyle ak çarşafı kavramıştı ve derin derin soluyordu. Karısının sesi kulaklarına varırken gözleri hızla açıldı, başı ileri atıldı ve bakışları nerede olduğunu bilmiyormuş gibi etrafta gezindi. Sonra yastığa bıraktı kendini. Bir müddet tavanı izledi. ‘’Kâbus değildi,’’ dedi sonra, ‘’eski bir anıydı.’’

*  *  *

Dışarıda esen rüzgâr yağmurun davetçisiydi. Umut kütüğe yaslı nacağı alıp üstüne yılları yemiş çürük odunlara indirirken zihni de en az onlar kadar çabuk parçalanıp savruluyordu. Vücudu yormak zihni oyalamıyor daha da beter ediyordu. Unutmaya çalıştığı onlarca şey bu köhne evin her yanına yayılmıştı ve rutubet gibi üzerine çöküyordu.

Saat sabahın yedisiydi. Etrafa dağılmış odunları koluna yığdı ve odunluktan çıktı. Saçlarına ve ensesine düşen birkaç damla içini titretti. Çok oyalanmadan eve girdi ve hayat kapısının birkaç adım solunda, çuvalın yanında duran tenekeye odunların dördüyle beraber çuvaldan da biraz püremiz koydu ve yukarıya çıktı. Sevim neredeyse hazırlamıştı kahvaltıyı; yere örtü serilmiş, üstüne kasnak atılmış, onun üstüne de sini konmuştu. Sini bir köy kahvaltısına yaraşır şekilde renkli ve doluydu.

Umut sobayı doldurdu. Püremiz, kibritin ateşini içine çekip sindirdi ve alevler sardı odunları. Sobanın kapağını kapatırken ‘’Keşke,’’ dedi Sevim geriden, o da elindeki çaydanlığı tüpe koyuyordu. ‘’Yolda gelirken ineklerini otlatan bir adam görmüştük ya gerilerde. Süt alsaydık biraz, içerdi çocuklar.’’

‘’Ahmet Amca’ydı sanırım,’’ dedi Umut. ‘’Yaşlanmış, seçemedim tam, ama ona benziyordu. Ayıp oldu, geçtik gittik adamın önünden.’’

‘’Çocukları da alır çıkar dolaşırız birazdan,’’ dedi Sevim. ‘’Hava da açar herhalde öğlene doğru. Tüm köylüyü gezeriz, sen hal hatır sorarsın ben de tanışmış olurum.’’

‘’İyi insanlardır.’’ Umut, elinin tozunu tenekeye çırptı ve ‘’ÇOCUKLAR,’’ diye seslendi. ‘’Babam geçimsizdi biraz,’’ diye ekledi. ‘’Çok anlaşamazdı kimseyle; ama mizacındandır diye kimse ses etmezdi, açmazdı arasını. Bi Hurşitlerden Kemal amcayla küs öldü. Adam nasıl bi kinse on beş hanelik köyde cenazesine bile gelmedi babamın, düşün.’’

‘’Neden bozulmuş ki araları?’’

‘’Uzun hikaye, ta babamın askerlik çağında, kız meselesiymiş.’’

‘’Hm.’’ Sevimin dudakları tatlı bir edayla kıvrıldı, gözlerini kocasınınkine dikti. ‘’Ee… Sen daha iyi hissediyor musun?’’

‘’İyiyim,’’ dedi Umut, ‘’hatta harikayım, dert etme sen.’’

Sevim başıyla onayladı.

Umut çocukların gelmeyeceğine kanaat getirince odaya yollandı. Kız bir köşede oğlan diğerinde, eğretice serilmiş birer yer yatağında, kalınca battaniyelerin altında büzülmüş uyuyorlardı. Gece serindi; üşümüş olmalıydılar. ‘’Hey!’’ dedi çocuklarına. ‘’Uyanın uyuşuklar. Köy hayatı istediniz; köyde öğlene kadar yatılmaz.’’

Oğlan inleyerek doğrulurken kız da yatakta iyice büzüldü. Oğlanın mahmur gözleri pencereye kaydı, ‘’İyi de,’’ dedi, ‘’daha sabah bile olmamış ki?’’ yüzünün duruş şekli bunun bir nevi soru olduğunu gösteriyordu. ‘’ Hâlâ karanlık dışarısı.’’

‘’Ona karanlık değil loş denir,’’ dedi Umut. ‘’Kardeşini de kaldır da gelin çabuk. İki dakikanız var!’’

Gönülsüz bir baş onaylamasının ardından saniyeler içinde uykusuna geri döndü çocuk.

Umut iç geçirdi. ‘’Hımmm,’’ dedi. ‘’Ahmet amcadan rica edip size buzağı göstermesini isteyecektim ama madem kalkmıyorsunuz, eh, biz de Sevim’le gideriz o zaman.’’

Sevim içerden ‘’Evet,’’ diye seslendi. ‘’İkimiz gideriz artık, ne yapalım!’’

Kız başını battaniyenin altından çıkarıp babasını süzdü. Doğru söyleyip söylemediğini anlamaya çalışıyor gibiydi. Bu sırada oğlan da çoktan doğrulmuştu.

Kız kıvırcık saçlarını elinin tersiyle ensesine iteleyip boynunu işaret parmağıyla hafifçe yokladı, yüzü usulca ekşidi.

‘’Umut neyin var,’’ dedi geriden, ‘’üşüttün mü, boynun mu ağrıyor?’’

Çocuk boynundan çektiği eline korkuyla baktı; parmağına hafifçe kan bulaşmıştı.

Umut hızla yanına koştu, kızın boynundaki kabuk bağlamaya başlamış ufak yaraya baktı ve beti benzi attı.

Sevim de yanında belirdi. Ne vakit gelmişti? Oğlan da ne olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi.

‘’Hastaneye gitmeliyiz,’’ dedi Umut. Sesi korkuyla kısılmıştı ve küçük kızın kolunu var gücüyle sıktığının farkında değildi.

‘’Bir şeyin yok,’’ dedi sevim korkmuş çocuğu sakinleştirmeye çalışarak. ‘’Sadece küçük bir çizik. Böcek filan ısırmıştır.’’

Kızın ‘’Böcek mi?’’ derken gözleri büyüdü.

Umut ise ‘’Böcek değil,’’ dedi ağzının içinden. Bu yarayı gayet iyi tanıyordu.

*  *  *

Oğlan ve kız üzerlerine gelen yarasa sürüsüne boğazlarını yırtan ama yeterince gür çıkmayan birer çığlıkla karşılık verdiler. Umut, ablasını bileğinden tuttuğu gibi çıkışa doğru sürükledi. Kız derin derin soluyarak kardeşine ayak uydurmaya çalışıyordu lâkin bu çok sürmedi; sağ ayağın altına giren fistanın eteği kızı yüzüstü yere yıktı. Oğlan yerdeki ablasına can haviyle döndü ve onu yerden kaldırmaya çabaladı. Bakmamaya çalıştığı kara şeyler mağarayı boğan çığlıklarla tavandan kopmuşçasına üzerlerine geliyordu.

Umut’un doğrultmaya çalıştığı kızın sağ yanağı berelenmişti ve gözlerinde yaş vardı. Kaçamazlardı; artık çok geçti. Oğlanın ettiği duaların arasında telaşla etrafta gezen gözleri, bir-iki adım ötesinde duran bir çoban çomağını seçti. Hızla değneğe uzandı ve yerden aldı. Ardından hasımlarına baktı; bir an sonra yanlarında olacaklardı.

Ve geldiler; her biri ancak bir aya boyutunda olan kara yarasalar kulakları cızırdatan tiz çığlıklarla iki kardeşin üzerine yağdı. Oğlan elindeki çomağı var gücüyle savuruyor, isabet alan hayvanlar kanlı bir yığın halinde mağaranın duvarlarına savruluyordu, kız da elleriyle çalışıyordu; ancak yeterli değildi.

Yukarıdan fırlatılmışçasına vücutlarına çarpan onlarca kuşun her biri birer çakıl etkisi yaratarak çocukların canlarını yakarken atılan acı nidaları, içerisinde kin de barındırıyordu. Yarasalardan bazıları çarpmanın etkisiyle can verirken bazıları da çarptığı yere yapıştı ve ete yahut giysiye diş geçirdi. Çoğu oğlana nazaran daha az tehdit oluşturan kıza saldırıyordu.

Umut çaresizce savurmaya devam etti çomağı, birkaç yarasa daha can verdi. Ayaklarının altında, çoktan ölmüş kuşların cılız bedenleri çıtırdıyordu. Gözlerini bir anlığına düşmanlarından ayırıp ablasına çevirdiğinde onun kendisinden daha çaresiz durumda olduğunu gördü; kız çoktan teslim olmuş, ellerini savurmaktan cayıp avuçlarıyla yüzünü sakınmıştı. Ve sadece ağlıyordu. Oğlan ne yapacağını bilmez halde kala kaldı. Sırtına birkaç yarasa daha çarptı ve yere düştü, Umut ayaklarıyla onları ezip ilerdeki, yalnızca birkaç adım ötesindeki, neredeyse tükenmiş alevlere dikkatle baktı. Mağaranın her yerini saran yaratıkların uzak durduğu tek şey oradaki bir tutam ateşti. Üzerindeki kazağı aceleyle sıyırdı ve çomağın ucuna doladı, sonra da ateşe tuttu. Sopanın ucundaki kazak saniyeler içinde tutuşurken hızla ablasının yanına seğirtti ve bu sefer alevli sopayı savurdu yaratıklara. Tüm kalbiyle de işe yaramasını umdu. Neyse ki işe yaradı; yarasalar yılan görmüş iribaşlar gibi kaçıştılar; bu bir fırsattı.

Oğlan ‘’Kaçalım!’’ dedi. ‘’Aba kalk, hadi… kaçalım.’’

Kız şaşkın suratını ellerinin arasından çıkarıp belli belirsiz bir baş hareketiyle olumladı ve iki kardeş hızla mağaradan dışarıya koştular.

O gece uzun geçti.

Kardeşler, evlerine dönmeden evvel, çay kenarında görünen yaralarını ve üzerlerini olabildiğince temizlediler. Oğlanın yaraları vücudunu saran onlarca bereden teşkilken kızın berelere ek boynunda ve kollarında ısırıklar da vardı. Yine de ucuz atlattıklarını düşünüyorlardı.

Eve döndüklerinde ebeveynlerine, komşunun bostanında bağlı olan ehlileştirilmemiş taya binmeye çalıştıklarını söylediler. Oğlan kuru toprağa kız da çalıların arasına düşmüştü, yaraları da bu sebeptendi. Ayrıca Umut düşünce kazağını da yırtmıştı ve neredeyse paçavraya dönen giysi kullanılamayacak kadar kötü durumdaydı. O da yüzünü yıkarken dereye atmıştı.

Anaları ‘’Ah kuzularım,’’ dedi, yaşlı gözleriyle sarıldı, babaları da birer tane yapıştırdı suratlarına. Bu da nispeten ucuz atlatılmıştı.

*  *  *

Umut, o gece ablasının dürtüklemeleriyle uyandığında saatten habersizdi. ‘’Ne var,’’ dedi, kısılı gözleriyle, bitkin bir vaziyette, ‘’bi yerin mi acıyo? Korkuyon mu?’’

‘’Bi yerimin acıdığı yok,’’ dedi kız, ‘’yani acıyo da, pek değil.’’ Umut’un gözlerinin içine baktı, yüzünü düşürdü, nefesini kıstı ve ‘’Bi şey gördüm,’’ diye fısıldadı.

‘’Nerde,’’ dedi Umut, yatağında doğrulup bağdaş kurdu.

‘’Orda,’’ dedi kız, Umut odanın loşluğunda ablasının yarım yumurta şeklindeki yüzünü belli belirsiz seçebiliyordu, ‘’mağarada… biri daha vardı. Etraf karanlıktı ve ben… ben gördüm, ne gördüğümü biliyom, ordaydı, gölgesini bile hatırlıyom.’’

‘’Atma be,’’ dedi Umut, ‘’bi şey yoktu, ben de ordaydım.’’

‘’Yemin ederim ki!’’ dedi kız. ‘’Sen çomağı ararken onu bi anlığına gördüm. Yaşlıydı, tıpkı bi nene gibi… Bi de…’’

‘’Bi de?’’

‘’Bana baktı, öyle korktum ki dondum kaldım, hâlâ da korkuyom, gözümü kapayınca hep o var. Ama yüzü ve vücudu sanki insan değil de… ımm… başka bi şey gibiydi. Kolları upuzundu.’’

Bu bir çeşit intikam olabilir miydi? Umut ablasını mağaraya girmeye zorlamıştı ve şimdi o da bu şekilde onu korkutmaya çalışıyordu belki de? Ama hiç de yalan söylüyormuş gibi değildi; abasının yüzündeki korku Umut’un göğsünü çarpıttı.

O gece koyun koyuna uyudular. İkinci gece de öyle. Üçüncü gece kız yatağına döndü ama sayıklamaları Umut’un kulaklarındaydı. Dördüncü gece sıradan geçti. Beşinci gece Umut’un aklına kurt düştü; bir anlığına o mağaraya geri dönmeyi düşündü. Altıncı gece kız Umut’un yanına gelip ‘’Annemgile gerçeği söylesek mi?’’ dedi, bundan da tez caydılar. Yedinci gece bir daha ne mağara, ne de o yaratık hakkında konuşmamaya dair ant içtiler. Böylece bir hafta geçmiş oldu. İkinci hafta kız rahatsızlandı; başının ağrıdığını söylüyor, ara ara da kusuyordu; anasının tarhana çorbası deva olmadı. İkinci haftanın sonunda kız kimseyle konuşmuyor, evinin bucağında iki büklüm oturuyor ve sadece ağlıyordu; Umut’un elinden bir şey gelmedi. Üçüncü hafta kız iyice kötüleşti, suya yanaşmamaya başladı, nefes daralmaları sıklaştı, ağlayışları sürdü, anası da ondan geri kalmıyordu bu konuda; ne nane, ne kekik, ne de deliotu, zorla içirdiği kızına deva oluyordu. Umut da kardeşine kahırlanıp vara yoğa ağlayınca, dedesinin yanına, bağ evine gönderdiler. Kızın babası köyde ne kadar yaşlı varsa eve taşıdı, neticede varılan genel kanı üç harflilerdi. Hacı Ali Dede’nin el verdiği Torun Ak Derviş, eve elinde iri tesbihi, dilinde Ayetel kürsisiyle girdi. Kızı karşısına oturttu, annesine soydurttu, dualı ellerini kızın üryan bedeninde gezdirdi. Evden giderken de kadının eline bir muska tutuşturdu. Muska kızın boynunda günlerce salınsa da o da fayda etmedi. Dördüncü haftanın sonlarına doğru kız suskunluğunu bozdu, çığlıklar attı, ağladı, giysilerini parçaladı, nefesi daraldı, bayıldı, ayıldı ve kendini duvarlara çarptı. Koca babası bile zor zapt etti onu; kendine zarar vermesin diye ellerini-ayaklarını bağladı; kız, debelenmelerini ak çarşaflı bir karyolanın üzerinde sürdürdü. Babası üç koyun ve bir çift öküzünü yok fiyattan elden çıkarıp şehirden doktor getirdiğinde artık beşinci haftaydı. Doktor daha gelmeden tahmin ettiği kuduz teşhisini uygun bir dille anlattı onlara. Ne kadar geç kalındığından bahsedip elinden bir şey gelmeyeceğini söylediğinde kızın zaten gözlerinde yaş kalmamış anası olduğu yere yığıldı, anası öldüğünde bile ağlamamış babası ise bağıra bağıra ağladı. Kız, beşinci haftanın sonunda can verdi.

*  *  *

Umut’un göğsü öfkeyle doluydu. Yarım saat evvel Sevim’i çocuklarla beraber şehre, hastaneye yollamıştı. Şimdi ise tanıdık bir evin önünde dikiliyor, düşüncelerini toparlamaya çalışıyordu. Bu ev Aksaklarındı, çocukken çokça önünde dikildiği ahşap kapı gitmiş yerine, mavi, fabrika yapımı bir demir kapı gelmişti. Bahçeyi saran taş duvar bile yıkılmış, dökme bir betonla değiştirilmişti.

Umut tereddütle çaldı kapıyı. Ses seda gelmedi. Tekrar çaldı; durum değişmedi. Belki de burada değillerdi. Ayakuçlarında yükselerek kapının üzerinden içeriye bir göz attı. İrice bir salkım söğüdün altına yanaştırılmış traktörün turuncu rengi çarptı gözüne ilk olarak.  Sonra da paslanmış eski bir tulumbanın altındaki bir-iki metrelik havuzda yüzen üç ördek. Gerisini göremedi. Evde belli ki kimse yoktu ama elbet gelirlerdi; bir müddet eşikte beklemeye karar verdi ve çömdü taşa.

Sabahın kara bulutları dağılmış, hava ısınmıştı. Öğle güneşi Umut’un başına vuruyor ve karşı yakada bir köpek havlıyordu. Eşikte beklemenin hoş kaçmayacağını fark edip yolun diğer karşısındaki meşe ağacına kadar yürüdü ve altına oturdu. Sırtını meşeye yaslayıp bir müddet öylece düşündü. Gözleri sulandı, düşünceler bulanıklaştı ve zihni bir ceset kadar ağırlaştı.

Omuzunda bir el hissettiğinde usulca başını kaldırdı. Uyumuş muydu? Ne kadardır? Karşısında otuzlarında bir adam vardı, kirli sakalı, irice kara gözleri ve hafifçe kepçe kulaklarıyla tanıdıktı siması. Adam bariz bir şekilde sağ tarafına yükleniyor, bu da duruşuna hafif bir meyil katıyordu. Umut hızla doğruldu ve ‘’Aksak,’’ dedi, ‘’yani Mehmet, Kusura bakma.’’ Kendini zorlayarak tebessüm etti.

Adam gözlerini kıstı, sonra yüzü genişçe bir gülümsemeyle gerildi. ‘’Umut,’’ dedi. ‘’Hakkat sen misin?’’

‘’Benim ya,’’ dedi Umut ve eski dostuna sarıldı.

‘’Hiç değişmemişin,’’ dedi adam, ‘’hemencecik tanıdım valla. En son ne zaman geldiydin on beş sene evvel mi?’’

‘’On yedi,’’ dedi Umut. ‘’Babam öldüğünde.’’

‘’Doğru ya,’’ dedi. ‘’Ne kadar da çok olmuş. Gel gel içeriye geçelim de sana bi çay koyayım.’’

Bahçeye geçtiler. Söğüdün altına ahşap bir tente oturtulmuş, onun altına da bir masayla beş sandalye konmuştu. Adam evden bahçeye ağır ağır çıktığında elinde metal bir tepsi vardı. Tepsiye iki çay bardağıyla beyaz bir şekerlik konmuştu.‘’Ee,’’ dedi, tepsiyi masaya koyarken ‘’evlendin mi, çoluk çocuk var mı? Ahmet emmi arabayla geçtiler dediydi de inanmadıydım. Demek sahi doğru görmüş.’’

‘’Dün geldik,’’ dedi Umut. ‘’İki çocuğum var, oğlan yedi, kız beş yaşında. Bu gün konu komşu gezelim demiştik ama kız rahatsızlandı. Nasip değilmiş.’’

‘’Kötü bi şey değil ya?’’ dedi adam.

‘’Yok yok,’’ dedi Umut. ‘’Çocuk işte, rüzgâr çarpsa tıksırmaya başlıyorlar. Hastaneye gittiler bir iki saat evvel.’’

‘’İyi iyi, kötü bişi olmasın da,’’ dedi Aksak. ‘’Hem Allah’ın son günü değil ya. Yarın gezer dolaşırsınız. Benimki de anasına gittiydi. Geç evlendim ben az. Malum…’’ dedi, gözleri bi anlığına sol bacağına kaydı. Sonra ekledi: ‘’Babam öleli beş sene oluyo, anam da sonraki sene vefat etti. Bizim Ayşe’yi karşı köyden Oduncu Halil’in oğlu Fatih’e verdiydik, evde bi başıma kaldım anlayacağın, hem de üç sene. Daha geçen sene evlendim; Halime Teyze bizimkiyle yaptı aramı da o sayede. Çocuk yok ama hâlâ.’’

‘’Olur inşallah,’’ dedi Umut. ‘’Daha erken, başın sağ olsun bu arada.’’

‘’İnşallah,’’ dedi Aksak. ‘’Çay olmuştur,’’ dedi sonra ve içeriye yollandı.

Çaylar içildi muhabbet ölmüşlerle, köyle ve çocukluk anılarıyla sürdü gitti. Umut ‘’Senden bir şey rica etsem,’’ dediğinde sohbet neredeyse bir saati aşmıştı.

‘’Tabii,’’ dedi Aksak. ‘’Elimden gelirse amenna.’’

‘’Senin traktörü bi kaç saatliğine ödünç alsam olur mu? Babamın tarlalarını, bizim bahçeyi filan bi dolaşayım diyorum.’’

‘’Al al,’’ dedi Mehmet, tereddütsüz. ‘’Ben de bişi dicen sandıydım.’’

‘’İşim biter bitmez getiririm.’’

*  *  *

Umut ikindi vakti, yıllar evvel durduğu mağaranın girişinde duruyor, bir elinde benzin bidonu diğerinde de eski bir nacak tutuyordu. Nacağın elinin damarları şişene kadar sıktığı sapı cesaret telkin ediyordu.

Silahı girişe bıraktı, mağaraya girdi ve dört-beş adımın akabinde kaldırdı başını, etrafına bir göz gezdirdi. Her yer kayalardan ibaretti; rutubetli ve gri kayalardan. Başka hiçbir şey yoktu. Nefesini tuttu ve biraz daha ilerledi, her adımda mağara karardı, her adımda Umut’un göğsü daha sert çarptı. On beşinci adımdan sonra bidonu usulca yere bırakıp kapağını hızla açtı ve rasgele etrafa dökmeye başladı içindeki benzini; duvarlara, ileriye, geriye, tavana; savurabildiği her yere. Mağara ağır bir petrol kokusuyla boğulurken cebindeki kibrit kutusunu çıkardı, avucunda sıktı ve mağaranın girişine doğru gerilerken kalan benzini de saçtı. Derin bir nefesin akabinde kutudan bir kibrit çıkardı ve çaktı, barut kava sürtünürken alev aldı. Umut ‘’Üzgünüm,’’ diye fısıldadı mağaranın derinliklerine. Sonra kibriti içeriye fırlattı. Saniyeler içinde alevlere bürünen inden Umut’un yüzüne bir ısı dalgası çarpınca biraz daha gerileyip mağaranın girişine bıraktığı nacağı yerden aldı. Sonra sırtını traktöre yaslayıp gözlerini alevlere dikti.

Birkaç kalp atışının ardından ilk çığlıklar duyuldu ve ilk yarasa alevlerin arasında göründü. Can havliyle kendini dışarıya atan yaratığın minik bedeni ateş topu hallinde üç-beş metre ancak yükselebildi, ardından Umut’un ayakucuna düştü. Kora dönmüş vücudu hâlen hafifçe seğirse de bir an sonra hareketsiz kaldı.

Ardından kara bir bulut gibi alevlerin arasından çıkan onlarca yarasa daha, benzer bir halde pek yükselemeden mağaranın girişine döküldü. Bu birkaç dakika daha böyle sürüp gitti, neredeyse kara ve korkunç bir dolu yağmuru gibi. Son yarasa da öldüğünde beş dakika ya geçmiş ya geçmemişti. Umut üzgündü, üzgün kelimesi yeterli değildi, kahrından ölüyordu belki. Sivri pençeleriyle göğsünü tırmalayan habis bir yaratık tebelleş olmuştu bedenine. Aldığı nefesler dahi can yakıcıydı. Sonuçta onlar da candı; ama bu yapılması gereken şeydi, birinin çoktan bunu yapması gerekirdi. ‘’Ablam için,’’ diye fısıldadı. ‘’Ve çocuğum için.’’

Yığın halindeki leşlere son bir defa daha dikkatle bakıp mağaranın azalmaya başlamış alevlerine de bir göz attı. Sonra başını iki yana sallayıp traktöre bindi, tam marşa basacakken gözüne bir şey ilişti; alevlerin arasında bir karaltı. Bir an sonra karaltı kambur bir yaratığa dönüştü ve alevlerin arasından neredeyse sürünerek çıktı; tül gibi seyrek, kül beyazı saçları hariç hiçbir yeri alevlerden nasibini almamış, soluk beyaz bir şekil. Yaratığın uzun kolları garip bir isabetsizlikle yerdeki yarasalara uzandı. Birkaç başarısız denemenin ardından uzun parmaklar cansız bedenlerden birini kavradı. Kör müydü? Umut emin olamadı, zaten düşünmedi de. Yaratık avucunda tuttuğu kuşu burnuna götürüp usulca kokladı, ardından bir çığlık attı. Sonra hızla dizlerinin üzerine doğruldu ve apalayarak etrafta gezindi, parmaklarının dokunduğu her yarasayı eline alıp kokladı ve her birinde korkunç çığlıklar attı.

Umut aceleyle marşa bastı, yaratık başını kaldırdı ve irissiz gözleri bir an dondu. Umut hızla çevirdiği traktörü neredeyse deviriyordu. Yolları ezbere aştı, ardına bir kez olsun bakmadı.  Bu ablasının gördüğü yaratık mıydı? Onun bir sanrı olması gerekiyordu. Belki bu da bir sanrıydı? Emin olamadı. Korkudan zangırdayan elleri direksiyonu zar zor tutuyordu. Sağ elini cebine attı ve karısını aramaya yeltendi, ancak telefon titreyen elinden kayarak vites kutusuna çarptı, oradan da arka tekerin altına girdi. Umut ağzını dolduran birkaç küfürle hızla frene bassa da çok geçti, ardına baktığında telefonunun parçalara ayrılmış olduğunu gördü. Cesaret edip başını kaldırdı ve hızla indiği dağ yoluna baktı, hiçbir şey yoktu.

Neden sonra evinin kapısına vardığında ardında güneş batmıştı. Bahçeye eğretice yanaştırılmış arabayı gördü ve ne zamandır tuttuğunu bilmediği nefesini bıraktı. Ah şükürler olsun, diye düşündü ve traktörden indiği gibi kapıya koştu. Hızla yumrukladığı ahşap kapıyı açan olmadı. ‘’Sevim,’’ diye bağırdı. ‘’Ah, SEVİM. Aç şu siktiğimin kapısını.’’

Kapı açılmadı. Umut omuzuyla birkaç kez bindirdiyse de sonuç değişmedi. Hızla traktöre koşup nacağı aldı ve kapıya ardı ardına darbeler yağdırdı. Tekrar omuzuyla bindirip girdi içeri. Neredeyse zifiri karanlıkta merdivenlerden ikişer ikişer çıkarak karşısına gelen ilk zembereği kaldırdı. Çocukların odasıydı bu. Kapı açılmadı. İmkânsız, bu eski kapıların bir kilidi bile yoktu. Karanlıkta kapıyı yumrukladı, tekmeledi ‘’Çocuklar,’’ diye haykırdı. Kapı açılmadı, sonra mutfağa doğru koştu, önünü görmeden etrafta koşuşturdu, birkaç defa düşse de ellerini duvarlarda gezdirerek buldu kapıyı. Lakin durum farklı değildi; o kapı da açılmadı. Yatak odasını denedi, o da açılmadı.

Lanet etti. Bu da neydi? ‘’Sevim,’’ diye haykırdı, ‘’Ah Çocuklar. Neredesiniz?’’

Telefonu düşürdüğü için kendine defalarca sövdü. Sonra aklına cebindeki kibrit geldi. Hızla çıkardı ve çaktı, ortalık bir anlığına ışısa da kibrit yanmadı. Bir tane daha denedi, kibrit tutuştuğunda Umut titreyen ellerinden onu düşürmemek için kendini olabildiğince sıktı. Etrafına tuttu kibriti ve karşı duvarda asılı duran kandili gördü. Hızla koştu ve yakt. Ortalık az da olsa aydınlandı. ‘’Sevim,’’ diye haykırdı tekrar, ağladığının farkında bile değildi. Ses seda gelmedi. Feneri eline aldı ve tekrar etrafta koşuşturdu. Bu sefer en azından önünü görüyordu.

Yatak odasının kapısının yanında durdu, zembereği kaldırdı, yumrukladı, omuz attı fakat kapıyı bir türlü açamadı. Yanlardaki sıvalar dökülüyor buna rağmen kapı açılmıyordu. Çocuklarım, diye düşündü. Ah Sevim. Aklına her türlü şey geliyordu.  Nacak… Nacak neredeydi? Merdiveni çıkarken ellinde değil miydi? Feneri aldığı gibi merdivene koştu, oradaydı; testiliğin hemen yanında. Aldı ve tekrar yatak odasının girişine koştu. Feneri geriye koyup nacağın keskin olmayan tarafını var gücüyle ahşap kapıya gömdü, kapı parçalanarak savruldu, menteşelerinden ayrıldı ve yıkıldı. Umut neredeyse düşüyordu. Başını karanlık odaya uzattı ve ‘’Sevim,’’ dedi, tekrar. ‘’Orda mısın?’’

Ses gelmedi. Feneri yerden aldı ve odaya tuttu, içerisi yavaşça aydınlanırken Umut’un gözleri sedirdeki kambur bir şekli seçti. Gördüğü şeyi netleştirmeye çalışırken şekil usulca kıpırdadı, akabinde döndü ve Umut’a baktı. Umut dizlerinin üzerine düştü. Bu oydu; mağaradaki yaratık. Kambur duruşu, sarkık ak derisi ve yanmış saçlarıyla karşısındaydı.

‘’Bunu bana neden yapıyorsun?’’ diye haykırdı Umut kendine irissiz gözlerini dikmiş yaratığa. ‘’Lütfen, onlara ne yaptın? Ah, yalvarırım, ne istersen yaparım. Neredeler?’’

Yaratık ses etmedi. ‘’Umut beni öldürebilirsin,’’ diye haykırdı, garip bir şekilde titreyişleri durmuştu. ‘’Onları yakan bendim. Lütfen, çocuklarım, karım, onların suçu ne?’’

Yaratığın hissiz bakışları sürdü. Çıplaktı, ne bir göğsü ne de bir cinsel uzvu vardı; lâkin kadın gibiydi.

Umut yanındaki nacağa uzandı ve sapını sıkıca kavradı. Belki onu öldürürse…

Haykırarak yaratığa saldırdı. O ise ne bir tepki verdi ne de ses etti. Umut’un nacağı ardı ardına inerken ve başı kanlı bir yığın haline gelirken bile darbeleri engellemeye yönelik ufak da olsa bir hareket yapmadı. Yaratığın bedeni kanlı bir yığın halinde Umut’un ayakucuna düştü.

Bu kadar mıydı? Ölmüş müydü? Umut nacağın ucuyla yaratığı bir iki dürtükledi. Gözlerini kapattı, derin derin soludu ve çocukların odasına koştu. Kapının karşısında durdu. Allah’ım, ne olur, ne olur… Zembereği usulca kaldırdı. Kapı zorlanmadan gıcırtılarla açıldı. Karşısında ise… Aynı yaratık vardı. Bu nasıl mümkün olabilirdi? ‘’Ben seni öldürdüm,’’ diye tısladı. ‘’Öldürdüm seni! Öldürdüm!’’

Yaratık kuru bakışlarını üzerinden ayırmıyordu. Tekrar yatak odasına seğirtti ve biraz önce öldürdüğü şeyi aradı. Oradaydı, kanlı bir yığın halinde yerdeydi. Tekrar diğer odaya koştu, aynı yaratık hiç kıpırdamaksızın yatakta oturuyordu. Umut delice bir haykırışla yaratığın yanına yürüdü ve bir dizi küfürle tekmelemeye başladı onu. Sonra da nacağı eline aldı, rasgele savurdu. Bakmıyordu bile, sadece savuruyordu; kollarına kramp girene kadar ve nacağı kaldıramayacak duruma gelene kadar devam etti. Önündeki kanlı yığını midesi kaldırmadı ve iki dizi üstünde etrafa kustu. SEVİM, ÇOCUKLAR, NEREDESİNİZ!

Nacağı ve feneri yerden aldı ve mutfağa seğirtti. Kapı açıktı, içerde sobanın yanında yine aynı yaratık vardı. Bu sefer ayaktaydı ama ne bir hareket ne de bir ses etti yine. Kuru bakışlar, yanmış saçlar ve çıplak beden Umut’un karşısındaydı, öylece dikiliyordu.

Umut hıçkırarak ağlamaya başladı. Bu bir kâbus olmalıydı. Evet, başka açıklaması yoktu. Nacağı usulca yere bıraktı, elini saçına götürdü, var gücüyle çekti. Sağ eli bir tutam saçla dolarken acıyla bağırdı lâkin yaratık hala karşısındaydı. Yeterli değildi belki de. Sol elini tüm parmaklarını açarak kırmızı halıya bastırdı ve nacağı yerden alıp serçe parmağına gömdü. Parmak elden ayrılırken umut acıdan iki büklüm oldu. Gözleri yaştan ve ıstıraptan bulanıklaşmış, etraf isli bir hal almıştı; fakat karşısında duran yaratığı göremeyecek kadar değil; hâlâ oradaydı.

‘’Seni sonsuza kadar da olsa öldüreceğim!’’ diye tısladı yaratığa. ‘’Siktiğim, bin tane olsan da öldürmeye devam edeceğim! Tekrar ve tekrar geberteceğim seni!’’ Nacağı kaldırdı ve yaratığın göğsüne sapladı; bir kütüğe vurmuş kadar hissiz.

*  *  *

Yatsı ezanıyla evin etrafını köylüler sarmış, neler olup bittiğini birinci ağızdan öğrenmeye çalışarak Aksak’ı köşeye sıkıştırmışlardı. Beti benzi atık adam üç-beş kelimede bir kekeleyerek kendinin de halen tam olarak kavrayamadığı olayı anlatmaya çalışıyordu. O sırada iki kırmızılı adam evden bir ceset torbasıyla çıktı. Sorular kesildi, birkaç dakikalığına etraftaki tek duyu gözlerdi. Beş dakika içerisinde aynı iki adam evden iki ceset daha çıkardı ve iki küçük, bir büyük bedeni ambulansa yatırdılar. Dakikalar sonra da sırtına eğretice atılmış bir çarşafla, iki jandarmanın kollarında eski evden çıkarıldı Umut. Sonuna kadar açılmış gözleriyle etrafını tarayan adamın bakışları Aksak’ın üzerinde dondu. ‘’Yoklar,’’ dedi yalvarırcasına, nasıl olduysa kollarına sarılı iki adamın kıskacından kurtuldu ve Aksak’ın yakasına yapıştı, sıralı birkaç anlaşılması güç cümlenin arasında ağlayarak bir telefon numarası verdi. ‘’Lütfen,’’ dedi, ‘’telefonum yok, ara onu, ne olur ara.’’

Aksak’ın dudakları kımıldadı ama bir şey demedi, dolan gözleri ambulanstaki bedenlere sabitlenince Umut da bakışlarını araca çevirdi.

Yüz metre ötede gözlerden uzak bir ağacın altında ise yaşlıca bir şekil, deliye dönmüş adamın kulağına kısa bir cümle fısıldayıp ağır ağır uzaklaştı:

‘’Çocuklarına karşı çocuklarım.’’

-SON-

Aba: Abla. (Halk ağzı)

Püremiz: Tutuşturmalık olarak kullanılan çam iğnesi. (Püreviz, Pürem)

Osman Eliuz

Yazım sanatının her türünü okuyor, deniyorum. Hangi tür olursa olsun gerçeğin kıyısında gezen anlatıları seviyorum. Üslubum genel olarak karaktere yaslanır. Olaydan öte hikaye ediş ilgimi çeker. Sanırım bendeki sıradan bir öyküde renk bulma çabası, yahut ona bir renk uydurma çabası. Yazmanın yakamı bırakmayacağı besbelli, o açıdan direnmeye lüzum görmüyorum.

Kısas” için 23 Yorum Var

  1. Merhaba,
    Çok güzel yazılmış bir öyküydü. Gerilim filmi tadındaydı ki çok severim. Temaya seçtiğin konu güzeldi. Kurgu, dil ve anlatım, final, diyaloglar, geçişler gayet iyiydi. Yazımda birkaç hata vardı sadece, belli ki gözden kaçmış. Başlık ve içerik uyumluydu. Fantastik yaratık öyküye ayrı bir hava katmış. Akıcı ve sürükleyiciydi öykü. Tüm bunlara ilave öyküde en çok hoşuma giden / takdirimi kazanan hikaye etmede kullandığın dil oldu. Mekan tasvirlerin çok iyiydi, köy ortamına vakıf olduğunu çıkardım anlatımından. Zira öyküde konunun fantastik oluşundan ayrı, sırıtmayan, yapay durmayan, buram buram gerçek kokan bir dil vardı. Sözün özü, bu öykünün dili bu olabilirdi ancak.
    Diğer öyküleri henüz okumadım o sebeple haksızlık etmem istemem ama bu ayki temanın en iyilerinden biri olduğunu düşünüyorum.
    Kalemine kuvvet.

    1. Merhabalar. Bu uzunca öyküye ayırdığınız zamana teşekkür ediyorum. Beğenmenize sevindim. Öykü gidişatı itibariyle ağır bir fantastik ortamı yahut canlıyı kaldıramazdı; ben de bu sebepten her köy çocuğunun mutlaka dinlemiş olduğu öcü hikayelerinden esinlenerek -aşırıya kaçmadan- bir yaratık yerleştirdim. Epik fanteziden sonra en sevdiğim tür korku-gerilimdir. Denemek istedim açıkçası. Kullandığım dile gelirsem, tespitiniz doğru 🙂 Biraz bilirim köy ortamını zira köy çocuğuyum. Gerçeklik açısından böyle yazmayı uygun buldum, takdirinizle de soru işareti kalmadı aklımda.
      Yazımdaki kusurlara Sayın Nurdan Atay’da değinmiş. Şimdi bir göz attığımda görebiliyorum, oysa o kadar da tekrar okuması yapmıştım 🙂
      Daha iyilerinde görüşebilmeyi umuyorum. Umarım Satir’de sizi de okuruz.

  2. Merhaba;
    Çok güzel bir öykü. Geçişler, duygular, konuşmalar çok başarılıydı. Ellerine yüreğine sağlık. Birkaç yere takıldım onları belirteyim.

    ‘’Umut neyin var,’’ dedi geriden, ‘’üşüttün mü, boynun mu ağrıyor?’’
    Yaratık ses etmedi. ‘’Umut beni öldürebilirsin,’’ diye haykırdı, garip bir şekilde titreyişleri durmuştu. ‘’Onları yakan bendim. Lütfen, çocuklarım, karım, onların suçu ne?’’
    Buralardaki tırnak yerlerindeki yanlışlar akışı bozuyor. Buraya tekrar bakarsan iyi olur diye düşünüyorum.
    Bir de Aksak’ın öyküdeki rolünü tam anlayamadım. Aksak olma nedeni olayla ilgili ama ben mi kaçırdım bilemiyorum.
    Akıcı ve heyecanla okunan bir öyküydü. Bir çırpıda okuttu kendini.

    1. Merhabalar. Zamanınız ve değerli yorumunuz için teşekkür ediyorum. Beğenmenize sevindim. Tırnaklardaki kaymalar kötü olmuş gerçekten de. Bazı yerlerde de harfleri yutmuşum; düzelteceğim, bilgilendirme için çok sağ olun.
      Aksak’a gelirsem, Aksak olmasının olayla bir ilgisi yok. Umut’un çocukluk arkadaşı; gerçekçilik açısından ona bir geçmiş ve fiziki görünüm verdim biraz. Yan karakter olarak kullanmak istedim. Üstünde biraz fazla durduğum için rolü hakkında tereddüt ettiniz sanırım 🙂
      Daha iyilerinde görüşebilmeyi umuyorum.

  3. Merhaba, çok başarılı bir korku-gerilim öyküsü olmuş, elinize sağlık. Anlatım son derece akıcı. Nurdan Hanım’ın belirtiği gibi bir iki yerde konuşan karakterin kim olduğu biraz bulanıklaşmış ama genel olarak diyalogları da oldukça başarılı buldum. Tebrik ederim.

    1. Merhabalar. Bu uzunca öyküye zaman ayırdığınız ve değerlendirmeniz için teşekkür ediyorum. Beğenmeniz zamanınıza değdiğini işaret ediyor. Bendeki kopyasında yakalayabildiğim kusurları giderdim, hatırlatma için de bir teşekkür. Daha iyilerinde görüşebilmeyi umuyorum 🙂

  4. Eline sağlık, sıkmadan sonuna kadar okunan her öykü başarılıdır, bu da onlardan biriydi.

    Köyde geçen gerilim-korku öykülerinin başarılı olmasının nedeni belkide küçükken tatillerde sıklıkla gittiğimiz köylerde büyüklerin biz uslu duralım diye anlattığı hikayelerden kaynaklıdır; hepsi gerçekten orjinal ve bizi korkutan hikayelerdi ve bu bizi hala etkiliyor sanırım.

    1. Merhaba. Teşekkür ediyorum yorumunuz için. Zaman ayırmış değerlendirmişsiniz, beğendiğinizi umuyorum. Bu öyküm diğerlerinden farklıydı biraz, aslında diğerlerine de benziyordu lakin anlatıma yerellik ve gerilim katmaya çalıştım bu sefer. Sizin de dediğiniz sebepten köyde geçmesinin daha uygun olacağını düşündüm. Köyde büyük çocuklar küçükleri korkutmak için ellerinden geleni yaparlar çoğu zaman, tabii bazen de aileler 🙂 Daha iyilerinde görüşebilmeyi umuyorum.

  5. Merhaba,
    Bu ay seçkide okuduğum en iyi öykü kesinlikle “Kısas” oldu. Tebrik ediyorum sizi gerçekten. Bir sonraki paragrafa bir an önce geçme isteğini merak etme duygusu üzerinden sağlayan bir öykü olmuş. Bu yüzden de bence epey başarılı. Yaratığı ikinci kez gördüğünde aslında tahmin ediliyor son. Ancak zaten en fazla bu kadar geciktirilebilirdi öyküdeki düğümlerin çözülme noktaları. Teşekkür ederim bu keyifli anlatı için. Görüşmek üzere.

    1. Merhabalar. Ben teşekkür ederim, zamanınızdan kısıp öykümü okuduğunuz, irdelediğiniz için. Beğendiyseniz ne mutlu. Bu ay seçkide bolca yazar ve bolca da güzel öykü var. Tahmin edilebilirliği konusunda haklısınız, dikkate alacak, kendimi geliştirmeye çalışacağım 🙂 Daha iyilerinde görüşebilmeyi umuyorum.

  6. Hikaye bittikten sonra dönüp önsözü tekrar okuyarak ne kadar anlamlı bir hal aldığını görmek gerek mutlaka!
    Daha da büyüyebilecek, keyifli, güzel bir öykü.
    Elinize sağlık…

    1. Merhabalar. Zamanınıza ve güzel yorumunuza teşekkür ediyorum. Beğendiğinize sevindim. ”Daha da büyüyebilecek… bir öykü,” neden olmasın? Belki bir ara devam öyküsü yazabilirim, belki de tadında bırakırım bilemiyorum. Tavsiye için de bir teşekkür 🙂 Daha iyilerinde görüşebilmeyi umut ediyorum.

  7. Yaşattığı heyecanı sonuna kadar taşıyan, çık güzel bir öyküydü. Uzun yazan biri olarak hikayenin gelişimi süresince tansiyonu yüksek tutmayı çok iyi başarmışsınız. Bu konuda sizden öğreneceklerim var 🙂 Tebrikler.

    1. Merhabalar. Madem övüyoruz 🙂 Öncelikle seçkideki ilk öykünüzle çok büyük bir giriş yapmıştınız, halen hatırlıyorum öyküyü. Daha ilk öyküsünde bu denli başarılısını görmedim. Hele ki seçkinin teması pandayken. Birinci tekili bu denli benimseyip karaktere bürünebilen Ömer Seyfettin ve Poe’yi biliyorum -ki onlara hayranım- siz de geri kalmıyorsunuz. Her ne kadar üçüncü tekil anlatım genel kanıca daha zor kabul edilse de birinci gözün çerçevesi dardır ve yazarı kısıtlar. Özellikle finalde çoğu zaman köşeye sıkıştırır yazanı; kendim de kullandığım için bilirim zorluğunu. Bu konuda ve karaktere bürünürken ben de sizden bir şeyler öğreniyorum ve diğer arkadaşlardan da başka şeyler. Bu seçkinin ve yazarlarının bana katkısını yadsıyamam. Teşekkür ediyorum zamanınıza ve güzel sözlerinize. Öykümü beğenmenize sevindim. Daha iyilerinde görüşebilmeyi umuyorum.

  8. Merhaba,
    Gerçekten çok beğendim öykünüzü. Korku gerilim filmi gibiydi, okuyucuyu içine çekiyor öykünüz.
    Özellikle Umut’un traktörle mağaraya gidişinden sonra hızla aktı gitti. Ufak tefek olan imla hataları, benimki de dahil her öyküde var neredeyse, o yüzden bahsetmeye bile gerek yok ama yine de belirtmek istedim.
    Kaleminize kuvvet, ellerinize sağlık.

    1. Merhaba. Zamanınıza ve güzel sözlerinize teşekkür ediyorum. Beğenmenize sevindim. Aslında imlaya, hatası az yazmaya dikkat ederim ama gözümden kaçmış bu sefer 🙂 Daha iyilerinde görüşebilmeyi umuyorum. Hepimizin kalemine kuvvet.

  9. Merhaba Osman. Hikayenin başlığı, öykünün kendisi, çıkarım ve sonuçları. Öyle güzel işlemişsin ki tadı damağımda kaldı. Ellerine sağlık.

    1. Merhaba Umut. Beğenmene sevindim 🙂 Ayırdığın zamana ve değerli sözlerine teşekkür ediyorum. Umarım o zamana değmiştir. Daha iyilerinde görüşebilmeyi umuyorum.

  10. Merhabalar,

    Harika bir giriş cümlesi. Birazdan okunacak öykü hakkında bir vaat veriyor ve yazar da bu vaadi yerine getiriyor. Güzel bir dehşet öyküsüydü. Öykü uyumlu parçalara ayrılmış ve ustaca sunulmuş. Yaptığınız işte gayet iyisiniz.

    Öyküyü parçalara bölmek, ve aralara birazcık gizem katmak güzel bir fikir.

    Kaleminize sağlık,
    tekrar görüşmek dileğiyle…

    1. Merhabalar. Güzel sözlerinize ve zamanınıza çok teşekkürler. Beğenmenize sevindim. Zamanınıza değdiğini umuyorum. Daha iyilerinde görüşebilmek dileğiyle hepimizin kalemine sağlık.

  11. Merhabalar,

    Öykünüzü çok beğendim. Yorumlarda zaten belirtilen bir kaç tırnak hatası akışı bozsa da, öykünün genel bütünü içinde nazarlık olmuşlar. Zaman atlamaları olsun, köy tasvirleri olsun oldukça başarılıydı. İlk başta uzunluğundan gözüm korkmuştu ama bir solukta okudum.

    Kaleminize, yüreğinize sağlık.

    1. Merhabalar. Genellikle uzun öyküler yazıyorum, kısa öyküler de deniyorum ancak seçkidekilerin geneli uzun. Uzun yazsam da dolu yazmaya, sıkmamaya gayret ediyorum. Kısa öykülerde de kendimi geliştirmeye çalışıyorum bu aralar. Öykümü beğenmenize, başarılı bulmanıza sevindim. Zaman ayırmış, okumuş, yorumlamışsınız; teşekkürler 🙂 Daha iyilerinde görüşebilmeyi umuyorum.

  12. Merhaba. Başarılı bir anlatım uslubunuz var. Ancak okuyucunun tam can alıcı olayı çözümlemesi için açıklayıcı bigi gizlenmiş. Şahsım adına konuşuyorum. Ben iki şeyi anlamadım. İlk öykü başlangıcında yanan kanlı kıyafet kimin kıyafeti o olayı ve sondaki yüz metre ötede ki konuşan kişi kim ve yüz metre öteden nasıl kulağa fısıldayabilir onu anlamadım. Ama güzel bir tarz ve tasvirler muhteşem. Başarılarınızın devamını diliyorum.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *